CAHİLİYE TOPLUMUNDA
İNSAN KARAKTERLERİ
...Size Allah'tan
bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.
Allah, rızasına
uyanları bununla kurtuluş yollarına
ulaştırır ve
onları kendi izniyle karanlıklardan nura
çıkarır. Onları
dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Maide Suresi,
15-16)
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ
GİRİŞ
CAHİLİYE TOPLUMUNUN
GENEL YAPISI
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
İNSAN KARAKTERLERİ
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
MESLEKLERİN
ETKİSİYLE GELİŞEN
KARAKTERLER
DİĞER CAHİLİYE
KARAKTERLERİNDEN ÖRNEKLER
NEDEN MUTLU
OLAMIYORLAR?
SONSÖZ:
KURAN AHLAKINI
YAŞAMAYA DAVET
CAHİLİYE
TOPLUMUNDA
İNSAN
KARAKTERLERİ
ÖNSÖZ
Bu
kitapta yaşadığınız toplum içinde karşılaşabileceğiniz çeşitli insan
karakterleri tarif edilmiş ve bu karakterlerin Kuran ahlakına uygun olmayan
yönleri açıklanmıştır. Ancak, kitabı okurken şu önemli hususun unutulmaması
gerekir: Kitap içinde yer alan tarifler, tasvirler ve tanımlamalar elbette o
toplum kesimi içinde yer alan herkesi kapsamamaktadır. Her sosyal tabaka, her
meslek grubu, her insan topluluğu içinde iyi niyetli, vicdan sahibi, sağduyulu
insanlar olacağı gibi, kötü ahlak ve davranışlar gösteren insanlar da olabilir.
Bu kitapta da üzerinde durulan husus, Kuran ahlakına uygun yaşamayan insanların
kötü davranış ve özellikleridir. Ayrıca şunun da unutulmaması gerekir ki, her
insan yaşamı boyunca yaptığı kötülüklerden vazgeçme imkanına sahiptir. Samimi
olarak kötülükten vazgeçen, Allah'a gönülden teslim olan ve Kuran ahlakını
yaşamaya karar veren bir insan, Allah'ın izniyle, Rabbimiz'i bağışlayıcı ve
affedici olarak bulacaktır. Nitekim bu kitabın amaçlarından biri de, söz konusu
insanların içinde bulundukları durumun kötülüklerini fark edip, bu tavırlarını
terk ederek Kuran ahlakına yönelmelerine vesile olmaktır.
GİRİŞ
İnsana
yaratılış amacını bildiren, doğruyu yanlışı gösteren ve hayatın gerçek
yönlerini açıklayan, yol göstericimiz Kuran-ı Kerim'dir. Çünkü Kuran'ı
insanları yaratan, onların tek hakimi ve tek sahibi olan Allah indirmiştir.
Dolayısıyla insanın bilmediklerini öğrenebilmesi ve içerisinde bulunduğu
cahillikten kurtulup bilinçlenebilmesi de ancak Kuran'da ve Peygamber Efendimiz
(sav)’in sünnetinde bildirilen din ahlakını tam olarak yaşamasıyla mümkündür.
Bu
önemli gerçeği göz ardı ederek din ahlakından uzak yaşayan kimseler ise
"cahil" bir toplum oluştururlar. Fakat bu cahillik yaygın olarak
kullanılan anlamından tamamen farklıdır. Bu kimseler görgü, kültür ya da tahsil
bakımından kendilerini geliştirmiş kişiler olabilirler. Ya da bilimin birçok
dalında uzmanlaşmış, yüzlerce kitap okumuş, sayısız buluşta bulunmuş ve hatta
bu birikimleriyle yaşadıkları döneme isimlerini yazdırmış kimseler de
olabilirler. Ancak bu insanların ne konumları, ne birikimleri, ne ürettikleri
formüller, ne de okudukları kitaplar içerisinde bulundukları cehaleti gidermeye
yeter. Çünkü söz konusu olan cahillik, bu kimselerin Yaratıcımız olan Allah'ı
tanımamaları, O'nun kudretini gereği gibi takdir edememeleri, O'nun
kendilerinden neler beklediğini, Allah'ın hoşnut olacağı umulan ahlak ve
kişilik yapısının nasıl olması gerektiğini bilmemelerinden kaynaklanan bir
cahilliktir. Bu köklü cehalet onların yaşam tarzlarından kişilik yapılarına
kadar hayatlarının her anında olumsuz etkilerini gösterir.
Bu
cahillikten kurtulmanın tek ve kesin çözümü ise, Allah'ın insanlara dünya ve
ahiret hayatına ait tüm sırları ve gerçekleri bildirdiği ve bilmediklerini
öğrettiği Kuran'a ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetine yönelmeleridir. Aksinde
ise, tek bir kaynak, tek bir doğru ve tek bir din kavramı olmayacağı için,
ortaya binlerce batıl inanç ve karakter çıkar. Bu farklı karakterleri taşıyan
insanların her birinin yaşama amaçları, idealleri, ahlak anlayışları,
doğruları, yanlışları ve yaşam tarzları da birbirinden ayrıdır. Bu yapılar
birbirlerine kıyasla o kadar büyük zıtlıklar içerir ki, bu kimselerin birarada
uyumlu bir şekilde yaşayabilmeleri çoğu zaman mümkün olmaz. Herkes kendi
düşüncesinin ve kendi yaşam tarzının doğruluğunu savunur ve başkalarınınkini
eleştirir. Birbirlerini beğenmedikleri ve pek çok noktada çeliştikleri için de
zor bir hayat yaşarlar.
Bu
insanlar için tek çözüm ise başta da belirtildiği gibi, din ahlakının sunduğu
güzel hayatı yaşamaktır. Çünkü insanı yaratan Allah, yine onun en ideal hayatı
yaşayabileceği ve herşeyden en çok zevki alabileceği sistemi Kuran'da
bildirmiştir.
İşte bu
kitabın amacı da cahiliye toplumunun ürettiği yaşam tarzlarından ve
karakterlerden belli başlı örnekleri inceleyerek, bu sistemin tüm şekillerinin
kesin olarak "açmazda" olduğunu ortaya koymaktır. Ayrıca cahiliye
toplumunu oluşturan insanların yaşadıkları klasik karakterlerle aradıkları
huzur ve mutluluğa hiçbir şekilde ulaşamadıklarını göstermektir.
Bunun
yanı sıra kitapta, Kuran'da bildirilen mümin karakterinin, cahiliye toplumunun
ortaya çıkarttığı binlerce karakterin hepsinin üstünde olduğu tarif edilecek ve
yine müminin yaşadığı hayatın, cahiliye sistemlerindekinin tam aksine ne denli
mükemmel olduğu ortaya koyulacaktır.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN GENEL YAPISI
CAHİLİYE TOPLUMUNU KİMLER OLUŞTURUR?
Cahiliye
kavramı, "cahil" kelimesinden türeyen ve Kuran'da bildirilen
anlamıyla Allah'ı gereği gibi tanımayan, O'nun sonsuz gücünü ve sıfatlarını
gereği gibi takdir edemeyen, İslam dininde var olan doğrulardan, insanlara
sunduğu üstün ahlak ve karakter yapısından, manevi değerlerden habersiz olan
toplumları tanımlar. Din ahlakının gerçek anlamda yaşanmadığı her topluluk
"cahiliye toplumu" olarak nitelendirilebilir. Bu tarz topluluklar ilk
bakışta birbirlerinden tamamen farklı ve zıt yapılar sergileyebilirler. Bu gibi
kişilerin giyim tarzları, alışkanlıkları, zevkleri ve konuşma üslupları
kendilerine has olabilir. Ancak temel felsefeleri ve inançları ortaktır. Bu
toplulukların her biri, Allah'ın dinini görmezlikten gelen ve herşeyi yaratanın
Allah olduğunu anladıkları halde, O'nun belirlediği şekilde yaşamayan
insanlardan oluşur. Bu insanlar Allah'ın dinini unutup yerine kendi batıl
dinlerini oluşturmuşlardır. Bu batıl dinler temellerini Allah sevgisi yerine
dünya sevgisi üzerine kurmuşlardır. Allah'ın rızasını kazanmak yerine
insanların beğenilerini ve takdirlerini kazanmaya çabalarlar. Allah'a şükretmek
ve yalnızca O'ndan yardım dilemek yerine, insanlara minnet duyup onlara bağımlı
tavırlar geliştirirler. Yine tüm gücün tek sahibinin Allah olduğunu unutarak,
yalnızca O'ndan korkmak yerine insanlardan ve onların koydukları kurallardan
korkar olmuşlardır.
Ancak
cahiliye toplumu denince akla sadece Kuran ahlakından tamamen habersiz insanlar
gelmemelidir. Bu insanların bir kısmı hak dini çok yakından tanıdıkları halde
yine de içerisine düştükleri bu cehaletten çıkamazlar. Bu kimseler Allah'ın
emrettiği bazı ibadetleri uyguladıkları halde, Kuran ahlakını ve mümin
karakterini yaşamaya yanaşmazlar. Bunun nedenleri ise bu kimselerin temelde
kalplerini Allah'a bağlamamış olmaları ve bilinçaltlarında ahiretten kuşku
içinde olmalarıdır. Dünyaya duydukları sevgi, Kuran dışı karakterler
geliştirmelerine ve din ahlakını tanıdıkları halde cahiliye toplumunun
cehaletinden kurtulamamalarına sebep olur.
Dünyanın
dört bir yanında birbirinden tamamen bağımsız ve birbirlerine tamamen zıt bakış
açıları içerisinde yaşayan bu topluluklarda, ortak bir yaşam ve bir inanç şekli
gözlenmektedir. Bu nedenle cahiliye toplumunda yaşanan insan karakterlerine
değinmeden önce, bu farklı karakterlerin altında yatan ortak felsefeyi ve ortak
batıl inançları incelemekte fayda vardır.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN YAŞAMA AMACI VE İDEALLERİ
Cahiliye
toplumunun geneline yön veren ortak bir amaç vardır; dünya hayatından, sınır
tanımadan maksimum oranda fayda elde edebilmek... Dünyanın her neresine
gidilirse gidilsin, bu ortak amaçtan sapılmadığı, zengin fakir, köylü şehirli,
büyük küçük demeden cahiliye toplumunun her üyesinin bu ideal doğrultusunda
hareket ettiği görülür. Çünkü cahiliyenin çarpık inancına göre hayat ölümle
sınırlıdır. Oldukça kısa olan ve hızla gelip geçen bu hayatı dünya
standartlarına göre en iyi şekilde değerlendirmek ise bu insanların inançlarına
en uygun olan davranış şeklidir.
Oysa bu
tamamen batıl bir inançtır. Çünkü dünya hayatı bir imtihan ortamı olarak
yaratılmıştır. Allah dünya hayatını insanlara özellikle çekici gelecek şekilde
yaratmış ve pek çok nimetle süslemiştir. İnsanların kimisi bu güzelliklerin
Allah'tan olduğunu bilecek ve bu geçici nimetleri O'na şükrederek kullanacak,
asıl amacı ise dünya hayatında Allah'ın hoşnutluğunu kazanacağı işler yaparak
ahireti kazanmak olacaktır. Kimi insanlar da dünya hayatının bu sahte süslerine
aldanacak ve tüm bunların Allah'tan olduğunu unutarak ahiret hayatını göz ardı
edecektir.
İşte cahiliye
toplumu, bu ikinci alternatifi seçip tüm ideallerini sadece dünya hayatı
üzerine kuran kimselerden oluşur. Söz konusu kişilerin ileriye yönelik
planlarının hiçbirine ahiret hayatı dahil değildir. Allah onların bu
tercihlerinin sebebini ise bir ayette şöyle açıklamıştır:
Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha
sevimli bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkar eden bir topluluğu hidayete
erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl Suresi, 107)
Ayette
de bildirildiği gibi, dünya hayatı bu insanları aldatır ve daha sevimli
görünür. Allah'ın insanlara bir nimet ve bir deneme olarak yarattığı tüm
imkanlar cahiliye insanlarını kandırır. Ve onlar da Allah'a karşı yükümlü
oldukları sorumlulukları unutarak bu hayata dalıp giderler.
Cahiliye
insanlarını bu şekilde tutkuyla oyalayarak gaflete sürükleyen konular ise belli
başlıdır. İyi bir hayat yaşayabilmek, zengin olabilmek, itibar ve mevki edinip
toplumda saygın bir yere gelmek, iyi bir evlilik yapıp övünebilecek çocuklara
sahip olmak… İşte cahiliye insanının sonsuz ahiret hayatına tercih ettiği
konular bunlara benzerdir.
Elbette
tüm bunlar her insanın dünyada sahip olmak isteyeceği meşru nimetlerdir. Ancak
cahiliye insanının burada içerisine düştüğü büyük bir yanılgı vardır. Bu gibi
kişiler, tüm bunların gerçek sahibinin sadece Allah olduğunu, bu nimetleri
Kendisi'ne şükrederek kullanmaları için verdiğini ve asıl hedeflenmesi gereken
hayatın ahiret olduğunu unuturlar.
Cahiliye
insanlarının bu gerçeklerden uzak yaşamaları ise, onlara basit ve sıradan bir
dünya oluşturur. Dünya üzerindeki birçok insan bu belli başlı birkaç idealin
peşindedir. Herkesten daha üstün olabilmek, daha fazla para kazanabilmek ve
dünyadan daha fazla yararlanabilmek için çoğu zaman pek çok ahlaki ve insani
özelliklerinden rahatlıkla taviz verebilirler. Bu da onlara sandıkları gibi iyi
bir hayat değil, aksine zor bir hayat getirir. Ellerinde dünya hayatında değer
gören ne kadar çok nimet olursa olsun, geliştirdikleri bu kötü karakter
nedeniyle bu nimetlerden umdukları zevki alamaz ve bunları kendi lehlerinde
kullanamazlar. İçerisine düştükleri çıkar savaşı bunu engeller. Nimetlerin
sadece kendilerine ait olmasını isterler ve bu konuda delice bir hırsa
kapılırlar. Bu da onlara ellerindekiyle yetinemeyen tatminsiz bir karakter
getirir.
Bu hırs
ve yarış içerisinde dünya hayatının nimetlerinden daha da fazla istifade
edebilmek için koşuştururlarken, yavaş yavaş hastalıklarla ve yaşlılık
alametleriyle karşılaşmaya başlar ve bir süre sonra ölüm gerçeği ile
yüzleşirler. Bu aşamadan sonra ise dünyadakinin aksine, para, mevki ve itibar
gibi kavramların hiçbir işe yaramayacağı ve sadece Allah'ın rızasını kazanmak
için harcanan çabaların karşılık göreceği ahiret hayatı ile karşılaşırlar.
Ayetlerde bu gerçek ile karşılaştıklarında, hayatları boyunca Allah'a yönelmeyi
göz ardı edenlerin ebedi pişmanlıklarından şöyle bahsedilir:
O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler
dileyecekler. Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel
oyalayadursun. İleride bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)
CAHİLİYE TOPLUMUNUN ALLAH İNANCI
Cahiliye
toplumunu oluşturan insanların tümünün yaşam stili ve dünyaya bakış açıları bir
değildir. Aralarında din ahlakını hiç bilmeyen insanlar olduğu gibi, din
ahlakını tanıyan ve Allah'ın pek çok hükmünden haberdar olan insanlar da
vardır. Hatta bunların büyük bir çoğunluğu da kendilerine sorulduğu zaman
Allah'a inandıklarını söylerler:
De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:)
Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?" "Allah'ındır"
diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?" De ki:
"Yedi göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak
mısınız?" De ki: "Eğer biliyorsanız (söyleyin:) herşeyin melekutu
(mülk ve yönetimi) kimin elindedir? Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi
korunmuyor." "Allah'ındır" diyecekler. De ki: "Öyleyse
nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?" Hayır, Biz onlara hakkı getirdik,
ancak onlar gerçekten yalancıdırlar. (Müminun Suresi, 84-90)
Ancak
bu kimseler dilleriyle tasdik ettikleri bu gerçeği kalpleriyle reddederler. Bu
nedenle de Allah'a gerçek anlamda iman edip O'nun beğendiği gibi bir hayat
sürmezler. Allah'ın rızasını kazanacak işler yapmak yerine kendi isteklerini
tatmin etmek için yaşarlar. Ağızlarıyla iman ettiklerini söylemeleri ise vicdanlarının
açıkça bu gerçeği görmesi nedeniyledir. Dünya üzerinde baktıkları her yerde,
yaptıkları her araştırmada, buldukları her yeni detayda kendilerine ait olmayan
üstün bir akılla karşılaşırlar. Dünyadaki hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya
çıkmış olamayacağını, en ince detayına kadar her varlığı üstün bir Yaratıcı
olan Allah'ın yaratmış olduğunu anlarlar. Tüm olayların sadece Allah'ın kudreti
ve hakimiyeti altında yürütüldüğünü açıkça görürler. Bu nedenle de vicdanen
Allah'ın varlığını tasdik ederler. Ama buna rağmen din ahlakını yaşamaya
yanaşmamalarının nedeni ise Kuran'da şöyle açıklanmıştır:
Vicdanları kabul ettiği halde, zulüm ve
büyüklenme dolayısıyla bunları inkar ettiler. Artık sen, bozguncuların nasıl
bir sona uğratıldıklarına bir bak. (Neml Suresi, 14)
Cahiliye
toplumundaki insanların bir kısmı da Allah'ı açıkça inkar etmeye kalkışır.
Onlar da içinde yaşadıkları evrendeki kusursuz düzenin rastlantılar sonucu
ortaya çıkamayacağını bilir. Fakat bu kimseler vicdanlarını tamamen
kapatmışlardır. Bu konuda kendileri için geliştirdikleri çözüm ise Allah'ın
varlığının delillerini görmezlikten gelmeye ve düşünmemeye çalışmaktır. Onları
her zaman doğruya yöneltmeye çalışan vicdanlarını susturabilmek için de
birtakım mazeretler öne sürerler. Fakat bu mazeretlerinin hiçbir açıklaması
yoktur. Bunlar sadece inkarlarına bir kılıf bulmaya yöneliktir.
CAHİLİYE TOPLUMUNUN ÖLÜM VE AHİRET İNANCI
Cahiliye
toplumunun büyük bir çoğunluğu ahiretin varlığından haberdar olduğu halde,
düşünmeyerek bu gerçekten kendilerince kaçmaya çalışırlar. Bu kimseler dünya
hayatının geçiciliğini de görmezden gelirler. Çünkü cahiliye inancının temeli
dünyadaki yaşantı üzerine kuruludur. Kişilerin tüm idealleri, istekleri sadece
dünyaya yöneliktir ve buna bağlı olarak tatmin buldukları şey de yine dünyaya
yönelik menfaatlerdir. Dünyaya olan bu bağlılıkları nedeniyle, buradaki yaşamı
sanki hiç son bulmayacakmış gibi değerlendirirler. Ayette "...
Öyle ki, ömür onlara (hiç bitmeyecekmiş gibi) uzun geldi..." (Enbiya Suresi, 44) ifadesiyle belirtildiği
gibi, ölümün varlığına inanmak istemez ve dolayısıyla da ahireti hiç akıllarına
getirmezler. Çünkü ahireti düşünmek, dünyaya büyük bir hırsla bağlanmalarına
izin vermeyecektir.
Oysa, "Bu
dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir bilselerdi" (Ankebut Suresi, 64) ayeti ile Allah, dünya
hayatının "tutkulu bir oyalanmadan" ibaret olduğunu ve asıl hayatın
ahiret olduğunu bildirmektedir. Nitekim dünya hayatının bir oyalanma olduğunu
cahiliye toplumu insanları da bilirler.
Ancak
buna rağmen akılcı bir kıyas yaparak samimi düşünmeye de yanaşmazlar. Ahirete
iman etmekle kayıp içerisine girmeyeceklerini aksine kazançlı çıkacaklarını
anlamak istemezler. Çünkü ahirete iman ettiklerinde, dünyadaki nimetlerden
mahrum kalmayacaklardır. Aksine tüm bunlardan en güzel şekilde istifade
edebilecekleri gibi, Allah'ın hoşnutluğunu ve sonsuz cenneti kazanmayı da
umabileceklerdir. Ve cennette, bıkma, usanma ya da monotonluk gibi kavramların
yaratılmadığı, sonsuz güzellikteki, sonsuz çeşitlilikteki nimetler içerisinde,
sonsuz bir hayat yaşayacaklardır. Yani ahireti isteyen kimseler hem dünyayı hem
de ahireti kazanmış olacaklardır. Ama sadece dünyaya razı olanlar, ahireti
kesin olarak kaybedeceklerdir:
... O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte
bu, apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)
Böyle
bir kıyas yapıldığında ise hangisinin kayıp hangisinin kazanç olduğu son derece
açık olarak görülecektir. Ama cahiliye toplumu insanları gereği gibi
düşünmedikleri için bu gerçekleri kavramakta zorlanırlar. Çünkü onların
yüzeysel bakış açılarına göre dünya halihazırda ellerinin altındadır, ahirete
ise kesin bir inanışla inanmadıkları için tereddüt ederler. Allah Kuran'da
cahiliyenin bu tereddütüne şöyle cevap verildiğini bildirmektedir:
Size verilen herhangi bir şey, dünya
hayatının metaı (kısa süreli faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha
hayırlı ve daha süreklidir... (Şura Suresi, 36)
... Onlar ise dünya hayatına sevindiler.
Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız mutluluk yanında geçici) bir
meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Ancak
cahiliye insanları sırf dünyaya olan bağlılıklarından vazgeçmemek için
ayetlerde açıklanan bu gerçeği düşünmek istemezler. Aksine kendilerini
kandırabilmek ve vicdanlarını rahatlatabilmek için çarpık mantıklar öne
sürerler. Tarih boyunca her peygamber gönderildiği topluluğa ahiret hayatının,
cennetin ve cehennemin varlığını bildirerek henüz vakitleri varken onları
uyarmıştır. Ancak bu insanların çoğu, elçilerin uyarılarına kulak vermemiş ve
ayetlerde bildirildiği üzere, "çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim
diriltecekmiş?" (Yasin
Suresi, 79), "...biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten
sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?..." (Secde Suresi, 10) ya da "...
öldüğümüz, bir toprak ve bir kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz mi
diriltilecek mişiz? Andolsun, bu tehdit bize ve bizden önceki atalarımıza
yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir." (Müminun Suresi, 82-83) şeklinde tepkiler
vererek ahiretin varlığını reddetmişlerdir. Allah onların bu inkarlarına şöyle
cevap vermiştir:
De ki: "Onları, ilk defa yaratıp-inşa
eden diriltecek. O, her yaratmayı bilir." (Yasin Suresi, 79)
Gökleri ve yeri yaratan, onların bir
benzerini yaratmaya kadir değil mi? Elbette (öyledir); O, yaratandır, bilendir.
Bir şeyi dilediği zaman, O'nun emri yalnızca: "Ol" demesidir; o da
hemen oluverir. (Yasin Suresi, 81-82)
Görüldüğü
gibi, cahiliye insanları inansalar da inanmasalar da cennet ve cehennemin
varlığı inkar edilemez bir gerçektir. İnanmamakla kendi kendilerini ciddi
anlamda aldatırlar. Bu açık gerçekle karşılaştıklarında ise, artık herşeyin
farkındadırlar:
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün,
(onlara şöyle denir:) "Bu gerçek değil miymiş?" Onlar:
"Rabbimize andolsun, evet (öyledir)" derler. (Allah da:)
"Öyleyse inkar ettiklerinizden dolayı azabı tadın" dedi. (Ahkaf
Suresi, 34)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA İNSAN KARAKTERLERİ
Cahiliye
toplumu bireylerinin Kuran ahlakından uzak bir hayat sürmeleri, onları
hayatlarının her safhasında büyük yanılgılara ve zorluklara sürükler. Bu
yanılgılardan en şiddetlisini ise kuşku yok ki kendi üzerlerinde yaşarlar.
Çarpık mantık örgüleri ve Kuran'a uymayan değerlendirmeleri nedeniyle bu toplumda
gelişen karakterlerin hiçbiri huzura ve mutluluğa ulaşamaz.
Cahiliye
insanlarının daha çocukluk yıllarından itibaren kendilerine model olarak
seçtikleri birileri mutlaka vardır. Büyüdüklerinde hep onlar gibi olmayı
hedefler, onların tavırlarını ve yaşam tarzlarını taklit etmeyi akıllarına
koyarlar. Bu, kimi zaman anneleri babaları, ablaları ya da ağabeyleri, kimi
zaman da yakın çevrelerinden tanıdıkları bir ahbapları, komşuları ya da
televizyon kanalından görüp beğendikleri biri olabilir. Özenilen bu kimlik,
kişinin yaşadığı ortama, hayat şartlarına, semte ve kültür düzeyine göre
farklılıklar gösterir. Kimi en mükemmel yaşam biçiminin asi ve sorumsuz bir
yapı ile elde edileceğine inanırken, kimisi de yine çevresinden aldığı
telkinlerle en geçerli kişilik yapısının ancak kibirli ve soğuk bir yapı
gösterilerek elde edilebileceğine inanır.
Ama
özendikleri bu modele ulaştıklarında olayın hiç de dıştan göründüğü gibi
olmadığını anlarlar. Bundan sonra da tüm yaşamlarını gerçek anlamda ruhlarını
tatmin eden bir hayatı aramakla geçirirler. Ama bu arayışın sonu gelmez.
Yaşları ilerleyip, hayat şartları ve çevreleri değiştikçe, özendikleri
kimlikler de değişir. Moda olan her stilden, ortaya atılan her yeni akımdan
etkilenir ve aradıkları huzuru bir ihtimal bu karakterlerde bulabileceklerini
umarak bunları da bir bir denerler. Cahiliye insanlarının yaşadığı bu kimlik
arayışı ölümlerine dek sürer. Ama bir türlü rahat ettikleri ve yaratılışlarına
uygun olan karakteri ve yaşam tarzını bulamazlar. Çünkü denedikleri her sistem,
yine ancak cahiliye inancının bir ürünüdür.
Kimileri
de belli bir yaştan sonra, belirli bir karakteri muhafaza ederler. Ama bu,
onların aradıkları modeli bulup mutlu bir hayat yaşamalarından kaynaklanmaz.
Aksine sorunun cahiliye sistemi içerisinde çözümsüz olduğunu anlayıp,
durumlarını kabul etmelerinden kaynaklanır.
İşte
ilerleyen sayfalarda cahiliye toplumlarında hakim olan bu karakterler genel
anlamda sınıflandırılarak tanıtılmaya çalışılacak ve bu kimselerin nasıl zor
bir hayat yaşadıkları ortaya konulacaktır. Bu önemli gerçek vurgulanırken, bir
yandan da açmazda olan cahiliye karakterleri ile mümin karakteri arasındaki
büyük fark görülecektir. Böylece cahiliye sistemini yaşayan insanların her ne
yolu denerlerse denesinler büyük bir "kayıp" içerisinde oldukları ve bu kayıptan
kurtulmalarının tek çözümünün mümin ahlakını yaşamak olduğu bir kez daha
hatırlatılacaktır.
Ancak
bundan önce önemli bir noktayı hatırlatmakta fayda vardır: Burada ortaya
konulan insan karakterleri cahiliye toplumlarının genel ortalamasını temsil
etmektedir. Elbette ki toplumda çeşitli sebeplerden dolayı bu genellemelere
uygunluk göstermeyen istisna kişiler de vardır. Böyle kişiler belirli şartlar
altında olup da, o şartların gerektirdiği karakter yapısının hiçbir özelliğini
taşımayabilirler. Bu nedenle cahiliye insanlarının tümünün bu anlatılan
karakterleri benimsediğini söyleyemeyiz. Burada asıl dikkat çekilmek istenen de
bireyler değil, toplumun geneline hakim olan ve cahiliye sisteminin
çarpıklığını ifade eden karakter yapılarıdır.
CAHİLİYE TOPLUMUNDA KADIN KARAKTERLERİ
Cahiliye
toplumunda adı konulmayan ama sessizce tüm insanları yönlendiren bir güç
vardır. Bu gibi toplumlarda yaşayan insanların birçoğu doğduğu andan itibaren
kendisini bu yönlendiriciye teslim eder ve tüm hayatını onun belirlediği
şartlar doğrultusunda düzenler. Bu güç cahiliye insanına öylesine hakimdir ki,
çoğu zaman insanlar kendi istekleri ve beklentilerine ters düştüğü halde, yine
de onun kurallarının dışına çıkmaz ve her ne olursa olsun, ona karşı sadakat
gösterirler.
Peki
cahiliye insanlarını bu denli sıkı bağlarla kendisine bağlayan ve kayıtsız
şartsız yönlendirebilen bu güç nedir?
Bu,
başta da belirtildiği gibi, adı konulmamış, ama cahiliye insanlarının kendi
aralarında "gelenek" şeklinde ifade ettikleri batıl kurallar bütünüdür. Bu kuralları kimin
belirlediği, bunların doğru ya da geçerli olup olmadığı ise meçhuldür. Kimse
kolay kolay bu kuralları sorgulamaya ya da değiştirmeye cesaret edemez. Böyle
bir işe kalkışana da iyi bir gözle bakılmaz ve çoğu zaman da kuralları
çiğnediği, düzeni bozduğu düşünülen kişilere karşı tavır alınır.
Şiddetle
benimsedikleri ve sımsıkı bir bağ ile bağlandıkları bu kuralların yanlış
olabileceği kendilerine anlatılmak istendiğinde ise tüm bunların kendilerine önceki
nesillerden miras kaldığı, dolayısıyla da vazgeçilmez olduğu cevabını verirler.
Neyi neden yaptıklarının sorgulamasını yapmak onlara göre gereksiz bir
girişimdir, çünkü onlar öncekilerden öyle görmüşlerdir. Cahiliye toplumunun bu
çarpık bakış açısını ifade eden ayetlerden biri şöyledir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın
indirdiklerine uyun" denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı
üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının
aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Cahiliye
toplumunda her insanın yaşaması gereken karakter ve yaşam tarzı bu batıl ve
kalıpçı gelenekler doğrultusunda önceden belirlenmiştir. Sözgelimi çocuk, daha
olgun bir karaktere sahip olsa da, çocuk gibi davranmalıdır. Kendisinden
beklenen tavırlar, konuşmalar, günlük yaşayış şekli bellidir. Bunların aksine
bir davranış ise yadırganır.
"Kadın karakteri" de aynı şekilde kadınlar için toplum
tarafından seçilip beğenilen özelliklerden oluşur. Cahiliye toplumu kadınları
bu kimliği kabul etmiş ve bu ana karakter içerisinde alt karakterler
geliştirmenin ötesine gidememişlerdir. Oysaki cahiliyenin belirlediği kadın
karakteri baştan sona çarpıklıklarla doludur.
Bu
çarpıklıklardan en önemlisi kuşku yok ki, kadının beden olarak erkekten güçsüz
olması nedeniyle, karakter olarak da zayıf olması gerektiği şeklindeki
inançlarıdır. Kız çocuklarını, daha çok küçük yaşlardan itibaren bu telkinle
yetiştirirler. Cahiliye toplumunun kendilerine uygun gördüğü karakteri sorgusuz
sualsiz kabul eden kadınlar da bu telkinin etkisiyle zayıf bir kişiliğe
bürünürler. Kendilerini, asla bir erkek gibi güçlü ve dayanıklı
olamayacaklarına inandırmışlardır. Kadınların büyük çoğunluğu hiçbir zaman için
sığınılan, koruyan, kollayan konumunda olmayı düşünmemişler, çocukluklarından
itibaren her zaman kollanan, korunan ve bakılan bir kişilik göstermişlerdir. Bu
zayıf karakterin getirdiği duygusallık, ağlama, küsme gibi Kuran ahlakından
uzak tavırları uygulamayı makul karşılamışlardır. Bu karakter cahiliye
toplumunda son derece doğal karşılanan bir yapı haline gelmiştir. Bazı kadınlar
kendilerine uygun görülen bu modeli, bu kişiliğin kötü yönlerini ve kendi
yaşamlarına getirdiği kayıpları hiç hesaba katmadan ve dolayısıyla kendilerini
geliştirme gereği duymadan benimsemişlerdir.
Cahiliye
toplumunun bu karmaşık sisteminin yanında Kuran'da tarif edilen yol ise en
sade, en kolay ve en mükemmel olanıdır. Mümin olan bir kimse için kadın ya da
erkek karakteri gibi bir ayrım söz konusu değildir. Bu nedenle kadın, kadın
kimliğinden önce Müslüman kimliğini taşır. Karakterini cinsiyetine göre değil,
Kuran'da Allah'ın bildirdiği ahlaka göre belirler. Kuran'da tek bir mümin
karakteri tarif edilir. Kadın ya da erkek her insan Allah'ın emrettiği bu ahlak
ve kişiliği yaşamakla yükümlüdür. Bu bilinç ile yaşayan mümin bir kadın da
güçlü, dengeli ve üstün bir karaktere sahip olur.
Mümin
kadının bu karakteri ile, cahiliye geleneklerinin etkisinde gelişen "kadın
karakterleri" kıyaslandığında, Kuran'da tarif edilen ahlakla şekillenen bu
üstün kişiliğin farkı açıkça ortaya çıkar.
Cahiliyede Ev Kadını Karakteri
Cahiliye
toplumunun atalarından miras aldığı ve titizlikle uyguladığı karakterlerin
başında "ev kadını karakteri" gelir. Bu karakter toplumun neredeyse hemen
hepsi tarafından çok iyi bilinmekte ve hangi kültüre dahil olursa olsun
dünyanın dört bir yanındaki kadınların büyük çoğunluğu tarafından
uygulanmaktadır.
Bu
karakter neredeyse her kız çocuğunun, çocukluk yıllarından itibaren özendiği ve
bir gün mutlaka yaşamak istediği bir modeldir. Bu konuda onlara örnek teşkil
eden en yakın insan da anneleridir. Annelerini ve çevrelerindeki diğer
kadınları gözlemlemeleri sonucunda, yetişkin bir kadının nasıl bir kişilik
sergileyeceği, hayatını hangi idealler üzerine kuracağı ya da günlerini nasıl
geçireceği konusunda çocukların akıllarında yavaş yavaş bir model şekillenmeye
başlar. İyi bir evlilik yapabilmek, güzel bir ev sahibi olup, sağlıklı çocuklar
dünyaya getirmek, bir yandan akraba ve arkadaş ziyaretleri, kadın kadına
yapılan çay toplantıları bir yandan çocukların yetiştirilmesi, alışveriş, ev
temizliği, ve benzeri işler bu modelin temel karakter yapısını oluşturur.
Elbette bir insanın iyi bir evlilik yapması, iyi bir aile hayatına sahip olması
bir güzellik ve nimettir, müminler de bu nimete sahip olmak isterler. Ancak
burada yanlış olan Allah'ın bildirdiği ahlakı ve tavrı benimsemeden, büyük bir
dünyevi hırsla bunlara sahip olma tutkusudur.
Dünyaya
dair henüz pek birşey bilmeyen çocuklar tüm bu uğraşıların bir kadın için
olabilecek en ideal hayatı oluşturduğunu sanırlar. Ve herhangi bir sorgulamaya
tabi tutmadan ileride mutlaka bu hayatı yaşama konusunda kararlarını verirler.
Nitekim bu kararlarını uygularlar da.
Bir
insanın eviyle ilgilenmesi elbette ki kötü ya da kınanacak bir davranış değildir.
Ancak insanın tüm dünyasının sadece dört duvarla sınırlı olması ve
ideallerinin, zevklerinin, alışkanlıklarının, sorunlarının ve ufkunun da yine
aynı dört duvar arasına sıkışmış olması ve yaşamının Kuran'da bildirilen gerçek
amacını unutması yanlıştır. Nitekim bu kimseler yaşadıkları mekan ile birlikte
düşüncelerini de sınırlar ve küçük bir dünyada yaşamaya başlarlar. Küçük
hedefleri, küçük amaçları, küçük beklentileri, küçük hesapları olur. Kuran'da
tarif edilen, Allah'a karşı kulluk görevini en iyi biçimde yerine getiren,
Allah'ın hoşnutluğunu kazandıracağı umulan tavır ve davranışların en çoğunu
yapmayı hedefleyen, sürekli Allah'a yönelip dönen, devamlı ahiret yurdunu anan
müminlerden tamamen uzak bir karaktere sahip olurlar.
Cahiliye
toplumundaki ev kadını modelinde, en önemli konular; kendileri, aileleri,
çocukları ve geleceğe yönelik planlarıdır. Orta halli bir ailede bu planlar
kira ödemekten kurtulup ev sahibi olmak, elektrik, su faturasını ya da
çocuklarının okul masraflarını karşılayabilmek, hatta belki bir gün bir araba
sahibi olmak ya da evin eşyalarını yenilemek olabilir. Ancak daha iyi şartlarda
yaşayan bir ev kadınının idealleri de en az bunlar kadar sınırlıdır. Bu
kimselerin planları da yine aynı şekilde evleri, aileleri ya da çocukları
üzerine kurulmuştur. Arkadaşları arasında evinin güzelliğiyle, çocuklarının
hangi kolejlerde okuduklarıyla ya da eşlerinin kendilerine aldığı arabayla
sükse yapabilmek, bu kimselerin hayatlarına anlam katan en önemli konulardır.
Tekrar belirtmek gerekir ki, burada sayılanların tümü elbette ki gerekli
işlerdir, ancak cahiliye kadınlarının hatası, sıralanan bu birkaç küçük zevk
dışında yüksek bir ideal edinmemiş olmalarıdır. Yoksa yaşadıkları bu hayatı
yüksek bir ruh ve büyük idealler üzerine kurmuş olsalar, hatta aynı şartlarda
dahi bulunsalar bu karakterde sıkışıp kalmazlar. Bunun en güzel örneklerini
mümin kadınlarda görmek mümkündür.
Allah'a
iman eden bir insanın kadın olsun, erkek olsun ufku geniş, idealleri büyüktür.
Mümin karakterini taşıyan bir kadın sadece evinin, ailesinin ya da
akrabalarının değil, tüm dünyanın sorumluluğunu üstlenmiştir. Gerektiğinde o da
dört duvar arasında oturabilir, ev işi yapıp arkadaş toplantıları
düzenleyebilir, ama düşüncelerini, hedeflerini ya da yükümlülüklerini asla bu
mekan ile sınırlamaz. Küçük hedeflerin peşinden koşan küçük bir insan olmayı
kesinlikle kendisine yakıştırmaz ve kabullenmez. Oturduğu yerden tüm dünyanın
sorunlarına çözümler arar, fikirler geliştirir, kilitlenen noktaların
açılmasını sağlar ve en önemlisi de tüm bunlardan kalıcı sonuçlar elde eder.
Toplumun
kendisi için belirlediği modelde takılıp kalan ve bundan öteye gitmeyi
hedeflemeyen cahiliyedeki ev kadını hayatını kendisi için çizilen sınırlar
içerisinde geçirir. Bunun en önemli sebeplerinden biri dünyanın yaşanacak tek
yer olduğunu zannetmesi, ahiretin ve Allah'a hesap vereceği günün yaklaşmakta
olduğunu göz ardı etmesidir. Elbette ölümden sonrasını düşünmeyen bir insanın
tüm yaşamı da bu kısa dünya hayatına yönelik çıkarlar elde etme çabası içinde
geçer. Ve böyle bir insan çevresindeki kişilerin belirlediği kuralların dışına
çıkmadan yaşamaya çalışır. Allah'ın rızasını değil, çevresindeki yüzlerce
insanın rızasını arar. İşte bunun sonucu da, cahiliyenin ilkel yaşam tarzıdır.
Bu yaşam tarzının temel prensipleri ise belli başlı şeylerden oluşur.
Neden ev kadını olmaya özeniyorlar?
Ev
kadını denince herkesin gözünde belli bir insan tipi canlanır. Sabahları
erkenden kalkıp, kocasını ve çocuğunu uğurlayan, evi toplayıp temizleyen,
çamaşır yıkayan, ardından akşam yapacağı yemeği düşünen ve gününün çoğunu da
mutfakta yemek yaparak geçiren bir kadın. İşte klasik olarak herkesin ev kadını
denince aklına gelen özellikler bunlardır. Bir kadının tüm bunları yapmasında
hiçbir mahsur yoktur, doğal olarak pek çok mümin kadın da hayatının belli
vakitlerinde bu işleri yapmaktadır. Ancak aynı işleri yapan mümin bir kadınla,
cahiliye ahlakı içinde olan bir kadını ayıran şey, bu faaliyetleri yaparkenki
ahlakları, düşünceleri ve niyetleridir. Mümin kadın kocası ve çocukları için
yemek yaparken de, evini temizlerken de sadece Allah'ın rızasını umarak ve
Allah'ın rahmetini dileyerek bunları yapar. Ve hiçbir zaman fikri, düşüncesi,
olayları değerlendiriş şekli sadece bu işlerle sınırlı bir dünyadan ibaret
değildir.
Bir çok
insan için bir ev kadınından beklenen işler, hem yorucu hem de sıkıcı
faaliyetlerdir. Ancak buna rağmen cahiliye toplumlarında yaşayan ve çalışan
kadınların çok büyük bir bölümü bir gün aynı şartlarda olabilmenin hayallerini
kurarlar. Peki insana ahirette fayda sağlamayacak bu hayat şeklini bazı
kişilere bu denli cazip kılan şey nedir? Sadece gelenek olduğu için mi buna
özenilir? Yoksa hayatlarına bir renk katmak için mi?
Bu
seçeneklerin hepsi doğru olabilir. Ancak bu hayatın cazip görülmesinin
sebepleri bu kadarla da sınırlı değildir. Bu sebepler kişilere, şartlara göre
değişkenlik göstermekle birlikte genellikle çoğu kişi için ortak birkaç başlık
altında toplanır.
Bunlardan
en önemlilerinden biri, genç kızların birçoğunun evlilikle birlikte kişisel
özgürlüklerini elde edeceklerine olan inançlarıdır. Senelerce ailelerinin
gözetiminde ve onların koymuş olduğu kurallar altında yaşayan gençler bu
durumun değişmesinin en kısa ve en kolay yolunun evlilik olduğunu düşünürler.
Bu nedenle de çoğu zaman uygun buldukları ilk insanla evlenirler. Yoksa
cahiliye kadınları bir yandan özenmekle birlikte diğer yandan da evliliğin
getireceği zor şartların farkındadırlar. Ama sadece kendilerinin söz sahibi
olup, kendi kurallarıyla diledikleri gibi yaşayacakları bir hayatın özlemi bu
zorluklara aldırmamalarına neden olur. Ancak evlilikle birlikte kadınların
üzerine daha önce belki de hiç ilgilenmedikleri konularda hem maddi hem de
manevi açıdan pek çok sorumluluk yüklenir. Ayrıca her zaman kendi kurallarıyla
yaşamaları ya da özgür hareket etmeleri gibi bir durum da söz konusu olmaz.
Çünkü cahiliye sisteminde genellikle eve hakim olan taraf erkektir ve kadının
tüm hayatını kendi kuralları ve kendi inançları doğrultusunda yönlendirir.
Dolayısıyla değişen pek bir şey olmaz. Ailelerinin yerini artık eşleri
almıştır.
Bazı
kişilerin ev kadınlığına özenmelerinin altında yatan bir başka önemli sebep de
evliliğin sağlayacağı düşünülen maddi imkanlardır. Özellikle de maddi durumu
iyi olmayan bazı ailelerin kızları için evlilik, hayatlarının akışını
değiştirebilmek için en önemli fırsat olarak değerlendirilir. Öyle ki, çoğu
zaman genç kızlar aileleri tarafından "mantık evliliği" yapmaları
konusunda uyarılır ve teşvik edilirler. Bu durumda genç kızın evlilikte ölçü
alması gereken tek kriter para ve zenginlik olur. Ahlakından, tavrından ya da
kişiliğinden hoşlandıkları bir insanla evlenmektense, kendilerine iyi bir
gelecek sağlayabilecek ya da en azından ailelerinin içerisinde bulunduğu
şartlardan daha iyi bir hayat sunabilecek birini tercih edeceklerdir. Buna
karşılık onlar da gerekirse hayatlarının sonuna kadar erken kalkıp yemek
yapmak, çamaşır yıkamak, ev temizlemek gibi işleri yapmayı göze
alabileceklerdir.
Görüldüğü
gibi, cahiliye kadınlarının çoğunun, zorluklarına rağmen "ev kadını"
modelini seçmelerinin altında yatan asıl sebepler bu tür menfaatlerdir. Bu
yanlış zihniyette olan kadınlar, hem ailelerinin baskısından kurtulacak, hem
yaşam standartlarını artırarak kendilerine iyi bir gelecek sağlayabilecek, hem
de bu şartlardan ailelerini ve akrabalarını da yararlandırabileceklerdir. Ancak
ilk günlerde ağır basan bu menfaatler nedeniyle cazip görünen ev kadınlığı,
Allah rızası gözetilmeden ve karşıdaki kişinin ahlakı önemsenmeden seçilen bir
beraberlik olması nedeniyle, bir süre sonra yerini, monoton, sıkıntılı bir
hayata ve pişmanlığa bırakır.
Cahiliyedeki ev kadını kişiliği
Yetiştiriliş
tarzlarına, yaşadıkları çevreye, ahlak özelliklerine ve sahip oldukları
imkanlara göre değişiklik göstermekle birlikte, yine de cahiliyedeki ev
kadınlarının kişilik yapılarını genel bir çatı altında toplamak mümkündür.
Cahiliye
kadınları toplumun kendilerine empoze ettiği karakterin etkisi altındadırlar.
Çocukluklarından itibaren belki de binlerce ev kadını görmüş ve onların tüm
tavırlarını ve tepkilerini ister istemez bilinçaltlarında muhafaza etmişlerdir.
Kendileri aynı şartlarla karşı karşıya kaldıklarında ise, bu birikimlerini
farkında olmadan hayata geçirir ve bir anlamda da kişiliklerine yön vermesine
izin verirler. Bu nedenle de cahiliyedeki ev kadını karakterlerinin büyük
çoğunluğu ortak bir yapı gösterir. Hepsi de önceki gözlemlerini ve
tecrübelerini hayatlarına geçirirler. Hatta üniversitede okuyan, canlı, geniş
bir arkadaş çevresi olan ve klasik genç kız karakteri taşıyan bir kişi bile
evlendiği günden itibaren bambaşka bir yapıya bürünür. Öyle ki kısa bir süre
önce son derece aktif, dışa dönük bir kişiyken birdenbire "evinin
kadını" havasına girerek, eski arkadaşları tarafından tanınmayacak bir
kişiliğe bürünebilir.
Onlara
bu kişiliği kazandıran asıl etken ise cahiliyenin evlilik sistemindeki
bozukluklardır. Bu, ev kadınlarının kişiliğini incelerken göz önünde
bulundurulması gereken çok önemli bir konudur. İlerleyen sayfalarda
detaylandıracağımız bu kişiliğin şekillenmesinde, yaşanılan evliliğin bir
"cahiliye evliliği" ve karşı tarafın da yine cahiliye toplumunun bir
mensubu olmasının büyük etkisi vardır.
Tüm
bunların etkisiyle, ortaya cahiliye sisteminin tüm çarpıklıklarını üzerinde
barındıran bir kişilik çıkar. Ancak şunu da eklemek gerekir ki, cahiliye
toplumu bu çarpıklıkları yadırgamaz ve bunları olumsuz karakter özellikleri
olarak değerlendirmez. Aksine bunların bir çoğunun makbul tavırlar olduğunu
düşünürler. Çünkü bu kişilere bu karakterleri zaten içinde bulundukları toplum
belirlemiştir ve kendi uygun gördükleri modeli beğenmeleri ve bunda hiçbir
çarpıklık görmemeleri de çok doğaldır.
Duygusal olmaları
Cahiliye
kadınlarının normal karşıladıkları özelliklerden biri de Kuran ahlakına taban
tabana zıt olan duygusallıktır. Duygusallığın kadını tamamlayan ve hatta ona
önemli ölçüde renk katan bir yapı olduğuna inanırlar. Cahiliye toplumunun
kadından beklediği karakter de zaten bunu gerektirir. Onlara göre kadın her
zaman için sığınan, kollanan ve güçsüz olan konumda olmalıdır. Bu nedenle bir kısım
ev kadınları bu telkinlerin de etkisiyle zorlukla her karşılaştıklarında
duygusal bir havaya girmekten hiç çekinmezler. Bunu bir zayıflık olarak görmez,
aksine bu şekilde kendilerine şefkat duyulacağını ve ilgi gösterileceğini
düşünerek kendilerini duygusallığa daha da kaptırırlar. Zaten bu yapıları
çevreden de teşvik görür. Cahiliye sisteminde duygusallaşan bir insana sempati
duyuluyormuş gibi davranılır ve böylece bu tavrı uygulayan kişi istediği sonuca
ulaşmış olur.
Bunun
yanında bazı cahiliye kadınlarında görülen daha şiddetli bir duygusallık türü
vardır ki, kişinin tüm karakterine hakim olmuştur. Yaşanılan huzursuz ortamdan
ve bunun yanında Allah'a ve kadere teslim olunmamasından kaynaklanan bu
duygusallık şekli söz konusu kadınların tüm hayatına yansır. Öyle ki, duygusal
bakış açıları nedeniyle asla sağlıklı düşünemez, akılcı kararlar alamaz ve
mantıklı hareket edemezler. Olayların hep olumsuz yönlerini görür, hep
ezildiklerini düşünür, hatta bu konuda kafalarında duygusal senaryolar kurarak
bu sağlıksız ruh haline daha geniş çaplı bir zemin hazırlarlar. Evliliğe
yönelik hayallerinin bekledikleri gibi gerçekleşmemiş olması, ilk günlerdeki
heyecanlarını, sevgilerini ve saygılarını kaybettiklerini görmüş olmanın
verdiği hayal kırıklığı onları bu ruh haline yöneltir. Bunun bir dışa vurumu
olarak da sürekli gözleri dolan, hüzünlenen, mutsuz bir karakter geliştirirler.
Söz gelimi özenle hazırladıkları yemekler hakkında tek bir iltifat gelmemesi,
yeni alınan bir kıyafetin fark edilmemesi ya da isteklerinin yerine
getirilmemesi hemen duygusallaşmalarına neden olur. Yanlışlıkla söylenen bir
söz, bir espri hatta çoğu zaman tek bir kelime bile akıllarına takılması ve
duygusallaşmaları için yeterlidir. Gün boyu bu olayı unutamaz ve zihinlerinde
sürekli olarak bu konuya dair çıkarımlar yaparlar. Oysaki genellikle ortada
hiçbir şey yoktur ve hatta belki de karşı taraf kullandığı bu kelimenin
farkında bile değildir. Ama duygusallığı kişiliğinin bir parçası olarak
benimsemiş olan cahiliye kadınlarının muhakemesi, bunu göremeyecek derecede
zayıftır.
Bunun
bir sonucu olarak cahiliye kadınlarının hayatlarına hakim olan bir diğer
özellik de ağlamak olur. Evde gerçekleşen her türlü olay onlar için bir hüzün
ve ağlama vesilesidir. Ailevi geçimsizlikler, çocukların büyütülmesinde
karşılaşılan zorluklar, duygusal diziler ve bunlar gibi pek çok sebep, bu
ahlakın yaşanması için onlara uygun bir zemin oluşturur. Özellikle de çocukları
büyümeye başladıkça, eşleri tarafından ikinci plana atıldıkları izlenimine
kapılır ve çocuklarına her öncelik tanınışında bir yandan sevinir, bir yandan
da kendileri adına üzülerek duygusallaşırlar. Hatta bu yapıdaki insanlar
duygusal olma konusunda o kadar ısrarlıdırlar ki, bulundukları ortamda sıkıntı
verici bir şey olmasa bile ağlayacak, üzülecek bir konu bulabilirler. Örneğin
televizyonda seyrettikleri bir dizide rol gereği ölen bir insanın ardından
dakikalarca gözyaşı dökebilir veya 10 sene önce arkadaşlarıyla dinledikleri bir
müziği duyduklarında aniden duygulanıp ağlamaya başlayabilirler. Bu örnekleri
çoğaltmak mümkündür.
Yaşadıkları
bu ahlak cahiliye kadınlarının çok kısa süre içerisinde hem ruhen hem de
bedenen çökmelerine neden olur. Elbette bu, Kuran ahlakı yerine cahiliye
hayatını seçmeleri nedeniyle yaşadıkları sıkıntının neticelerinden biridir.
Allah Kuran'da insanların ancak Kendisi'ni andıkları, O'na teslim oldukları,
ahirete hazırlık yaptıkları sürece dünyada güzel bir hayat yaşayabileceklerini
ve kalben huzur bulabileceklerini haber vermiştir. Ancak burada tarif ettiğimiz
karakterdeki insanlar kendilerini yaratan sonsuz güç sahibi Allah'ı unutmuş ve
bundan dolayı da büyük bir sıkıntı içine düşmüşlerdir.
Alıngan olmaları
Cahiliyedeki
ev kadını karakterinin belirgin özelliklerinden biri de alınganlıktır. Bu
kişiler bilinç altlarında pek çok korkuyla yaşarlar. İkinci plana atılma, terk
edilme, aldatılma gibi korkular bunların başlıcalarıdır. Cahiliye sisteminin
çürük bir temele dayalı olduğunu bildiklerinden her an bir vefasızlık ile
karşılaşabileceklerini düşünürler. İşte bu nedenle de karşılaştıkları her
olayı, duydukları her sözü bu psikolojiyle değerlendirirler.
Söz
gelimi evlilik yıldönümü, doğum günü vs. gibi önemli bir günün, eşleri ya da
çocukları tarafından unutulmuş olması cahiliye kadınlarının alınganlıkları ve
kaprisli tavırları için çok uygun bir zemin oluşturur. Basit bir unutma vakası
dahi olsa, bu olayın altından anlam çıkarmaya çalışır ve artık
sevilmediklerini, önemsenmediklerini ya da ikinci plana atıldıklarını düşünerek
alınganlık hissine kapılırlar. Bu ruh halleri çoğu zaman büyük tartışmalara ve
gergin ortamlara neden olur.
Mümin
bir kadının karakterinde ise, böyle bir ahlak bozukluğu yoktur. O herşeyden
önce Allah'ın emri dolayısıyla ne insanlar ne de olaylar hakkında bir zanda
bulunmaz. Ortada tam anlaşılmayan bir söz ya da bir tavır varsa bunu mutlaka
netleştirir, karşı tarafın amacını ve niyetini öğrenir ve bu doğrultuda açık
bir tavır koyar. Ama hiçbir zaman için ne olduğunu tam anlayamadığı bir konu ya
da bir söz hakkında tahminlerde bulunarak bunlara dayalı alıngan bir davranış
göstermez. Alınganlık yapmanın Kuran ahlakına uygun olmadığını bilir. Bunun
yanında mümin bir kadının evliliği ya da dostlukları da yine müminlerle
olacağından zaten böyle şeylere sebep verebilecek karmaşık bir durum da
oluşmaz. Çünkü mümin karakteri, sözlerin açık ve doğru konuşulmasını
gerektirir. Allah imalı bir sözden ya da cahiliye ahlakında yer alan "laf
dokundurma" gibi kötü bir ahlaktan müminleri men etmiştir. Görüldüğü gibi,
mümin kadın Kuran'a uyması dolayısıyla böyle bir ahlak bozukluğunun etki
etmediği son derece huzurlu ve güvenli bir yaşam sürer.
Herşeyden şikayetçi
olmaları
Cahiliye
kadınları, yaşadıkları sistemin ve Kuran ahlakından uzak olan karakterlerinin
doğurduğu huzursuzluğu konuşmalarıyla da sık sık dile getirirler. Cahiliye
erkekleri tarafından da gündeme getirilen bu yapı, başta kadınların kendilerine
olmak üzere çevrelerindeki herkese büyük bir sıkıntı verir. Bu tavrı herşeyden
önce ev kadınlığının bir gereği olarak benimsemişlerdir. Onlara göre gün boyu
yemek yapıp, ev temizleyip ve belki de tüm gençliğini, enerjisini bu uğurda
feda eden bir kadın için "söylenmekten" daha olağan bir şey yoktur.
Hatta kendilerince bu, onların en doğal hakkıdır ve çevreleri tarafından da
anlayışla karşılanmalıdır. Onlara göre, yaşadıkları evliliğin monotonluğunu,
hayatın sıkıntılarını, yorgunluklarını en çok tadan kendileridir. Yine kendi
düşüncelerine göre, evli oldukları kimseler bu hayatın daha çok maddi
yükümlülüklerini üstlenmişlerdir. Dolayısıyla da kendileri söylenmeye, şikayet etmeye
ve yakınmaya daha çok hak sahibi olmalıdır. Bu nedenle kimi erkekler de,
kendileri rahatsız olmakla birlikte eşlerinin ancak bu şekilde deşarj
olabileceklerini ve sıkıntılarından ancak bu şekilde uzaklaşabileceklerini
düşündükleri için bu karakteri bir dereceye kadar kabullenirler. Ancak şunu
belirtmek gerekir ki, bu insanlar böyle bir yaşamı kendileri bilerek ve
isteyerek seçmişlerdir. Ama yine de kendi talepleriyle seçtikleri bu yaşantının
her anında şikayet etmekten vazgeçmezler.
Ev
kadınlarında çok sık rastlanan ve artık doğal bir hak olarak görülen bu şikayet
alışkanlığı günlük hayatın her anında kendini belli eder. Küçük büyük herşeyden
şikayet etmek öyle bir alışkanlık haline gelir ki, artık evde tek başına
olduklarında bile kendi kendilerine söylenirler. Bir yandan ters ve sert
hareketlerle evi toplar, bir yandan da dağınıklıklar kime aitse ona
hoşnutsuzluk dolu sözler yağdırırlar. Hatta o anda karşılarına ilk çıkan kişiye
konuyla hiçbir ilgisi olmadığı halde yakınmaya başlarlar.
Bu
söylenme alışkanlıkları, tartışmacı bir karakteri de beraberinde getirir.
Küçücük bir konuyu bile hemen tırmandırır ve büyük kavgalar çıkmasına neden
olurlar. Zıtlaşmaya ve iddialaşmaya çok açıktırlar. Her sözü tersten alır ve
ters cevaplar verirler. Bu kimseler ruhlarında yaşadıkları bu hoşnutsuzluk,
hırçınlık ve gerilim nedeniyle pek çok rahatsızlığa yakalanırlar. Baş ağrısı,
mide ağrısı, uyku bozuklukları ve kısa sürede ortaya çıkan yaşlanma alametleri
bunların en yaygın olanlarıdır. Tüm bunlar yaşadıkları sistemin çarpıklığından
kaynaklanmaktadır. İman zayıflığının ve tevekkülsüzlüğün getirdiği bu ruh
halinden ve sıkıntılardan kurtulmanın ise tek bir yolu vardır: Kuran ahlakına
teslim olmak ve Allah'ın beğendiği şekilde bir hayat sürmek. Yoksa bunun
dışında hangi yol denenirse denensin çıkış imkanı bulunamaz.
Bu kötü
ahlakı yaşayan kadınlar ise çoğunlukla çözümü, doktor doktor gezmekte, her yeni
çıkan ilacı denemekte, psikolojik tedavi görmekte ve kimi zaman da
evliliklerine son vererek bu hayattan tamamen uzaklaşmakta bulurlar. Ama
bunların hiçbiri yaşadıkları mutsuz hayat için gerçek birer çözüm değildir.
Kuran ahlakını yaşamadıkları ve Allah'a samimi bir kalple bağlanmadıkları
sürece, şikayet ettikleri konular, söylendikleri insanlar ya da yaşadıkları
mekan değişse de yaşadıkları sıkıntılarda hiçbir farklılık olmaz.
Cahiliye
kadınlarının pek çoğunda görülen tüm bu ahlak bozukluklarına karşılık mümin
kadının tavrı olumlu ve yapıcıdır. Örneğin "söylenme" gibi bir
alışkanlığın basit bir tavır olduğunu bilir. Görünüşte yanlış giden birşeyler
varsa bile, bunların Allah Katında bir hikmet ile yaratıldığını unutmaz. Bu
nedenle de her ne ile karşılaşırsa karşılaşsın memnuniyetsizlik duymak,
sıkılmak ya da huzursuz olmak için bir neden görmez. En sıkışık olduğu anlarda
bile çevresine karşı mutlaka hoşgörülü, affedici ve müşfik bir karakter
sergiler. Eleştirilmesi gereken birşey varsa bile bunun ancak Kuran'ın emrine
uygun olarak "güzel söz" ile yapılabileceğini ve bu şekilde çok daha
olumlu sonuçlar elde edilebileceğini bilir. Ayetlerde müminin göstermesi
gereken bu tavır şöyle bildirilmiştir:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse,
(İslam'a) uygun olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Görmedin mi ki, Allah nasıl bir örnek
vermiştir: Güzel bir söz, güzel bir ağaç gibidir ki, onun kökü sabit, dalı ise
göktedir. (İbrahim Suresi, 24)
Kullarıma, sözün en güzel olanını
söylemelerini söyle. Çünkü şeytan aralarını açıp bozmaktadır. Şüphesiz şeytan
insanın açıkça bir düşmanıdır. (İsra Suresi, 53)
Kıskanç ve şüpheci
olmaları
Cahiliye
ahlakında kıskançlığın özel bir yeri vardır. Ancak öncelikle şunu belirtmek
gerekir ki, bu özellik cahiliye toplumlarında olumlu bir özellik olarak
algılanır. Kıskançlığı bir sevgi ve bağlılık alameti gibi göstermeye çalışırlar.
Eğer bir insan sevdiği insanı kıskanmıyorsa, onlara göre bu gerçek bir sevgi
değildir. Bu yanlış anlayışa göre insanın karşı tarafın sevgisinden tatmin
olabilmesi için, karşıdaki kişinin tüm insanlar içinde sadece kendisine sevgi
duyması gerekmektedir.
Oysa bu
düşünce son derece hatalıdır. Çünkü herşeyden önce sevgi çok yüksek bir duygu
ve üstün bir ahlak özelliğidir. İnsanın sevgide kıskançlık yapması Kuran
ahlakına uygun düşmez. İnsan sevdiği bir kişiye sevgisini, ona duyduğu sadakat,
bağlılık, şefkat ve ona yönelttiği güzel söz ve tavırlar ile gösterir. Bu da
karşı tarafta sevildiğine dair kesin bir kanaat oluşturur. Bunun dışında
insanın kendisinden başka hiç kimsenin sevilmesini istememesi ise büyük bir
bencillik örneğidir.
Cahiliye
toplumlarında özellikle de evlilik hayatında kıskançlık sebebiyle büyük
sıkıntılar yaşanır. Evli oldukları kişilerin annelerine, babalarına,
kızkardeşlerine, arkadaşlarına ve hatta çocuklarına duydukları sevgi bile bu
karakteri yaşayan insanlar için önemli bir huzursuzluk kaynağıdır. Böyle
kişiler hiç kimseye kendilerinden fazla veya kendileri gibi sevgi duyulmasını
istemezler.
Ev
kadını karakterinde yoğun olarak yaşanan bu kıskançlığın ikinci bir türü de
cahiliyedeki evlilik sisteminin çarpıklığını bilmelerinden kaynaklanmaktadır.
Çünkü temeli Allah rızasına, korkusuna ve sevgisine dayanmayan hiçbir
beraberlikte gerçek sevgi ve sadakat yaşanamaz. Cahiliye kadınları da bu önemli
gerçeği fark etmiş olmalarından dolayı her an aldatılmanın, ikinci plana
atılmanın ya da unutulmanın korkusunu yaşarlar. Bu nedenle de şüpheli
gördükleri her olaydan tedirgin olur ve kıskançlık hissine kapılırlar.
Buna
çözüm olarak sergiledikleri tavırlar ise durumu iyiye götürmek yerine çok daha
çözümsüz bir hale sokar. Sebepsiz kaprisler, küsmeler ve tersliklerle karşı
tarafa mesaj vermeye çalışırlar. Her an ilgisiz bir olaydan çok karmaşık
bağlantılar kurabilir ve bunlar hakkında geliştirdikleri hayali senaryolar
üzerine keskin kararlar alabilirler. Tüm bu tavırlar ise hayatlarını daha da
sıkıntılı bir hale getirmekten başka bir işe yaramaz. Ayrıca istediklerinin tam
aksine karşı tarafı kendilerinden daha da uzaklaştırmış olurlar. Çünkü ne zaman
hangi olaydan ne sonuç çıkaracağı bilinmeyen bir insanla yaşamak son derece
huzursuzluk vericidir. Bu nedenle de cahiliye ahlakındaki ev kadınlarının
kıskançlık saplantıları genellikle evliliklerin bozulmasıyla son bulur. Oysaki
tüm bunların çözümü çok kolaydır. Kuran'da her insanın nefsinde kıskançlık
duyguları bulunduğu ama makbul olanın bu duygudan arınmak olduğu
bildirilmiştir:
... Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil
tutkulara' hazır (elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız,
şüphesiz, Allah, yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)
Bu
nedenle Kuran ahlakını titizlikle uygulayan mümin için kıskançlık gibi bir
durum söz konusu olmaz. Allah korkusundan kaynaklanan karşılıklı sadakat ve
güven hisleri böyle bir gerilimin oluşmasını zaten daha en başından engeller.
Ev kadınının alışkanlıkları
Cahiliye
toplumlarında "Ev kadını" denilince herkesin aklında belirli ve tek
bir model canlanır. Bunun sebebi ise, bu karakteri oluşturan sistemin bir
anlamda gelenekselleşmiş olmasıdır. Elbette çeşitli sebeplerden dolayı bu
genellemenin dışında kalan ev kadınları da vardır. Ancak burada ele alınan
cahiliye ahlakında yaygın olarak yaşanan ev kadını modelidir.
Cahiliye
toplumlarında ev kadınının klasik olarak her gün yaşadığı son derece monoton
bir hayatı vardır. Genellikle ev kadınının her günkü asli görevi, ailenin diğer
üyelerinin odalarını toplama, çamaşırlarını yıkama, yemek hazırlama, alışveriş
yapma ve evin diğer temizlik ihtiyaçlarını gidermekten ibarettir. Elbette her
insanın bu işleri yapması gerekli ve hatta zorunludur. Ancak burada hatalı olan
nokta, insanların bu işleri, dünyada yaşanan tüm sorunları görmezden gelerek,
ahireti tamamen unutarak ve Allah'a karşı sorumluluklarını düşünmeyerek,
dünyaya yönelik bir hırs içinde yapmalarıdır. Ve tüm hayatlarını,
düşüncelerini, planlarını bu işler üzerine kurmaları ve kendilerini yaratan Allah'ı
razı etmenin yollarını aramak yerine, günlük hayatın küçük meşgaleleriyle
tatmin bulmaya çalışmalarıdır.
Günlük
işleri arasında cahiliye ev kadınının asla ödün vermediği birtakım
alışkanlıkları da vardır. Bu alışkanlıklar genellikle bu ahlaktaki kadınların
çoğunda ortaktır. Kendilerince, monoton hayatlarını ancak bu şekilde
renklendirdiklerini ve ev ortamının sıkıntılarından bu şekilde uzaklaştıklarını
düşünürler. Ellerine geçen her imkanı, her boş vakitlerini bu alışkanlıklarıyla
harcarlar. Oysaki detaylıca incelendiğinde tüm bu alışkanlıkların bu kimseleri
çok sıradan ve basit bir dünyaya çektiği görülür. Bu alışkanlıklar arasında en
yaygın olanlar şunlardır:
Dedikodu yapmak
Cahiliye
toplumunda yaşanan ev kadını karakterinde en yaygın olarak görülen
özelliklerden biri "dedikodu"dur. Vakitleri ya da imkanları olmasa
dahi bir parça olsun dedikodu yapabilmek için mutlaka bir fırsat bulurlar.
Bazen kapı ağzında komşularla, bazen saatler süren telefon konuşmalarında,
bazen de çay ya da kahve ziyaretlerinde bu manzarayı görmek mümkündür. Ancak
burada asıl önemli olan bu ahlakı yaşayan insanların dedikodudan derin bir zevk
almalarıdır. Çünkü dedikodu sırasında çekiştirilen kişi küçük düşürülüp
aşağılanırken, dedikoduyu yapanlar kendilerini büyük göstermeye çalışırlar. Bu
nedenle arkadaş toplantılarında konuşabilecekleri pek çok faydalı ya da zevkli
konu varken, onlar ısrarla dönüp dolaşıp sözü birilerinin dedikodusunu yapmaya
getirirler. Komşuları, dostları, akrabaları, eşleri, televizyon yıldızları ve
hatta yoldan geçen yabancı biri bile bu dedikodulara malzeme olabilir.
Oysaki
bahsedilen kişinin duyduğunda hoşlanmayacağı hiçbir konuşmayı arkasından yapmak
doğru değildir. Eğer gerçekten eleştirilmesi gereken bir konu varsa ve fayda
vermek amacıyla konuşuluyorsa, yapılacak en doğru şey bu durumu ilgili kişiye
bildirmektir. Yoksa herkesle durum değerlendirmesi yapıp, kınanan kişinin
durumdan haberdar edilmemesinin altında iyi bir niyet ve akılcı bir amaç
yattığı söylenemez. Üstelik dedikodu yapan bu insanlar, aynı şeyin kendileri
için de muhakkak yapılacağını, bunun cahiliyenin kesin bir kuralı olduğunu
bilirler. Ama bundan hiç hoşlanmazlar. Başka kişilerin kendileri hakkında
konuştuğunu duyduklarında büyük bir sıkıntı yaşarlar. Ama kendileri için son
derece hassasiyet gösterirken, başkalarının canının yanmasını umursamadan böyle
çirkin bir tavra başvurabilirler.
Oysa
Allah insanları dedikodudan men etmiştir. Allah bunun güzel bir ahlak
olmadığını ayetlerinde bildirmiş ve eğer ortada yanlış bir şey varsa bunun ayetlerin
ifadesiyle "iyiliği emredip, kötülükten menederek" insanların
kendilerine bildirilmesini emretmiştir:
Ey iman edenler, zandan çok kaçının; çünkü
zannın bir kısmı günahtır. Tecessüs etmeyin (birbirinizin gizli yönlerini
araştırmayın). Kiminiz kiminizin gıybetini yapmasın (arkasından çekiştirmesin.)
Sizden biriniz, ölü kardeşinin etini yemeyi sever mi? İşte, bundan tiksindiniz.
Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, tevbeleri kabul edendir, çok
esirgeyendir. (Hucurat Suresi, 12)
İşte
Kuran'ın bu emri gereği, müminler asla birbirlerinin arkasından konuşup
birbirlerini çekiştirmezler. Gerçek sevginin ve dostluğun en önemli
alametlerinden birinin karşılarındaki kişiye dünyada ve ahirette fayda verecek
şekilde hareket etmek olduğunu bilirler. Bu durumda da eğer yanlış bir tavır
görüyorlarsa bir an önce yanlışını anlaması ve vazgeçmesi için bunu ilgili
kişiye bildirirler. Gerçek bir dostluk ve sadakat anlayışı da bunu gerektirir.
Ama cahiliye toplumunda evlilik gibi en yakın bilinen birliktelikler bile
sağlam bir temele oturmadığı, karşılıklı sevgi ve saygıya dayalı olmadığı için,
ortaya çıkan bu olumsuz model oldukça yaygındır.
Arkadaş
toplantıları
Cahiliye
toplumlarında ev kadınlarının vazgeçemedikleri en büyük alışkanlıklardan biri
de kendi aralarında "gün" adını verdikleri, kadın kadına yapılan
yemekli toplantılardır. Elbette bir insanın sevdiği dostlarıyla, arkadaşlarıyla
biraraya gelmesi, toplanması, bu kişilerin birbirlerine ikramda bulunmaları
güzel birer nimettir. Ancak bu toplantıların sevgi ve saygının ifade edileceği,
dostlukların pekişeceği, Allah'ın adının anılacağı güzel ahlaka dayalı
faaliyetler olması son derece önemlidir. Ancak cahiliye toplumunda genellikle
bu toplantılar tam tersi bir ahlakın yaşandığı ortamlar olur. Genellikle böyle
bir toplantıda cahiliye ahlakındaki kadınların yaptıkları kek hakkında
aldıkları bir övgü onların mutlu olması için yeterli olurken, yine aynı şekilde
eşleri izin vermediği için bu toplantılardan birine katılamamış olmak da belki
haftalarca süren bir huzursuzluk ve mutsuzluğa neden olur. Bu, söz konusu
insanların ne kadar sınırlı ve küçük bir dünyada yaşadıklarını görmek açısından
dikkat çekicidir. Çünkü bu tip toplantılarda konuşulanlar, yapılanlar
genellikle bu kişilerin ahiretlerine bir fayda sağlamaktan uzaktır. Söz konusu
toplantılar çoğunlukla bu insanları dünyaya çekmeye yöneliktir. Ahireti,
herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın Yüceliğini, Kuran'da emredilen güzel ahlakı
yaşamayı hatırlatmak yerine boş konular tartışılır, gereksiz olayların
kritikleri yapılır. Bu gibi kişiler birbirlerinin Kuran'a göre güzel yönlerini
değerlendirmez, aksine birbirlerine sürekli olarak dünyevi ve samimiyetten uzak
övgülerde bulunurlar ve bu övgüler çoğunlukla gerçek düşünceleri değildir.
Karşılarındaki insanları Kuran ahlakını ne kadar yaşadıkları yönünde
değerlendirmezler.
Dedikodu
yapmak, televizyonlarda yayınlanan pembe dizilerin en son bölümünde olup
bitenler ya da kek-pasta tarifleri bu toplantılarda konuşulan en hayati
konuları oluşturur. Oysa aynı toplantı, aynı ortam Allah'tan korkan ve ahirete
hazırlık yapan insanlar için oluşturulmuş olsa, kuşku yok ki burada yapılan
sohbetlerden kişilerin hem kendilerini geliştirebilecekleri hem de başkalarına
fayda sağlayabilecekleri çok güzel sonuçlar çıkar. Çünkü Kuran'da müminlerin
boş sözlerden ve boş işlerden yüz çevirmeleri ve her anlarını faydalı işlerle,
faydalı düşüncelerle geçirmeleri emredilmiştir. Ayetlerde bu konu şöyle
bildirilir:
Onlar, 'tümüyle boş' şeylerden yüz
çevirenlerdir. (Müminun Suresi, 3)
Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş
ve yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan
Suresi, 72)
'Boş ve yararsız olan sözü' işittikleri zaman
ondan yüz çevirirler ve: "Bizim yapıp-ettiklerimiz bizim, sizin
yapıp-ettikleriniz sizindir; size selam olsun, biz cahilleri benimsemeyiz"
derler. (Kasas Suresi, 55)
Televizyonla boş
vakit geçirmek
Cahiliye
toplumunda ev kadınlarının yaşamlarının büyük bir bölümü televizyon karşısında
geçer. Ancak elbette bu sadece kadınlara has bir alışkanlık değildir. Aynı
şekilde eşlerinin ve çocuklarının da katıldığı bu saatler, cahiliye toplumunun
en özel zevklerinden ve en önemli meşgalelerindendir. Ne izledikleri ise çoğu
zaman o kadar da önemli değildir. Asıl önemli olan oyalanmak ve yaşadıkları
sıkıntılı ortamdan kendilerince biraz olsun uzaklaşabilmektir. Gün boyu her ne
iş yaparlarsa yapsınlar sürekli televizyonları açık olur. Fakat özellikle de
"pembe diziler" adı verilen günlük diziler başladığı zaman neredeyse
televizyon ekranına "kilitlenirler". Bu dizilerde yaşanan romantizm
onlara ayrı bir haz verir. Bu nedenle de tüm günlük programlarını bu dizilerin
saatlerine göre düzenler ve bir yere gitmeleri gerektiğinde bile bir şekilde
dizinin video kasetlere kaydedilmesini sağlarlar. Eğer böyle bir imkanları
yoksa, bu durumda da işleri biter bitmez bir komşudan ya da yakınlarından büyük
bir heyecanla dizideki son gelişmeleri öğrenirler.
Kendilerine
bu pembe diziler yerine, ufuklarının gelişmesine yönelik, daha kaliteli
filmler, kültürel ya da sanatsal içerikli programlar, iman hakikatlerinin
anlatıldığı belgeseller önerildiğinde bile cahiliye kadınları yine de bu
dizilerden vazgeçmek istemezler. Çünkü onların dünya görüşlerini, hayatlarını
ve zevklerini en iyi yansıtan programlar bu dizilerdir.
Televizyon
seyretmek elbette ki sakıncalı birşey değildir. İnsan bu şekilde vaktini çok
güzel ve fayda verecek şekilde de geçirebilir. Ama Allah'ın apaçık varlığını ve
ahireti unutmak, tüm vakti televizyon karşısında geçirmek ve daha önemli ya da
daha faydalı bir iş söz konusu olduğunda yine de bu alışkanlıktan kopamamak
yanlış bir tavırdır. Bu insanlar pek çok güzel iş yapabilecekken,
amaçsızlıkları ve kendilerine sadece "ev kadını" kimliğini
yakıştırmış olmaları nedeniyle böyle bir değerlendirme yapmaz ve bundan bir
rahatsızlık duymazlar.
Gereksiz telefon
sohbetleri
Cahiliye
toplumundaki kadınlar, günün belirli vakitlerini telefonun başında geçirirler.
Günlük haberleri öğrenmek ve son dedikoduları aktarmak için arkadaşlarının her
birini teker teker ararlar. Aile içinde gelişen son olayları, eşleriyle
aralarında geçen tartışmaları, alışverişte neler aldıklarını, eve hangi
misafirin geldiğini, neler konuştuklarını tek tek anlatırlar. Bu telefon
konuşmalarının bir kısmı saatlerce sürer ama konuşmaların çoğu hikmetsizdir.
Buna
karşılık müminler boş konuşmanın ve boş işin her türlüsünden kaçınırlar. Asla
hikmetsiz konuşmalara kendilerini kaptırmazlar. Gerekirse onlar da uzun süre
telefonda konuşurlar. Ancak konuştukları konu mutlaka önemli ve faydalı bir
konudur. Böyle bir ihtiyaç söz konusu değilse de sadece alışkanlık nedeniyle
vakitlerini telefonda harcamazlar, bunun yerine çok daha faydalı ve geliştirici
faaliyetler yaparlar.
Sosyetik kadın karakteri
Cahiliye
ahlakının yaşandığı toplumlarda sosyete olarak anılan grup içinde gelişen kadın
karakterinin, "ev kadını karakteri"nden temelde pek bir farkı yoktur.
Kişilik özellikleri ve alışkanlıkları birbirine çok benzerdir. Ancak sosyete
ortamındaki şartların ve imkanların orta halli bir ev kadınınkinden daha farklı
olması, farklı alışkanlıkları da beraberinde getirir.
Bu
kimseler yaşadıkları çevreye ayak uydurma endişesine kapılmışlardır. Bu nedenle
de kendi istekleri, zevkleri ya da alışkanlıkları doğrultusunda değil de, daha
çok çevrelerindeki insanların yani sosyetenin beklentileri yönünde hareket
ederler. Sosyetenin büyük çoğunluğunun beklentileri ise para ve hava atma
üzerine kurulmuştur. Bu nedenle bu hayat tarzını benimseyen kadınlar günlerini
öncelikle sosyetede, o günlerde moda olan faaliyetleri takip etmek ve mümkün
olduğunca bu hayata ayak uydurmaya çalışmakla geçirirler. Söz gelimi herkesin
gittiği tatil merkezlerine gitmek, lüks terzilere kıyafet diktirmek, sosyete
kuaförlerinde ya da solaryum merkezlerinde dedikodu yapmak, lüks restoranlarda
buluşup öğlen yemekleri yemek, pahalı mağazalardan ya da yurt dışından
alışveriş yapmak, en önemlisi de tüm bunlarla birbirlerine 'hava atabilmek'
sosyete kadınlarının büyük kısmının dünyasını özetlemek için yeterlidir.
Dıştan
bakıldığında çok renkli bir hayatları varmış gibi görünse de aslında onların
hayatı da en az bazı ev kadınlarınınki kadar monoton ve sıkıntı doludur. Her
gün öğlene kadar uyuduktan sonra günlük gazetelerin magazin sayfalarına ve
sosyete haberlerinin yer aldığı magazin dergilerine bir göz atar ve ardından da
günlük programlarını yapmaya başlarlar. Gün boyunca akşam katılacakları davette
ne giyeceklerinin hazırlığını yapar, kuaföre gider sonra da gece geç saatlere
kadar bu davetlerde vakit geçirirler. Burada geçirdikleri vakit de, yapmacık
ilgi gösterileriyle, suni gülmelerle, birbirlerine hava atma gayretiyle geçen
sıkıntı ve azap dolu bir vakittir. Ertesi gün ise, gece hayatının verdiği
yorgunluk ve fiziksel yıpranma nedeniyle genellikle kötü bir uykunun ardından
baş ağrısıyla uyanırlar.
Onların
günlük hayatlarında, ev kadınlarının karşı karşıya olduğu ev temizliği, çocuk
bakımı gibi konular daha az yer kaplar. Genellikle bu tip sorumlulukları
yanlarında çalışan yardımcılarına bırakmış olmanın umursuzluğu
içerisindedirler. Ancak hiçbir sorumluluk yüklenmemiş olmaları yaşadıkları
umursuz karakterin daha da gelişmesine neden olur. Hayatlarında elde etmek
istedikleri herşeyin önlerine hazır olarak gelmesi, çocuklarının, evlerinin
başkaları tarafından yönlendirilmesi ve kendilerinden "sosyetik" olmaları
dışında bir şey beklenmiyor olması onları çok kısa bir süre içerisinde
tatminsizliğe ve büyük bir boşluğa sürükler. Elde etmek istedikleri bir şeye
sahip olur olmaz, bu konudaki isteklerini ve şevklerinin yitirirler. Bunun
ardından hemen yeni bir şeye kendini kaptırır, onun peşinden koşmaya başlarlar.
Maddi anlamda istedikleri pek çok şeye sahip olurlar, ancak hiçbir zaman manen
huzurlu olamazlar. Ne evliliklerinde ne de arkadaşlıklarında sadakat,
güvenilirlik, sevgi, saygı gibi özellikleri bulamazlar.
Görüldüğü
gibi çözümü bu karakterde arayan kimseler de aslında yine tatminsizlik ve
huzursuzluk içerisindedirler. Dünya hayatının tüm imkanlarını devreye
soktukları halde mutlu olamazlar. Sosyetenin belirli bir kısmında yaşanan
dejenerasyonun etkisi tüm hayatlarına yansır. Böyle bir yaşantıda genellikle
yalancılık, sahtekarlık, basitlik gibi her türlü ahlaksızlık son derece normal
karşılanır. Bu kötü ahlakı yaşayan insanların ahlak bozuklukları dönüp dolaşıp
kendilerine zarar verecek hale gelir. Kendileri dedikodu yaparlar ama başkaları
da onları çekiştirip durur. Özel yaşamları hakkındaki her türlü ayrıntı hatta
bazen de asılsız iftiralar kolaylıkla etrafa yayılır. En yakın arkadaşlarına
verdikleri bir sır ertesi gün magazin dergilerinde manşet olur. Onlar başkalarına
karşı yapmacık bir sevgi ve sahte bir dostluk anlayışıyla yaklaşırlar. Ama
kendileri de aynı şekilde karşılık görürler. Hiçbir zaman gerçek, candan bir
dostları olmaz. Kimseden samimi düşüncelerini yansıtan samimi konuşmalar
duyamazlar. Edilen her iltifat, söylenen her söz yapmacıklığa dayalıdır. Ne
arkadaşlıklarında ne de evliliklerinde asla sadakati yaşayamazlar. Eşleri de
dahil olmak üzere kimseye güvenemezler. Seçtikleri bu hayat tarzı da diğer
cahiliye karakterleri gibi din ahlakından uzak sistemin bir ürünüdür. Bu
nedenle de mutlaka açmazdadırlar. Ancak tüm yaşamları boyunca yaşadıkları
sıkıntılı ortama rağmen mutluluğu yine de dinde, güzel ahlakı yaşamakta
aramazlar. Aynı bozuk sistem içinde çözümler bulmaya çalışırlar ama bunda
başarılı olamazlar; gitgide daha da açmaza girerler.
İşte
tüm bunlar, söz konusu insanların Kuran'dan yüz çevirmeleri nedeniyledir.
Yaratıcımız olan Yüce Allah'ın emrettiği şekilde yaşamadıkları için asla huzur
bulacak bir ortam elde edemezler. Allah'ı anmadıkları için, "...
Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle mutmain olur" (Rad Suresi, 28) ayetinin işaretiyle
kalpleri hiçbir zaman huzur bulamaz, içlerindeki sıkıntı ve huzursuzluktan
kurtulamazlar. Yaratılış amaçlarına uygun bir hayat seçmedikleri için bu duruma
düşmüşlerdir. Eğer onlar Allah'ın beğendiği hayatı ve yine O'nun emrettiği
ahlakı yaşamış olsalar, muhakkak ki güzel bir hayatla karşılık göreceklerdir.
Ayetlerde Allah'ın bu vaadi şöyle bildirilmiştir:
(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne
indirdi?" dendiğinde, "Hayır" dediler. Bu dünyada güzel
davranışlarda bulunanlara güzellik vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır.
Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir. (Nahl Suresi, 30)
Açıktır
ki, Allah'ın emrettiği ahlakı yaşayan ve salih müminleri dost edinen bir insan
böylesine güvensiz bir ortamda yaşamak zorunda kalmaz. Mutlaka güvenilir,
sadık, dürüst ve samimi insanlardan oluşan birliktelikler yaşar ve cahiliye
sisteminde duyulan güvensizliklerin ve korkuların hiçbirini tatmaz. Çünkü Kuran
ahlakının hakim olduğu bir ortamda her mümin mutlaka güzel ahlak göstermeye
gayret eder ve yine güzel bir karşılık görür:
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak
kim salih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla
yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.
(Nahl Suresi, 97)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA ERKEK KARAKTERİ
Cahiliye
toplumunun batıl geleneklerinin etkisini üzerinde taşıyan karakterlerden bir
diğeri de "erkek karakteri"dir. Her ne kadar yazılı bir tanımı olmasa
da, cahiliye toplumunun hemen her üyesi bu karakterin tüm özelliklerini ezbere
bilir. Her aile, çocukları daha doğmadan önce eğer erkek olursa, ona bu
karakteri nasıl vereceklerinin planlarını yapar, hayallerini kurar. Çünkü
herşeyden önce bu ahlakın yaşandığı bir toplumda bir erkek çocuğu sahibi
olabilmek büyük bir gurur vesilesidir.
Cahiliye
toplumunda saygı duyulan bu özellikler 'erkek adam dediğin...' diye başlayan
kalıplarla sık sık ifade edilir. Onlara göre erkek karakterinin ilk prensibi
güçlü ve üstün olmaktır. Bu telkin gerçekten de erkeklerde kadınlara nazaran
genellikle daha güçlü bir şahsiyet oluşmasını sağlar. Güçlü bir karaktere sahip
olmak elbette güzel bir özelliktir, ancak cahiliye toplumunda kastedilen güç
Kuran ahlakında bildirilen güçlü karakter anlayışından uzak bir kavramdır.
Acımasızlığa, katılığa, şefkatten ve merhametten uzak olmaya ve hatta kimi
zaman şiddete dayalı üstünlük ve güç anlayışı cahiliye toplumundaki erkek
karakteri için doğal görülür. Toplumdaki diğer dengeler de zaten erkeğin bu
üstünlük iddiasını destekleyecek niteliktedir. Cahiliye toplumlarındaki
kadınlar çoğunlukla ikinci sınıf ve ezik bir karakteri benimsemişlerdir. Bu
durumda erkeklerin üzerinde daha üstün olabilecek ikinci bir karakter yoktur.
İşte bu düşünce onlarda kayıtsız şartsız bir yeterlilik duygusunun gelişmesine
neden olur. Bu nedenle de genellikle kimseden, ama özellikle de kadınlardan
gelecek hiçbir eleştiriye ya da tavsiyeye açık olmazlar.
Bunun
yanında her erkek kendisini toplumun görmek istediği gibi olmaya mecbur
hisseder ve verilen bu kalıpların dışına çıkmamaya müthiş bir titizlik
gösterir. Çünkü cahiliye toplumunda erkekliğin gerekliliklerini yerine
getirememek son derece küçük düşürücü bir durumdur. Bir erkek, çocukluğundan
yaşlılığına kadar her an çok güçlü ve çok cesur olmak zorundadır. Hiçbir konuda
asla en ufak bir zayıflık, yenilgi ve erkek karakterine ters düşücek bir tavır
göstermemelidir. Öyle ki hastalandığında ya da herhangi bir sebeple acı
çektiğinde dahi bunu belli etmemelidir. Çünkü tüm bunlar sadece kadınlara has
özelliklerdir ve erkeğin bu tarz acizlikler içerisine girmesi cahiliye
toplumunun bakış açısına göre yakışık almaz ya da kendi ifadeleriyle
"erkek adam acı hissetmez".
Ancak
şunu da önemle eklemek gerekir ki, toplumun erkeğe verdiği güçlü, cesur ya da
hakim karakterli olmak gibi özelliklerin hiçbirinde yanlışlık yoktur ve aslında
tüm bunlar güzel özelliklerdir. Ama Kuran ahlakının yaşanmadığı bir toplumda
ortaya atılan bir üstünlük iddiası "kibir" ve "büyüklenme"
duygularının gelişmesine neden olur ki Kuran'da insanların bu tür tavırlardan
sakınmaları emredilmiştir:
"İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme)
ve böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çünkü Allah, büyüklük taslayıp
böbürleneni sevmez." (Lokman Suresi, 18)
Bu
nedenle cahiliye erkeklerinin aslında temelinde olumlu olabilecek bu
özellikleri, büyüklenme eğilimlerinden dolayı olumsuz özelliklere dönüşür.
Ortaya üstünlüğünden kesin emin olan, ne kendi hemcinslerinin, ne de diğer
kişilerin sözüne itibar etmeyen enaniyetli bir kişilik çıkar.
Cahiliye Toplumundaki Erkek Karakterlerinden Çeşitli
Örnekler
Buraya
kadar anlatılanlar, cahliye toplumundaki erkek karakterinin ana yapısını
oluşturur. Temelini bu yapıdan alan, ancak aile, çevre, yaşam koşulları gibi
faktörlerin etkisiyle gelişen daha pek çok erkek karakterine rastlamak da
mümkündür. Bunlardan bazılarını kısaca şöyle sıralayabiliriz;
Bir
önceki başlıkta bahsi geçen erkek karakterinin tam tersini yaşayan kimseler ise
cahiliye toplumunda "kılıbık erkek" olarak adlandırılır. Cahiliye
toplumunda yaşanan, üstünlük iddiasındaki erkek karakterinin yerine bu kimseler
de kendi haklarını koruyamayacak kadar aşırı pasif bir yapı geliştirmişlerdir.
Bu kimseler kendilerinden beklenildiği gibi "erkek adam dediğin..."
kalıplarıyla ifade edilen mantıklara uymayan insanlardır. Kendi üstünlüklerini
iddia etmek yerine genellikle başkalarının hakimiyetine sığınmayı tercih eden
bu insanlar, kişilikli bir tavır gösteremezler. Kişiliksiz, güçsüz ve kendi
deyimleriyle "hanım evladı" olarak nitelendirilirler.
Cahiliye
toplumunda görülen bir başka karakter "kazak erkek" ya da
"maço" olarak adlandırılan karakterdir. Bu kimseler "erkeğin
kayıtsız şartsız üstünlüğüne" ve "kadının da kayıtsız şartsız
zayıflığına" inanmışlardır. Kadının herhangi bir eşya gibi erkeğin bir
malı olduğuna, dolayısıyla da gerektiğinde iyi davranılıp ama gerektiğinde de
sert davranılabileceğine" kanaat getirmişlerdir. Sert ve haşin
hareketlerin, kaba bir üslup kullanmanın ve kısa sürede tersleşmenin kendilerine
özel bir hava verdiğini düşünürler. Kadınların zaten kendilerine bu karakterde
bir eş aradıklarından emindirler ve bu nedenle de bu tavırlarıyla oldukça
cazibeli bir hale geldiklerine inanırlar.
Cahiliye
toplumunun "akşamcı" olarak adlandırdığı bir erkek karakteri daha
vardır. Bu kimseler hayatın en önemli eğlencesinin özel olarak hazırlanan meze
sofralarında içki içip, "sarhoş muhabbetleri" yapmak olduğunu
sanırlar. Kendileri ile aynı yanlış düşünceyi paylaşan bir arkadaş grubuyla
birlikte neredeyse her akşam bu alışkanlıklarını yinelerler. Cahiliye
toplumunun bu kimseleri "akşamcı" ismiyle anmasının sebebi de bu
toplantılardır.
Geç
saatlere kadar süren bu masa sohbetlerinde faydalı ve hikmetli hemen hemen tek
bir konu dahi konuşulmaz. Sarhoş olmalarının etkisiyle tamamen boş bir konuya
takılıp saatlerce o konu üzerinde "felsefe yapar", nutuklar atar,
birbirlerine hayat dersleri verirler. Hatta kimi zaman gecenin ilerleyen
saatlerinde tartışmaya başlar ve çevrelerindeki insanlar tarafından zorla kontrol
altına alınarak sakinleştirilirler. Bu kimseler genelde, günlük hayatlarında da
akşamları yaşadıkları bu sarhoş karakterinin tüm özelliklerini yansıtırlar. Sık
sık "akşamdan kalmayım, bana fazla bulaşmayın" şeklinde ifadeler
sarfederler.
Bu
saydıklarımız cahiliye toplumunda yaşanan erkek karakterlerinden sadece bir kaç
tanesidir. Bunlar gibi daha yüzlercesine rastlamak mümkündür. Temeli, Kuran'a
dayalı olmadığı için, cahiliye toplumunda yaşanan tüm bu modeller çarpık bir
anlayış içerirler. Dikkatlice izlendiğinde bu hayatı ve bu karakteri yaşayan
kimselerin hayatlarından gerçek anlamda memnun olmadıkları da açıkça görülür.
YAŞLI İNSAN KARAKTERİ
Gençliğinde
hangi karakteri benimsemiş olursa olsun, genellikle yaşlanınca cahiliye
insanlarının gösterdiği standart bir karakter ve hayat şekli vardır. Ancak bu
konuya geçmeden önce önemle belirtilmesi gereken bir nokta vardır: Bu bölümde
söz edeceğimiz yaşlı karakterinin özellikleri, insanların din ahlakından uzak
yaşamalarının getirdiği bir bozukluktur. Yaşamını Rabbimiz Allah'ın razı
olmayacağı şekilde geçirmiş, yaşı ilerleyip ölüme yaklaştığında da ahireti
düşünmeyen, dünyaya daha sıkı bağlanan insanların ruh halindeki çarpıklıktır.
Elbette
bu özellikler kimi zaman kişiden kişiye farklılıklar gösterebilir; burada
bahsedeceğimiz kötü ahlak özelliklerinin yalnızca bir kısmını taşıyan veya
tümünü birarada yaşayan insanlar olabilir. Sonuç olarak burada önemli olan
Kuran ahlakından uzak olmanın getirdiği ahlak ve tavır bozukluğunun küçük bir
dünya oluşturması ve söz konusu kişilerin bu küçük dünya içinde her türlü
çirkin tavrı sergileyebilmeleridir.
Cahiliye
kadınları, çocuklarını evlendirip torun sahibi olduktan sonra, yaşlı kadın
karakterine bürünürler. Erkekler ise genellikle emekliye ayrılmış ya da
çalışamayacak kadar yaşlanmış olmaları nedeniyle iş hayatını terk edip evde
oturmaya başlarlar. Bu durumda kendilerini ruhen ve bedenen hala genç
hissedenler bile, çevrelerinden gelen telkinlerin de etkisiyle yaşlı gibi
davranma zorunluluğu hissederler. Çevrelerindeki tüm dostları, akranları,
eşleri yaşlanmış, emekli olmuş ve bu karaktere bürünmüşlerdir. Çocukları da
evlenip kendi sorunlarına dalmış ve onlardan iyice uzaklaşmışlardır.
Bu
insanlar genellikle günlerini televizyon seyrederek ya da uyuklayarak
geçirirler. Ancak kadının yaşadığı "ev kadını karakteri"nde hiçbir
değişiklik olmaz. Söylenmeleri, kaprisleri tüm hızıyla devam eder. Eşleri de
kendileriyle aynı şartlar altında olduğu halde evin tüm sorumluluğunun yine
sadece kendilerinin üzerinde olması onları daha da ters ve aksi bir tavra
sokar. Erkekler de artık yapacak bir işleri olmaması nedeniyle bütün gün evde
boş boş oturmaktan dolayı sıkıntı içerisindedirler.
Gün
içinde hangi saatte ne yapacakları bellidir. Hayatlarında korkunç bir
monotonluk başlamıştır. Bu monotonluğu kırmaları için hep çocuklarından medet
umarlar. Fakat onlar da tamamiyle kendi hayatlarını yaşamaktadır. Arada sırada
hafta sonları ziyarete gelirler ancak birkaç saat süren bu ziyaretler onları
hayatlarının tekdüzeliğinden kurtarmaya yetmez.
Bu
insanlar bazen de kendileri gibi yaşlanmış olan arkadaşlarını ziyarete
giderler. Bu toplantılarda konuştukları konular ise çoğunlukla evlatları ve
hastalıkları ile sınırlıdır. Gittikleri doktorlardan, kendilerine konan yeni
teşhislerden, kullandıkları ilaçlardan bahsedip birbirlerine tavsiyelerde
bulunurlar.
Ancak
yaşlanmayla birlikte karşı karşıya kaldıkları tüm acizliklere rağmen, ahireti
düşünmeye yönelip, cahiliye sisteminin kendilerine kazandırdığı karakter
özelliklerinden ve alışkanlıklardan vazgeçmezler. Oysaki uzun yıllar boyunca
cahiliye ahlakını yaşamış ve bu şekilde hiçbir şey elde edemediklerini ve mutlu
olmadıklarını açıkça görmüşlerdir. Ölümün bu denli yaklaştığı bir dönemde hala
dünyaya sıkı sıkıya bağlı olmaları, din ahlakından uzak toplumda görülen yaşlı
karakterinin en önemli yönüdür.
Elbette
bu insanlar kendilerini hüsrana sürükleyecek büyük bir yanılgı içindedirler.
Yapmaları gereken, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'a dönüp yönelmeleridir.
Belirli bir yaşa kadar bunu yapmamış olabilirler. Ama Allah'a hesap
vereceklerini ve ölümün giderek yaklaştığını kavradıkları andan itibaren
şuurlarının açılması ve geçmiş yaşantıları için tevbe ederek Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmaya çalışmaları gereklidir. O güne kadar Kuran ahlakından
uzak geçirdikleri hayatlarında yaşadıkları sıkıntılar, hastalıklar, sorunlar
kendilerine bir ders ve ibret vesilesi olmalıdır.
Ancak
cahiliye toplumunda tarif ettiğimiz "yaşlı karakteri"ne sahip
insanlar genellikle bunların hiçbirini yapmaz, aksine daha isyankar, laf
anlamaz tavırlara yönelirler. Sonuçta ortaya çıkan bu "yaşlı
karakteri"nin başlıca özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
Alınganlık ve Acındırma Yöntemleri
Yaşlanan
insanların çoğu hem maddi hem de manevi yönden başkalarına bağımlı bir hayat
sürerler. Bağımlı oldukları kimseler de çoğunlukla çocukları, torunları ya da
diğer yakın akrabalarıdır. Bu kişilerin yaşlılara bakış açıları ise o kadar da
olumlu değildir. Kişilik olarak iyi bir insan olarak tanınsalar da, yaşlıları
genellikle bir ayak bağı ve külfet olarak görürler. Çünkü yaşlanmanın getirdiği
sağlık sorunları maddi ve manevi bakım gerektirir. Yaşı ilerlemiş insanlar
çoğunlukla bu imkansızlıklarından dolayı tek başlarına ayrı bir evde
yaşayamazlar. Ancak çocukları, torunları veya akrabaları da özenli bakılması gerektiği
için yaşlı bir insanı sürekli olarak evlerinde barındırmak istemezler.
Din ahlakının yaşanmadığı bir toplumda, yaşlı
insanların maruz kaldıkları bu durum yıllar boyu devam ettirilen batıl sistemin
doğal bir sonucudur. Çoğunlukla yaşlanmış olan bu insanlar da cahiliye ahlakını
benimsemiş, tüm yaşamları boyunca Yüce Rabbimiz Allah'tan ve O'nun emrettiği
din ahlakından uzak yaşamışlardır. Çocuklarına, torunlarına da böyle kötü bir
ahlakı benimsetmişler; onları Allah'ın emrettiği güzel ahlak yerine cahiliye
ahlakıyla yetiştirmişlerdir. Bunun sonucu da onlara yaşlılık yıllarında büyük
bir zarar olarak geri dönmektedir; cahiliye sistemi içinde yaşayan çocukları
gözlerini bile kırpmadan onları reddedebilmekte, zalim bir tavır
gösterebilmektedir. Eğer yanlarında kalmalarına razı olsalar bile, zorunluluk
nedeniyle evlerine aldıkları bu insanlara gösterdikleri tavırlar olumlu olmaz.
İşte bu
isteksizliğin farkında oldukları için yaşlılarda gelişen en önemli
özelliklerden biri alınganlıktır. Sadece zorunluluk nedeniyle yaşadıkları eve
kabul edildiklerini bildikleri için evdeki diğer kişileri mümkün olduğunca az
rahatsız etme isteği içerisindedirler. Ancak yine de için için büyük bir
haksızlığa uğradıklarını düşünürler; onlar tüm ömürleri boyunca çocuklarına bakmak,
onları en iyi şartlarda yetiştirmek ve hep onları mutlu etmek için çaba
harcamışlardır. Ancak gösterdikleri tüm bu fedakarlıkların sonucunda karşılık
buldukları tavır, sadakatsizliktir. Aslında bir anlamda onlar tüm bu
yatırımları bir gün yaşlanacakları ve çocuklarının bakımına muhtaç kalacakları
düşüncesiyle yapmışlardır. Ama gördükleri karşılık çok daha farklı olur. İşte
bu karşılık nedeniyle haksızlığa uğradıklarını düşünerek her an alıngan
olurlar.
Bu
ruhun dışa vurumu olarak da sürekli karşı tarafın rahatsızlığının farkında
olduklarını hissettirecek şekilde imalı konuşmalar yaparlar. Bu kimselerle
genellikle rahat bir diyalog kurmak mümkün olmaz. Herşeyden bir anlam çıkartır
ve bu anlam doğrultusunda ilginç cevaplar verirler. "Korkmayın size yük olmam"
şeklinde sitemlerde bulunurlar. Sözgelimi ikram edilen yiyecekleri ya hiç yemez
ya da çok az bir parça alırlar. Kimi zaman evdeki yemeklerin kendilerinden
saklandığını düşünerek, dolaptaki yemeklerden kimseye göstermeden kaçamak bir
şekilde yerler. Ya da kendilerine dinlenmeleri için bir oda verildiğinde
"gerek yok ben şu kanepenin ucuna kıvrılırım" gibi şaşırtıcı
tekliflerde bulunurlar. En ufak bir sözden küser, eşyalarını toplayıp gitmeye
hazırlanırlar. Aslında gidecek başka bir yerleri de yoktur. Ama sırf
kendilerini acındırmak ve karşı tarafı pişman etmek için böyle bir tavır
sergilerler. Kendilerine bir hediye alındığı zaman bile bundan alınacak birşey
bulurlar. Onlara hediyenin ya en ucuzunun alındığını, ya da herkese alınmışken
onlar da aradan çıksın diye alındığını düşünürler.
Eve
gelen misafirlere mümkün olduğunca istenmedikleri, ezildikleri ve iyi
bakılmadıkları imajını vermeye çalışırlar. Hatırları sorulduğunda ise mutlaka
pek iyi olmadıklarını ifade edecek konuşmalar yaparlar. Böylece kendilerine
acınacağını, sempati duyulacağını ve daha fazla ilgi görebileceklerini
düşünürler. Misafirlerde bu yönde bir kanaat gelişir belki, ancak evdeki diğer
kişiler tarafından bu tavırları kızgınlıkla karşılanır ve onlara bakma
konusundaki isteksizlikleri daha da artar.
İlgi Çekmeye Çalışmaları
İlgi
çekmeye çalışmak cahiliye toplumunda kadın erkek tüm yaşlılara has bir
özelliktir. Ancak onlarda gelişen bu karakterin en önemli sebebi yine cahiliye
sisteminin çarpıklığıdır. Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda insanların
aralarındaki sevgi anlayışı, ahlaklarına ve imanlarına yönelik değil de çıkar
ilişkilerine dayalı olduğu için, menfaatlerin son bulduğu noktada sevgileri ve
ilgileri de son bulur. Bu durumda artık menfaat sunamayacak konuma gelen
yaşlılar da bu sevgiyi ve ilgiyi elde etmenin farklı yollarını aramaya
başlarlar. Ancak onlar da bunu kendilerini gerçekten sevdirecek özellikler ve
tavırlar sergileyerek değil, cahiliye sisteminin çirkin yöntemleriyle elde
etmeye çalışırlar. Bu da karşı tarafta bir sevgi oluşturmadığı gibi, aksine
başvurulan ahlak dışı yöntemlerden dolayı tam tersi bir etki meydana getirir.
Cahiliye
ahlakını yaşayan yaşlıların ilgi çekmek için başvurdukları bu yöntemlerden biri
sürekli olarak hastalıklarını dile getirmek, ne kadar acı çektiklerini, ne
kadar zor durumda olduklarını anlatarak kendilerini acındırmaktır. Allah'a
tevekkül etmedikleri ve içinde bulundukları duruma şükretmedikleri için
hastalıklarından sürekli yakınırlar. Bu anlattıklarında gerçek payı da olmakla
birlikte, çoğu zaman karşı tarafta etki uyandırabilmek için durumu abartabilir
ya da zaman zaman yalan söyleyebilirler. Hasta oldukları düşünüldüğünde daha
fazla ilgi ve hoşgörü görebileceklerine inanırlar. Bu durum gerçekten de karşı
tarafın merhametini harekete geçirir, ama durumu abarttıklarını bilmeleri de
bir yandan onları kızdırır. Yine de asıl istediklerinin ilgi olduğunu
bildiklerinden bu karşılığı verirler, ama bu da tatmin edici olmaz. Çünkü
cahiliye ahlakına sahip yaşlılar dikkatin sürekli olarak kendi üzerlerinde
olmasını isterler.
Bu
nedenle bazen de yüzlerini asıp bir kenarda oturur, yemek yemez, konuşmazlar.
Amaçları kendilerine tüm bunların sebebinin sorulması ve böylece
nazlanmalarıdır. Sorulduğunda birşey olmadığını söyler ve karşı tarafı mümkün
olduğunca uğraştırırlar. Çünkü yanıt ne kadar zor alınırsa, ilgi o denli artmış
olacaktır. Bazen de evin ücra bir köşesine gidip saatlerce oradan çıkmaz ve
merak uyandırmak isterler. Oturdukları yerde ellerinde mendilleriyle sessizce
ağlar ve sorulduğunda da "yalnızlıkları" ya da "seven kimseleri
olmadığı için" ağladıklarını söylerler. Bunun üzerine karşı taraf
"biz varız ya" diyecek, sevgi gösterecek ve gönlünü alacaktır.
Eğer
tüm bunlarla tatmin olamazlarsa bu durumda da konuşmalarıyla beklentilerini
ifade etmeye çalışırlar. Cahiliye toplumunda artık sloganlaşmış ve ne anlama
geldiği tüm toplum tarafından bilinen sözlerle birtakım imalarda bulunurlar.
Söz gelimi fazla ilgi görmedikleri bir ortamda bir anda "istenmediğim
yerde kalacak değilim", "gidecek yerim olsa sizi rahatsız
etmezdim", ya da "beni huzur evine gönderin, daha rahat
edersiniz" gibi ifadelerde bulunurlar. Bu sözlerin çoğu sırf kendisine
gösterilen ilginin artmasını sağlayabilmek içindir.
Oysaki
tüm bu tavır, üslup ve basit taktiklere harcayacakları emeği güzel tavırlarda
bulunmak için harcamış olsalar belki de istedikleri sevgi ve ilgiyi
göreceklerdir. Ancak bunu Kuran ahlakına uygun olmayan çirkin tavırlara
başvurarak elde etmeye çalışmaları, istedikleri sonuca bir türlü
ulaşamamalarına neden olur.
Söz Dinlememeleri
Cahiliye
toplumlarındaki yaşlı insanların bilinen bir başka dikkat çekici özelliği daha
vardır; söz dinlememeleri. Konu her ne olursa olsun hep kendi bildiklerini
yapmak isterler. Başkalarının sözlerine asla güvenmez, söylenenlerin altında
mutlaka bir kasıt ararlar. Örneğin hastalıkları nedeniyle bazı yiyeceklerin
dokunabileceği, dolayısıyla yememeleri gerektiği söylendiğinde, bunun sadece o
yemekten yememeleri için uydurulmuş bir yalan olduğuna inanırlar. Bu nedenle de
kendilerine tavsiyede bulunanların hem sözlerini dinlemez hem de bir yemeği
bile kendilerinden esirgediklerini düşünerek darılırlar.
Ancak
bu huyları bu kadarla da sınırlı kalmaz ve kimi zaman oldukça tehlikeli
boyutlara ulaşır. Söz gelimi kendi hastalıklarını kendileri tedavi etmek ister,
doktora gitmeyi kabul etmezler. Ya da doktorun verdiği ilacı kullanmayı
reddeder, bunun yerine kendi bildikleri eski bir ilaç ya da karışımı kullanmaya
kalkışırlar. Akıllarına ve tecrübelerine çok güvenir, gençlerinse hiçbir şey
bilmediklerine inanırlar.
Düşüncesiz Tavırları
Tüm
yaşantılarını din ahlakından uzak geçirmiş olan bu insanlar, yaşlı kimliğine
sığınarak cahiliye toplumunun kötü bir alışkanlığı olan düşüncesizliğe makul
bir zemin hazırlamaya çalışırlar. Yaşlı olmanın birtakım ahlaki bozuklukları
mazur göstereceğine inanırlar. Zaten toplumun diğer bireyleri de bu durumu
kabullenmiştir. Bu nedenle "yaşlıdır, kusuruna bakmayın, lafını sözünü
bilmiyor işte" deyip geçiştirirler. Oysaki bu ahlak bozukluğu bazı yaşlı
insanlar tarafından genellikle şuurlu ve kasıtlı olarak yapılmaktadır. Kendi
çıkarları söz konusu olduğunda her türlü detayı akledebilen ve kendilerine
yönelik her türlü eksikliği ya da kusuru fark edebilen bu kimselerin
patavatsızlığı da çoğunlukla bilinçli bir tavırdır.
Nitekim
patavatsızlığı ne zaman yapacaklarını, hangi sözü söyleyeceklerini ve kime
imada bulunacaklarını çok iyi bilirler. Neredeyse konuşmalarının büyük
çoğunluğunda bu yöntemi kullanırlar. Düzgün ve normal sohbet ettikleri anlar
çok nadirdir. Söz gelimi hasta olduklarında neden hastalandıkları sorulacak
olursa "uzun süredir et yemedim de ondan", "yattığım oda çok
soğuk" ya da "çok yoruluyorum da ondan" gibi karşı tarafı zor
durumda bırakacak, karşı tarafın kendileriyle ilgilenmediğini ifade eden, imalı
cevaplar verirler.
Bazen
de küçük intikam alma yolları peşinde koşarlar. Örneğin bir misafir geldiğinde
özellikle evdekileri küçük düşürecek bir konuyu gündeme getirir, çevresindeki
kişileri mağdur edeceğini bildiği, en olmayacak konuları herkesin ortasında
anlatırlar. Ancak sonra da yaşlılığın arkasına sığınarak farkında değilmiş gibi
yapar, üzgün olduklarını söyleyerek geçiştirirler. Oysaki işin aslı oldukça
bilinçli bir plana dayanır. Kendilerini kızdıran birinden intikam almanın en
kolay yolunun patavatsızlıkla onları küçük düşürmek olduğunu bilirler.
Dünyaya Olan Bağlılıkları
Cahiliye
insanlarının büyük kısmı yaşlılığın getirdiği acizlikleri ve zorlukları açıkça
gördükleri halde yine de ibret almaz ve dünya hayatına olan bağlılıklarından
taviz vermezler. Ölüme bu denli yaklaştıkları halde, yine de ölümü kendilerine
yakıştırmazlar. Dostlarının birer birer öldüklerine şahit olur, ama yine de hiç
ölmeyecekmiş gibi davranırlar. Hala para biriktirmeye, geleceklerini garanti
altına almaya çalışırlar. Bir gün kimsesiz ve parasız kalma endişesiyle yaşar,
bir kenarda sürekli yiyecek, giyecek ya da para biriktirmeye uğraşırlar. Ancak
dünyada zor durumda kalmaktan bu kadar korktukları halde, ahirette ne
yapacakları konusunu hiç düşünmezler. Ahiret için hiçbir hazırlık yapmaya gerek
duymazlar. Oysaki insanın asıl hayatı ahirettir ve asıl hazırlık yapılacak yer
de ancak ahiret hayatıdır. Kuran'da şöyle haber verilir:
Dünya hayatı yalnızca bir oyun ve bir
oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için ahiret yurdu
gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz? (Enam Suresi, 32)
Bu
gerçeğe kesin olarak iman eden müminlerin yaşlılık dönemleri ise çok farklı
olur. Onlar zaten tüm yaşamlarını Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak üzerine
kurmuşlardır. Zaman geçtikçe ahirete, Allah'ın izniyle sonsuz cennet hayatına
yaklaştıklarının şevki içindedirler. Bu umut dolu bekleyiş sebebiyle son derece
neşeli, huzurlu, güzel ahlaklı bir karakter gösterirler. Çevrelerindeki
insanlara sorun çıkarmaya değil, aksine onların sorunlarını çözmeye, onlara
Kuran ahlakını öğretmeye, Allah'ın hoşnut olacağı bir karakter kazandırmaya
çalışırlar. Fiziksel olarak güçsüz duruma düşseler de, zihinsel olarak sürekli
çalışır ve çevrelerine fayda getirmeye yönelik bir faaliyet içinde olurlar.
Onların
bu üstün ahlaklı tavırları çevrelerinde de büyük bir sevgi ve saygı uyandırır.
Hem etraflarındaki insanlara güzel ahlakı öğrettikleri hem de kendileri son
derece güzel ahlaklı oldukları için her zaman saygı ve ilgi görürler. Kuran'da
iman edenlere, yaşça ilerlemiş kişilere hürmetkar olmaları tavsiye edilmiştir.
Allah Kuran'da şöyle emretmiştir:
Rabbin, O'ndan başkasına kulluk etmemenizi ve
anne-babaya iyilikle-davranmayı emretti. Şayet onlardan biri veya ikisi senin
yanında yaşlılığa ulaşırsa, onlara: "Öf" bile deme ve onları
azarlama; onlara güzel söz söyle. Onlara acıyarak alçakgönüllülük kanadını ger
ve de ki: "Rabbim, onlar beni küçükken nasıl terbiye ettilerse Sen de
onları esirge." (İsra Suresi, 23-24)
Biz insana, anne ve babasına (karşı)
güzelliği (ilke edinmesini) tavsiye ettik… (Ankebut Suresi, 8)
Biz insana anne ve babasını (onlara iyilikle
davranmayı) tavsiye ettik. Annesi onu, zorluk üstüne zorlukla (karnında)
taşımıştır. Onun (sütten) ayrılması, iki yıl içindedir. "Hem Bana, hem
anne ve babana şükret, dönüş yalnız Banadır." (Lokman Suresi, 14)
Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak
koşmayın. Anne-babaya, yakın akrabaya, yetimlere, yoksullara, yakın komşuya,
uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolda kalmışa ve sağ ellerinizin malik
olduklarına güzellikle davranın. Çünkü, Allah, her büyüklük taslayıp
böbürleneni sevmez. (Nisa Suresi, 36)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA
MESLEKLERİN
ETKİSİYLE
GELİŞEN KARAKTERLER
Cahiliye
toplumunda tüm insan karakterleri belirli kriterlerin etkisinde kalarak
gelişir. Bunların başlıcalarından biri de mesleklerdir. Çünkü meslek insanın
toplum içerisindeki sosyal kimliğini ve sınıfını belirleyen en önemli etkendir.
Kuran ahlakından uzak toplumlarda her insan mesleği, sosyal itibarı ve serveti
ölçüsünde değer görür. Öyle ki yazılı bir kaynak olmamasına rağmen, cahiliye
toplumunda tüm bu mesleklerin itibar sıralaması dahi bellidir ve herkes
tarafından bilinir. Söz gelimi bir profesörün göreceği itibar bir işletmeciden,
bir doktorunki bir modacıdan ya da bir mimarınki bir öğretmenden farklıdır.
Bu
sebeple, cahiliye toplumlarında mesleğini seçecek olan kişinin sadece kendi
ilgi alanını ve yeteneklerini değil, aynı zamanda elde edeceği sosyal konumu ve
göreceği itibarı da göz önünde bulundurması gerekmektedir.
Meslek
seçimiyle birlikte kişinin o güne kadar yaşadığı karakter tam bir değişikliğe
uğrar. Artık seçtiği mesleğin karakterini yaşamak durumundadır. Çünkü cahiliye
sistemi kendisine bu karakteri uygun görmüştür. Eğer gerçekten de toplumda bir
yer edinmek ve bir yerlere gelmek istiyorsa karakterini değiştirmeli ve bu
kimliğe bürünmelidir.
Böylesine
bir karakter değişimi toplumun neredeyse hiçbir üyesi tarafından kınanmaz.
Aksine bu yeni karakter ne kadar iyi uygulanırsa o kadar takdirle karşılanır.
Bu durumda kişinin giyim tarzından, yürüyüşüne, oturuşuna, ses tonuna, üslubuna
kadar herşeyi mesleğini temsil eder.
Bunun
yanında her mesleğin "meslek adabı" adı altında anılan kendine has
çarpık anlayışları da vardır. Dolayısıyla seçtiği meslekte başarılı olabilmek
ve bir yerlere gelebilmek isteyen her insan bu "adap" olarak
tanımlanan cahiliye kurallarına uymak zorundadır. Elbette burada kastedilen
dürüst, samimi, çalışkan bir insanın gösterdiği edep veya uyguladığı ahlaki
kurallar değildir. Cahiliye toplumunda kastedilen meslek adabı, kimi zaman
gayri meşru kazançları, kimi zaman mesleğin getirdiği kibir ve enaniyeti, kimi
zaman ezikliği, kimi zaman dürüst olmamayı makul gören ve aslında adapla hiçbir
bağlantısı olmayan bir kavramdır.
Ayrıca
şunu da önemle belirtmek gerekir ki, cahiliye toplumunda çeşitli sebeplerden
dolayı bu kuralların dışına çıkan insanlar da vardır. Bu kimseler prensipleri
ya da hayat tarzları nedeniyle mesleklerinin karakterlerine yön vermesine izin
vermeyebilirler. Ancak bu çok küçük bir azınlıktan ibarettir. Nitekim bu
karakterleri ortaya koymaktaki asıl amaç da zaten şahısları değil, Kuran
ahlakından uzak bir toplumun büyük bölümüne hakim olan çarpık anlayışı deşifre
etmektir.
Meslekleri
anlatmaya geçmeden önce üzerinde durulması gereken son derece önemli bir konu
daha vardır: Bu bölümde detaylandırılacak olan konular mesleklere yönelik bir
eleştiri niteliğinde değildir. Elbette insanların bir toplum olarak
yaşayabilmesi için herkesin belirli bir mesleği olmalı, her insan kendi yetenekleri
ve istekleri doğrultusunda hizmet vermeli, topluma faydalı bir insan olmalıdır.
Bu noktada önemli olan şudur: İnsanları mesleklerine göre değerlendirmek, ona
göre bir sınıflandırmaya koymak yanlıştır. Bunun yanı sıra insanların sahip
oldukları mesleğe göre kendi şahsiyetlerinde oynama yapmaları çarpık bir
mantıktır. Unutmamak gerekir ki, her insan kendisini yaratan Allah'a karşı
sorumludur. Doğru olan da Allah'ın Kuran'da gösterdiği yollarla insanları
değerlendirmektir. Kuran'da insanlar arasındaki üstünlük ölçüsü ise şöyle
verilmiştir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve
bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler
(şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız,
(ırk ya da soyca değil) takvaca (Allah'tan korkup-sakınma konusunda) en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah, bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Yukarıdaki
ayette görüldüğü gibi insanlar ancak takvalarından, Allah'a olan
yakınlıklarından, gösterdikleri derin bağlılıktan sorumlu tutulacaklardır. Bir
kişinin erkek veya kadın olması, genç veya yaşlı olması, doktor veya sekreter
olması o kişinin hesap günü sorguya çekileceği konular değildir. Herkes kendi
bulunduğu şartlar içerisinde Kuran'a uymakla, Allah'ın emrettiği şekilde
yaşamakla, Kuran ahlakına uygun bir karakter geliştirmekle sorumludur.
İşte bu
bölümde yanlışlığına dikkat çekilecek olan konu da kişilerin Allah'ı, hesap
gününü, Allah'ın dinini unutup, geçici olan dünya hayatına kapılmaları ve
kendilerine göre birtakım değer yargıları geliştirmeleridir. Ve ardından da
çarpık değerler doğrultusunda karakterlerini, yaşantılarını belirlemeleridir.
Mesleklere göre değişen bu cahiliye karakterlerini detaylandırmadan önce genel
anlamda topluma hakim olan iş kadını ve iş adamı karakterini incelemekte fayda
vardır.
İŞ KADINI KARAKTERİ
İş
kadını karakteri, cahiliye ahlakının yaşandığı bir toplumda ev kadını
karakterinden daha çok itibar görür. Çünkü cahiliye ölçülerine göre, ev
kadınından daha önemli idealleri ve daha kayda değer sorumlulukları olduğu
düşünülür. Nitekim iş kadını olmaya karar veren kişinin asıl amacı da, ev
kadını kimliğinden ve bu kimliğin bazı kimselerde neden olduğu kompleksten
kurtulup kendince daha itibarlı bir konuma gelebilmektir. Bu yanlış düşüncede
olan insanlara göre iş hayatı kendisine herşeyden önce farklı bir kimlik
kazandıracak, "kendi ayakları üzerinde durmasını" sağlayacak ve onu
erkeklerle büyük ölçüde eşit şartlara getirecektir.
Nitekim
cahiliye toplumunda bir iş kadınından beklenen de budur. Din ahlakından uzak
yaşayan insanlar için en önemli kıstas maddi güç yani para olduğu için, bu
imkana sahip kadınları diğerlerinden üstün görürler. Bu insanların sahip olduğu
ahlak değil, sahip oldukları banka cüzdanları, tapular, şirket yetkileri bir
saygı sebebidir.
İşte
cahiliye ahlakına sahip toplumdaki bu kıstasların farkında olan iş kadınları da
işlerine büyük bir hırsla sarılır ve sahiplenirler. Mesleklerinde ne kadar
başarılı olurlarsa o kadar şahsiyet kazanacaklarına inanırlar. Bu nedenle de
işyerindeki herkese karşı kendilerini ispatlama yarışına girerler. Eğer o
işyerinde çalışan erkeklerin üst kadrosuna geçebilirlerse bunu büyük bir başarı
olarak kabul ederler. Bu durum kendilerince çok önemli bir fırsattır.
Etraflarına sürekli emirler yağdırır, yanlış yapılan ya da geciken bir iş
olduğunda bu kimseleri herkesin ortasında azarlamaktan çekinmezler. Bir yandan
erkeklere karşı kendilerini bu şekilde ispat etmeye çalışırlarken bir yandan da
işyerindeki kadınlarla rekabete girişirler. Her fırsatta onların
beceriksizliğini dile getirerek kendilerini ön plana çıkarmaya çalışırlar.
Ev
kadınlarının toplumdaki imajına sahip olmadıkları için kazançta olduklarını
zannederler. Oysaki değişen çok az şey olmuştur, temelde yaşadıkları, cahiliye
ahlakına sahip kadın karakteri yine aynı şekliyle durmaktadır. Değişen sadece
mekanlar ve kişiler olmuştur. Evinin, ailesinin sorunlarını kafasına takıp,
kocasıyla ya da annesiyle çekişen ev kadını gitmiş, yerine iş yerindeki
sorunlarla ve çalışanlarla rekabete girişen, kendini ispatlamaya çalışan iş
kadını gelmiştir. Dedikodular, çekişmeler, kıskançlıklar ya da duygusallıklar
aynı hızıyla devam eder. Çünkü insanın içinde bulunduğu sıkıntılı yaşamdan,
karanlık ruh halinden kurtulabilmesi cahiliyenin bir karakterinden diğerine
geçmesiyle değil, ancak ruhunda Kuran'a uygun bir değişiklik yapmasıyla mümkün
olabilir. İşte, cahiliye ahlakını yaşayan iş kadınları bu önemli gerçeği göz
ardı ettikleri için yine cahiliyenin tüm sıkıntı ve azaplarını yaşamaya devam
ederler.
Mümin
kadın ise bu önemli gerçeğin farkındadır. Kendini geliştirmek için dikkatini
hayatında yapacağı teknik değişikliklere değil, ruhunda ve ahlakında yapacağı
atılımlara verir. Bu nedenle de sürekli bir ilerleme kaydeder. Bunun dışında
çoğu cahiliye kadınında olduğu gibi komplekslere sahip değildir. Çevresindeki
diğer kadınlarla, işyerindeki erkeklerle veya çeşitli insanlarla maddi değerler
ve dünyevi ölçüler için rekabete girmeye tenezzül etmez. Böyle bir tavır için
hiçbir gerekçe de yoktur. Çünkü din ahlakında erkek-kadın rekabeti, bir tarafın
üstünlüğü ya da eksikliği gibi bir kavram yoktur. Her ikisi de kendi
yaratılışlarına uygun hareket ederler. Birbirlerine benzemeye değil, Kuran'da
tarif edilen mümin modeline uymaya çalışırlar. Allah Katında da müminlerin
arasında da sadece imanları ve güzel ahlakları ölçüsünde değer görürler. Ve
kadın erkek tüm müminler sadece hayırlarda yarışırlar.
İŞ ADAMI KARAKTERİ
Cahiliye
ahlakına sahip olan toplumlarda çalışan erkeklerin büyük çoğunluğu kendilerini
Kuran'ın pek çok ayetinde bildirildiği gibi dünya hayatının meşgalelerine
kaptırmışlardır. Tüm dünyaları işleri, en büyük amaçları ise işlerinde başarı
elde etmek olmuştur. İş dışındaki hayatlarına bile yine bu para kazanma tutkusu
hakimdir. Aileleri başta olmak üzere çevrelerindeki insanlarla konuştukları
konular çok sınırlıdır. Ya işten bahseder ya da hiç konuşmaz saatlerce oturup
düşünür, kafalarında daha çok para kazanmanın hesabını yaparlar. Kafaları işle
o denli meşguldür ki, genellikle eşlerine, çocuklarına, ailelerine, dostlarına,
arkadaşlarına karşı olan manevi yükümlülüklerini dahi unuturlar.
Bu
ahlaktaki kişiler her konuyu hep iş merkezli düşünürler. Toplumsal ilişkileri
çıkara dayalıdır. Dostluklarını hatta evliliklerini bile bu anlayış üzerine
kurarlar. Kendilerine menfaat sağlayabileceğine inandıkları kimselerle
ilişkilerini güçlendirirken, kendilerine fayda sağlamayacağına inandıkları
kimselerle görüşmeyi de vakit kaybı olarak değerlendirirler.
İş
yerinde ve evde genel olarak gergin ve stresli bir karakter sergilerler.
İşlerinin iyi gitmediği günlerde "dokunsalar patlayacak" şeklinde
ifade edilen bir yapıya bürünürler. Bu tip durumlarda son derece tahammülsüz
olurlar. Bu hallerine anlayışsızlık gösterildiğinde ise daha da tersleşir ve sinirlenirler.
Özellikle de eşlerinin iş hayatını kavrayamadıklarından dolayı anlayışsız
olduklarını düşünür ve yakınırlar.
Genellikle
hemen her konuda kendilerinden çok emindirler, akıllarını çok beğenir ve
kimsenin sözüne itibar etmezler. Yılların tecrübesini üzerlerinde
barındırdıklarını ve dolayısıyla da herşeyin en iyisini ve en doğrusunu
kendilerinin bildiğini iddia ederler. Bu nedenle onları inandıkları birşeyin
aksine ikna etmek mümkün olmaz. Hata yaptıklarını ya da yanlış düşündüklerini
fark etseler bile sözlerini geri almak ve hata yaptıklarını kabul etmek çok
ağırlarına gittiği için buna yanaşmazlar.
Onları
böyle bir karaktere yönelten asıl etken ise başta da belirtildiği gibi
"dünya hırsı"dır. Bu hırs nedeniyle pek çok insani yönlerini
kaybetmiş, maddi çıkarlar dışında birşey düşünmez olmuşlardır. Burada belirtmek
gerekir ki, bir insanın para kazanmak istemesi, işinde başarı elde etmek için
çalışması veya işini geliştirmeye yönelik planlar yapması son derece doğaldır.
Ancak bu istekleri dünyaya yönelik tutkulu bir şehvete dönüştürmek, ahireti
unutarak hırsa kapılmak hatalıdır. Yoksa bir insan büyük bir zenginliğe ve
mülke sahip olup, bunları Allah'ın razı olacağı şekilde harcamak isteyebilir
veya salih bir niyetle başarı elde etmeye çalışabilir.
Cahiliyedeki
iş adamı karakterinde ise böyle salih bir niyet değil, aksine dünyaya karşı
tutkulu bir bağlılık vardır. Oysa karakterlerine bu denli hakim olan para,
dünya hayatının geçici bir yararıdır. Dünyanın en zengin insanı ya da en
başarılı iş adamı da olsalar bir gün mutlaka ölecek ve tüm kazandıklarını
dünyada bırakacaklardır. Kendileri ise kazandıkları paranın hiçbir faydasını
göremeyecekler, bedenleri de toprağın altında çürüyüp gidecektir. Ardından ise
dünyada yaptıkları işlerden hesaba çekileceklerdir. Bu hesap gününde
kendilerine para kazanmak için ne kadar çaba harcadıkları ya da ne kadar
biriktirebildikleri sorulmayacaktır. Allah için ne yaptıkları, Allah'ın
rızasını kazanıp kazanmadıkları sorulacaktır. Bu nedenle dünyaya yönelik olarak
gösterdikleri tüm bu çabalar boşunadır.
Kuran'da
onların boşa çıkacak olan bu çabalarından şöyle bahsedilmiştir:
De ki: "Davranış (ameller) bakımından en
çok hüsrana uğrayacak olanları size haber vereyim mi?" Onların, dünya
hayatındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş
yapmakta sanıyorlar. İşte onlar, Rablerinin ayetlerini ve O'na kavuşmayı inkar
edenlerdir. Artık onların yapıp-ettikleri boşa çıkmıştır, kıyamet gününde onlar
için bir tartı tutmayacağız. (Kehf Suresi, 103-105)
MÜDÜR VE YÖNETİCİ KARAKTERİ
Din
ahlakından uzak toplumlarda, bir işyerinde birbirinden farklı pek çok karaktere
rastlamak mümkündür. Bu karakterlerin her biri o işyerinde kendilerine verilen
mevkinin etkisinde kalmışlardır. Her birinin yerine getirdiği sorumluluklar,
aldıkları maaş ve diğer çalışanlara göre bulundukları konum bu karakterleri
şekillendirir. Bu şartların etkisi altında gelişen karakterlerden biri de
"yönetici karakteri"dir. Bu karakteri taşıyan kimselerin kendi
aralarında çok normal karşıladıkları, ama aslında son derece çarpık bir
mantığın ürünü olan bir özellikleri vardır; duruma göre değişip şekillenen iki
karakteri aynı anda yaşarlar. Bunlardan biri işyerinde kendilerinden makam ve
mevki olarak üstte olan kişilere, diğeri ise alt kadrolarında çalışan kimselere
gösterdikleri karakterdir.
Cahiliye
toplumundaki bu ahlaka sahip kimseler patronlarının yanında son derece ezik bir
karaktere bürünürler. Onlara karşı her zaman için son derece saygılı, hatta
kimi zaman "iki büklüm"dürler. İstenilen herşeyi anında yerine
getirir ve en ufak bir kusur işlememeye son derece itina ederler. Patronları
kendilerine her türlü sözü söylemeye, gerekirse azarlayıp terslemeye hak
sahibidir. Müdürler bu tavırlardan alınmaz ve bunun patronlarının hakkı
olduğunu düşünür. Tüm güçleriyle kendilerini beğendirmeye ve onların gözüne
girmeye çalışırlar. Hatta onlara "yaranabilmek" için iş dışındaki
angaryalarını bile üstlenirler. Tüm bu özverili tavırların sebebi ise çok
açıktır; onlara maaşlarını veren ve işyerinin tüm hak ve yetkilerini elinde
bulunduran kişi patronlarıdır, dolayısıyla da müdürlerin tüm menfaatleri yine
bu kişilerin elindedir. Onların desteğini ve sempatisini kazanmak, müdürlerin
kariyerleri ve gelecekleri açısından son derece önemlidir. Bu nedenle bu
ahlaktaki kişiler şahsiyetlerinden ve onurlarından taviz vermekten kaçınmazlar.
Yine
burada önemli bir ayrımı belirtmekte fayda vardır: İnsanların kendilerinden
makamca veya yaşça üstün olan birine saygı göstermeleri, onlara karşı hürmet
duymaları, taleplerini yerine getirmeleri elbette güzel bir davranıştır. Ancak
bu kişilerin bunu yaparken Allah'ın rızasını aramaları ve karşı tarafı
sağlayabileceği maddi menfaatler yönünde değil, onun ahlakı yönünde
değerlendirmeleri gerekir.
Oysa
cahiliye toplumunda insanlar bu değerlendirmeyi yapmazlar. Maddi zenginliği
olan bir insan ahlaken son derece zayıf bile olsa ona derin bir saygı
gösterirler. Buna karşılık kendilerine bağlı olarak çalışan kimseleri
ahlaklarını hiç değerlendirmeden ezmeye çalışırlar. Çünkü burada da kıstasları
Allah'ın rızası değildir. Cahiliyenin çarpık mantığına göre kendileri o
insanlardan makamca ve maddi olarak üstündürler, o halde onlara her türlü kötü
muameleyi yapma hakkına sahiptirler. Artık patronunun karşısındaki o ezik insan
gitmiş yerine kibirli, kendinden aşırı emin, "dediğim dedik" bir
yönetici gelmiştir. Emrindeki kişilere karşı son derece katı, prensip sahibi ve
tavizsizdir. Etrafa emirler yağdırır, herhangi bir aksilik durumunda ise ilgili
kişiyi herkesin ortasında azarlamaktan çekinmez. Çünkü bu kimselerden elde
edeceği hiçbir menfaat söz konusu değildir. Ayrıca patronlarının kendi
üzerlerinde tatmin ettikleri kibirlerini onlar da kendi altlarında çalışan
kimseler üzerinde tatbik etmek isterler. Böylece şahsiyet bulduklarını ve
patronlarının yanında büründükleri ezik kişilikten kurtulduklarını düşünürler.
Bu iki
karakter arasındaki zıtlık işyerinin tüm çalışanları ve cahiliye toplumu
tarafından oldukça olağan karşılanır. Çünkü sistemin böyle işlediği düşünülür.
Bu batıl sisteme göre şirketin sahibi müdürlere, müdürler sekreterlere,
sekreterler de temizlikçilere ya da odacılara istedikleri tavırları göstermekte
serbesttirler. Bu sıralama tersten ele alındığında ise herkes bir üstünün
yüzüne karşı elinden gelen en iyi davranışları gösterir ve istenilenleri en
titiz şekilde yerine getirir. Ancak birbirlerinin gıyabında nefretlerini dile
getirmekten çekinmezler ve duydukları saygı da hiçbir zaman gerçek bir saygı
olmaz.
Açıkça
görüldüğü gibi bu, son derece çarpık bir sistemdir. Çünkü bu insanlar güzel
davranmayı bildikleri halde sırf birbirlerinden menfaatleri olmadığı için bu
tavırları birbirlerine göstermeye gerek duymaz ve ancak çıkarları söz konusu
olduğunda kullanırlar. Bu tavırları cahiliye sisteminin çarpıklığı içerisinde
göze batmaz ve gündeme getirilmez. Oysaki bu Kuran'a göre büyük bir
vicdansızlık örneğidir. Çünkü insan vicdanının ve aklının yettiği ölçüde,
koşullar ne olursa olsun, herhangi bir maddi veya dünyevi beklenti içinde
olmadan, en güzel tavırları göstermekle yükümlüdür. Allah insana hoşgörülü ve
tevazulu olmasını emretmiştir.
Çünkü
insanın etrafına karşı büyüklük taslayabileceği kendine ait hiçbir özelliği
yoktur. Makam da, mevki de ancak Allah'a aittir. Onu kullarından dilediğine
verir ve dilediğini üstün kılar. Dilediğinde de insanın durumunu tam tersine
döndürmeye ve eline verdiği tüm imkanları geri almaya kadirdir. İşte bu nedenle
de insan Allah'a karşı her an boyun eğici bir tavır içerisinde olmak
zorundadır. Allah insana bu konumunu ve acizliğini Kuran'da şöyle
hatırlatmıştır:
Yeryüzünde böbürlenerek yürüme; çünkü sen ne
yeri yarabilirsin, ne dağlara boyca ulaşabilirsin. (İsra Suresi, 37)
İşte
mümin, bu ahlakı yaşayan insandır. Yeryüzünde karşısında her kim olursa olsun
böbürlenmez ve Allah'a karşı sorumlu olduğunu unutmaz. Bu nedenle de böyle
değişken ve samimiyetsiz bir karakteri kendisine yakıştırmaz. Allah'ın
beğendiği ahlakı her an, her yerde, herkese karşı sergiler. Karşısındaki
insanın makamı, mevkisi ne olursa olsun saygılı ve nezaketli bir tavır
gösterir. Ama bu güzel tavırlarına karşılık o kişiden bir menfaat beklentisi
olmaz; aksine her salih amelin karşılığını Allah'tan bekler, O'nun hoşnutluğu
için çaba gösterir.
SEKRETER KARAKTERİ
Cahiliye
toplumunda bazı meslekler diğerlerine göre daha havalı, bazıları ise daha sıradan
bilinir. Sekreterlik pek çok mesleğe göre daha sıradan kabul edilir. Bunun en
önemli sebeplerinden biri ise, bu kimselerin bir kişinin yardımcısı olarak
çalışıyor olmalarıdır. Bu nedenle cahiliye toplumu içinde sekreterler
kendilerine meslekleri sorulduğunda çoğu zaman "asistanlık yapıyorum"
gibi cevaplar vererek kendilerini daha nitelikli göstermek isterler. Bu
mesleğin toplumun kimi çevrelerinde fazla itibar sağlayacak bir özellik
taşımaması nedeniyle, kariyer sahibi patronlarıyla ve onların yardımcısı
olmakla övünmeyi tercih ederler. Oysa bir insanın temiz bir işte, helal
yollarla para kazanıyor olması onun için yeterli olmalıdır. Hiç kimsenin
cahiliye ölçülerine göre üstün bir mevkiye sahip olması, etrafındaki
insanlardan itibar görmesi gerekli değildir. Bir insanı değerli kılan ve ona
hem dünyada hem de ahirette güzel bir yaşam sağlayacak olan, Allah'ın rızasını
gözeterek yaptığı işlerdir.
Cahiliye
ahlakı ise başta da belirttiğimiz gibi bambaşka ve çok yanlış ölçülere
sahiptir. Bu yanlış değer yargılarını benimsemiş olan sekreterler de içten içe
patronlarına karşı büyük bir hayranlık beslerler. Onları velinimetleri gibi
görürler. Bu nedenle de kendi üzerlerinde her türlü hakka sahip olduklarını
düşünürler. Ters tavırlarından, emirler yağdırmalarından ya da her türlü
işlerini yaptırmalarından hiçbir şekilde alınmaz ve rahatsızlık duymazlar.
Aksine onlar beklenilenin daha da fazlasını yapar ve patronlarını memnun etmek
için büyük bir çaba harcarlar. Çünkü patronları bir anlamda onların geleceği
demektir. Onları iş hayatında daha iyi bir konuma getirebilecek, çevre
edinmelerini sağlayabilecek ve hatta eğer zorda kalırlarsa yardım elini
uzatabilecek tek kişinin yine patronları olduğunu düşünürler.
Aslında
yaptıkları görevlerden çoğu bir sekreterin iş tanımında yer almaz. Ama cahiliye
toplumunda sekreterler kendilerine verilen her görevi yapmakla yükümlüdürler.
Bunu fırsat bilen patronlar da onları olabildiğince çalıştırırlar. Gün içinde
sinirlenerek sekreterlerine sürekli bağırıp çağırırlar. Sekreterler tüm bunlara
ses çıkarmaz, patronlarının yüzüne karşı güler, ama fırsat buldukça da
arkalarından dedikodularını yaparlar.
Bu
arada sekreterler de patronlarından gördükleri iş ahlakını başkalarına
uygularlar. Onlar da kendi çalıştıkları ortamda emirler yağdırıp işlerini
yaptırabilecekleri birilerini mutlaka bulurlar. Bu kişiler genellikle çaycılar
ya da temizlik görevlileridir.
Özellikle
üst düzeyde çalışan birinin sekreterliğini yapanlar, şirketin diğer çalışan
elemanlarına karşı oldukça kibirli tavırlar gösterirler. Çünkü kendilerini
büyük bir şirketin patronuna en yakın kişi konumunda görürler. Cahiliye
sisteminde holding patronunun sekreterinin şirket içinde, cahiliye mantığına
göre bir üstünlüğü vardır. Tüm müdürler patrona ulaşmadan önce onunla muhatap
olmak zorundadır. Çoğunlukla patronun ruh halini sekreterinden sorarlar.
Sekreterler de bu durumu fırsat bilerek, diğer çalışanlara sürekli emirler
yağdırmayı, özellikle alt kademedeki personeli tersleyerek konuşmayı tercih
eder.
Cahiliye
ahlakının yaşandığı bir toplumda bu karakterde yalan söylemek, tüm tavır
bozukluklarına göz yummak, arkadan çekiştirmek ve ikiyüzlü davranmak gibi daha
pek çok cahiliye tavrını görmek mümkündür. Tüm bunlar tek bir kişinin beğenisi
kazanarak ondan menfaat elde etme amacını taşır.
Oysaki
insana dünyada ve ahirette menfaat sağlayabilecek tek güç Allah'tır. İnsanların
gözüne girmeye ve onların hoşnutluğunu kazanmaya çalışan kimseler, asıl
hoşnutluğu kazanılması gerekenin yalnızca Allah olduğunu unuturlar. Müminler
ise sadece Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya çalışanlardır. Hiçbir zaman
insanları gözlerinde büyütüp, onları güç sahibi sanıp, onlardan menfaat umma
gibi bir yanılgıya düşmezler. Tüm kaderlerinin ve geleceklerinin ancak Allah'ın
kontrolünde olduğunun şuurundadırlar.
DOKTOR KARAKTERİ
Doktorluk
mesleği, özellikle günümüz toplumlarında halk tarafından el üstünde tutulan ve
her kesimde saygı uyandıran bir meslek dalıdır. Gerçekten insanların sağlığı
için çalışmak ciddi bir gayret, özverili bir yapı gerektirir. Ancak Kuran ahlakından
uzak toplumlarda insanların doktorlara bakış açıları ve doktorluk mesleğini
seçenlerin de bundan dolayı taşıdıkları karakter bazı farklılıklar gösterir.
Öncelikle
bazı insanlar hayatlarının, doktorların elinde olduğu gibi yanlış bir inanca
sahiptirler. Bu yüzden bu mesleği uygulayan kişilerden bir nevi "medet
umarlar".
Ailelerin
çoğu, çocuklarının doktor olmasını ister ve çocuklarına bu yönde telkin verir.
Bu nedenle "büyüyünce doktor olacağım" demeyen çocuk neredeyse yok
gibidir. Kuşkusuz anne babaların çocuklarını insanlara fayda verecek bir
mesleğe yöneltmesi güzel bir davranıştır. Ancak cahiliye toplumunda ailelerin
çocuklarını bu mesleğe yönlendirmesindeki ilk amaç çevrelerinden övgü
toplamaktır. Diğeri ise ailenin herhangi bir hastalığı olduğunda, doktor olan
çocuklarının kendilerine en iyi şekilde bakacağını düşünmeleridir. Böylelikle
aile bireyleri kendilerini bir nevi güvende hissederler. Yine aynı nedenlerden
dolayı doktorlar en makbul damat adaylarıdır.
Cahiliye
toplumunun doktorlara olan bu yanlış bakış açısı, kişiye tıp fakültesine
girdiği andan itibaren aşılanmaya başlanır. Beyaz önlükle hastane
koridorlarında yürüyen doktor adayları karşılarında tek bir model görürler.
Onlara öğretilen doktor modelinde doktorlar öncelikle kendilerinden çok emin
olurlar ve herşeyi kendilerinin bildiğini zannederler. Hastaların
anlayamayacağı bir dille konuşup, cümlelerinin içinde birçok tıbbi terim
kullanırlar. Bu kişiler elbette ki hastalarının bu kelimeleri anlamayacağını
bilirler. Ama yine de bu tutumlarını değiştirmez, bunu doktorluğun bir gereği
olarak algılarlar. Söz konusu ahlakın yaşandığı toplumlarda doktorların büyük
bir kısmının mezun olduktan sonra dünyada yalnız birkaç tane amaçları kalır;
ünlü bir uzman ya da profesör olmak, lüks bir muayenehaneye sahip olmak, mümkün
olduğunca çok para kazanabilmek, vs.
Bazı
toplumlarda insanlara aşılanan en büyük telkin, hayatlarının doktorların elinde
olduğu yanılgısıdır. İşte bu gibi toplumlarda doktora gösterilen hürmet ve
saygının altında insanların bu yanlış bilinçle yetiştirilmesi yatmaktadır.
Kendilerini bir damla sudan yaratan, onlara rızıklarını veren Yüce Allah'ın
üstün güç ve kudretinden tamamen habersiz yaşayan cahiliye toplumu,
zihinlerinde adeta ilahlaştırdıkları doktorları (Allah'ı tenzih ederiz)
insanüstü güçlere sahip birer varlıkmış gibi algılama yanılgısına kapılırlar.
Hastalıklarının geçmesi için cahilce onlardan medet umarlar. Halbuki Allah
insanları uyarmış ve her insanın ancak bir kul olduğunu bildirmiştir:
Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi
kullardır. Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler.
(Araf Suresi, 194)
Elbette
bir insanın iyileşmek için doktora gitmesi, onun tavsiye edeceği uygulamaları
yapması gereklidir. Ama bunu yaparken unutmamak gerekir ki insanlara hastalığı
da şifayı da veren Allah'tır. İnsanların nerede ve nasıl öleceğini de yalnızca
Allah belirler. Allah herkes için bir ölüm tarihi tespit etmişken insanlar
bundan habersiz o güne doğru yaklaşırlar. Bu büyük gerçeği unutarak gaflet
içinde yaşayan insanlar Allah'a dua etmeyi unutur, ama doktorlardan yardım
umarlar. Kendilerinden bu kadar ciddi bir beklenti içinde olunması, Kuran
ahlakından uzak yaşayan doktorlarda da değişik bir kibir geliştirir.
Kimi
doktorların özel muayenehanelerindeki tavırlarıyla, hastanede çalışırkenki
tavırları arasındaki fark da cahiliye kıstaslarının çarpıklığını en güzel
şekilde göstermektedir. Muayenehane özel bir kurum olduğundan, buraya gelen
hastalar da genellikle maddi açıdan varlıklı kişilerdir. Cahiliye insanlarının
para hırsı, varlıklı kişilere karşı son derece nazik davranmayı
gerektirdiğinden, kimi doktorlar buraya gelen hastalara karşı oldukça kibar
davranırlar. Çünkü muayeneye gelen kişi bu doktoru kendisi seçmiştir. Gördüğü
ilgiyi beğenmediği takdirde parasını ödeyerek başka doktora gidebilecek
güçtedir.
Olayların
bir de diğer yönü vardır. O da, bazı doktorların, maddi açıdan varlıklı olmayan
hastalara karşı olan tutumlarıdır. Parası olmayanın, cahiliye sistemi
içerisindeki konumu her zaman ezilmeyi gerektirdiğinden, bu çarpık mantık
örgüsü hastanelerde çalışan bazı doktorlarda da tam anlamıyla yerleşmiştir.
Doktorların hastanelerde muhatap oldukları kişiler çoğu zaman fakir
insanlardır. Bu yüzden cahiliye mantığıyla hareket eden bazı doktorlar
kendilerini hastanenin en kıdemli kişisi olarak görürler. Cahiliye mantığında
bu hastalara değer verilmediğinden, hastanede pek yüzlerine bakılmaz. Hatta pek
çok hastane çalışanı da aynı yanlış bakış açısını almıştır. Bir yer veya doktor
ismi soran hastalara oldukça ilgisiz davranırlar. Onlar da bu ortama ayak
uydurarak şefkat ve merhamet hislerinden uzaklaşmış, gördükleri manzaralara
alışmışlardır. Hastaneye gelen hastalar daha hastanenin kapısından girerken
kapıda duran bekçilerin sinirli ve ters tavırlarıyla karşılaşırlar.
Cahiliye
ahlakının hakim olduğu toplumlarda doktorların büyük çoğunluğu çok az bir
maaşla hastanelerde gece gündüz çalışırlar. Yıllarca buralarda çalıştıktan
sonra da en fazla bir bekleme salonuyla hasta odası olan bir muayenehaneye
sahip olurlar. Bu, pek çok doktorun hayattaki en büyük idealidir. İnsanlara
iyilik yapmak ve yardım etmek elbette ki takdir edilecek bir davranıştır. Ancak
cahiliye ahlakının hakim olduğu doktor karakterinde bu yoğun çalışmanın
temelinde sadece makam, maddiyat, ün gibi dünyevi beklentiler vardır. Oysa her
ne meslekten olursa olsun kişiyi onurlu, saygın ve itibarlı yapacak olan bu
kişinin Allah'ın sevgisini, rızasını ve ahireti kazanmak için çalışması ve
kendi aczini bilerek gayret etmesidir.
Unutulmamalıdır
ki, mesleği ne olursa olsun her insan kısa bir yaşam sürüp ahiret gerçeği ile
karşılaşacaktır. Ölümün ardından, kaç hasta baktığı, tıbbi terimleri yeterince
bilip bilmediği, mesleğindeki ünvanı ve bu tarz cahiliye kıstasları değil,
Allah rızası için nasıl işler yaptığı sorulacaktır. Fakat din ahlakından uzak
toplumlardaki doktorların çoğu bu gerçekleri görüp fark edemezler. Çünkü
cahiliyenin yıllarca kendilerine verdiği yoğun telkinin etkisi altındadırlar.
Onlar için sadece toplumun beğenisini kazanmak, insanların gözünde itibar
sahibi olmak önemlidir.
Kuran
ahlakına uygun olan ise yapılan her işin yalnızca Yüce Allah'ın rızasını
kazanmak amacıyla yapılmasıdır. Müminler meslekleri ne olursa olsun güzel bir
ahlak gösterirler. Müminler, yanlarında bulunan hasta, güçsüz ve zayıf
insanların en büyük destekçisi ve yardımcısıdırlar. Bu davranışlar, onların
Kuran'a uymalarından ve Allah'ın emrettiği ahlak anlayışından asla ödün
vermemelerinden kaynaklanır. Kuran'a sıkı sıkıya bağlanmış olan bir insan, tıp
ilmini kavrayabilmesinin ancak Allah'ın dilemesiyle olduğunu, şifa olacak
herşeyi Allah'ın yarattığını bilir. Bu nedenle de yaptıklarına ya da
bildiklerine Allah dilemedikçe sahip olamayacağını açıkça görür. Kendisinin de
her an hastalanabileceğini ve bu durumda da Allah'tan başka yardımcı ve şifa
verici olmadığını unutmaz. Hz. İbrahim'in Kuran'da bildirilen bu konudaki duası
tüm insanların kendilerine örnek alması gereken yüksek bir ahlakı
yansıtmaktadır:
"Ki beni yaratan ve bana hidayet veren
O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren O'dur.
Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü hatalarımı
bağışlayacağını umduğum da O'dur." (Şuara Suresi, 78-82)
CAHİLİYEDE HEMŞİRE KARAKTERİ
Öncelikle
belirtmek gerekir ki, insanlara merhametle yaklaşan, az bir karşılık alarak son
derece fedakarane bir şekilde sabahlara kadar hasta insanlara yardımcı olmaya
çalışan çok fazla hemşire vardır. Ancak burada bahsedilecek olan cahiliyenin
din ahlakından uzak yapısını yaşayan kişilerdir.
Bu tip kişiler
gün boyu en ağır şartlar altındaki hastalarla iç içe yaşadıkları için
hastaların tüm sorunlarına alışmışlardır. Hatta vicdani yönden iyice körelmiş
olan bir kısmı, şefkat ve merhametle yardım etmek yerine sakin ve umursuz bir
tavırla hastaları bekletmeyi, anlayışsız davranmayı ve hatta azarlamayı bile
olağan tavırlar haline getirmiştir. Böyle kişiler, hastaların çoğunun hasta
psikolojisiyle hareket ettiklerini ve durumlarını abarttıklarını düşünmekte ve
kendilerinden talep edilen yardımı esirgeyebilmektedir.
Acizlik
içerisindeki hastaların kendilerine muhtaç olduğunu bilmeleri cahiliye
karakterindeki kimi hemşireleri kibirli bir tavra yöneltir. Hastalara karşı
üstten bakan, onları küçümseyen ve hatta bazen de aşağılayan bir tavır
gösterirler. Çünkü kendileri muhtaç olunan insan konumundadırlar. Onlara göre
bu kadar 'önemli insanların' sıradan insanlara karşı olan tavırları da doğal
olarak kibirli ve ters olmalıdır.
Bu kötü
ahlakı yaşayan kimselerin birbirlerine karşı olan tavırları da hastalara olan tavırlarından
pek farklı değildir. Herkese bulunduğu mevkiye göre davranırlar. Söz gelimi
başhemşireye çok saygı gösterirken, diğer hemşireleri küçümserler.
Cahiliye
ahlakını yaşayan bazı ev kadınlarının fikirleri nasıl evin dört duvarı arasına
sıkışıp kalmışsa, bir kısım hemşireler de aynı karakterle hastane sınırlarına
sıkışıp kalmışlardır. Bu dünya içerisinde kendilerini gözlerinde çok büyütür ve
kibire kapılırlar. İnsanlara şifa dağıtanın kendileri olduğunu zanneder, sadece
bir vesile olduklarını düşünmezler. Halbuki hasta yatağına yattıklarında
kendilerine şifa veremediklerine, zararı engelleyemediklerine kendileri de
açıkça şahit olurlar. Ama yine de çoğu bu batıl inançlarından vazgeçmezler.
Allah bir ayetinde Kendisi'nden başka hiç kimsenin zarar veya yarar vermeye güç
yetiremeyeceğini şöyle bildirir:
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim
yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki:
"Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana
bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir
rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki:
"Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler."
(Zümer Suresi, 38)
Allah
insanlara yalnızca Kendisi'ne güvenmeleri gerektiğini bildirmiştir. Daha önce
Hz. İbrahim'in Kuran'da bildirilen duasında gördüğümüz gibi, müminler yalnızca
Allah'a güvenip, yardımı yalnızca O'ndan bekleyen insanlardır. Allah'ın
yarattığı bir yararı ya da zararı yine O'ndan başka engelleyebilecek bir güç
olmadığına gönülden iman ederler. Dünyadaki tüm ilaçların, doktorların,
hemşirelerin ya da uygulanan tüm tedavilerin Allah'ın insanlara şifa vermek
için yarattığı vesileler olduğunu unutmazlar.
ESNAF KARAKTERİ
Toplumda
çalışan kesimin büyük bir bölümü esnaf adı altında sınıflandırılır. Mağaza
sahiplerinden küçük tüccarlara, tezgahtarlardan sokak satıcılarına kadar pek
çok meslek esnaf tanımına dahildir. Cahiliye ahlakının yaşandığı toplumlarda,
esnaf olarak nitelendirilen kimselerin de pek çok meslek grubu gibi kendine has
bazı özellikleri vardır.
Pek çok
cahiliye karakterinde olduğu gibi cahiliyenin esnaf karakterine yön veren en
önemli etken de yine maddi değerlerdir. Daha çok toplumun orta halli kesiminden
gelen bu insanların büyük bir çoğunluğu, cahiliye ahlakını yaşadıkları ve
Kuran'a uymadıkları için, para kazanmak uğruna her türlü şekle girebilen bir
karakter geliştirmişlerdir. Çünkü toplumda yer edinebilmeleri ve saygın bir
sıfat kazanabilmeleri ancak zengin olmalarıyla mümkün olur. Zira cahiliye
toplumunda kişinin ahlakından, mesleğinden ya da kariyerinden önce gelen en
önemli kriter zenginliğidir. Maddi bir güç söz konusu olduğunda kişinin ne
cehaleti, ne görgüsüzlüğü, ne de dış görünümü sorun oluşturur. Maddi güç, her
zaman, her türlü imkanın kapısını açabilir.
Bu
nedenle cahiliye kriterlerine göre yaşayan esnaf kişilerin çoğu, iyi para
kazanmanın yollarını arar ve tüm dünyaları da bundan ibaret hale gelir. Bir
insanın maddi kazancının iyi olması için gayret göstermesinde hiçbir mahsur
yoktur elbette. Ancak, bir kimsenin bunu yaparken malın ve zenginliğin gerçek
sahibinin Allah olduğunu, Allah'ın dilediğini zengin dilediğini fakir kıldığını
ve bunda birçok hikmet olduğunu unutmaması gerekir. Ganiy (çok zengin,
herşeyden müstağni) olan Rabbimiz Allah'ın verdiğinden razı olması, Allah'ın
hoşnutluğu ve rızası için zenginliği talep etmesi ve Allah'ın lütfu olan malı
yine Allah yolunda en iyi şekilde değerlendirmesi gerekir. Bu şekilde
olmadığında ise, çok bencil ve çıkarcı bir karakter gelişebilir. Bu nedenle
cahiliyedeki esnaf karakterindeki pek çok kişinin büyük ideallere sahip, insani
yönü güçlü bir birey olmak gibi hedefleri yoktur; en büyük amaçları zengin olup
dünyaya yönelik çıkarlar elde etmektir. Genellikle menfaatçi bir karakter geliştirirler.
İnsanlardan ne kadar çıkar elde ederlerse kendilerini o kadar kurnaz görürler.
Bu
hırsın bir sonucu olarak kimi insanlarca dolandırıcılık, sahtekarlık bu
mesleğin doğal yönlerinden biri olarak görülür. Elbette bu kesim içerisinde
İslam ahlakını benimseyen, Kuran ahlakına uygun davranan ve her zaman dürüst
olan insanlar da vardır. Bu mesleği uygulayan insanların mutlaka dürüstlükten
taviz vermeleri gerekmemektedir. Burada söz edilen dolandırıcılık, sahtekarlık
din ahlakından uzak cahiliye sisteminin sonuçlarıdır. Söz gelimi cahiliye
toplumunda ticaretle uğraşan kişilerin bir kısmı ellerindeki hasarlı eşyaları
hiç tereddüt etmeden sağlammış gibi satabilirler. Bundan en ufak bir vicdan
azabı duymadıkları gibi bir kısmı da kendilerine asıl olarak bunu meslek
edinmişlerdir. Defolu eşya alır ve bunu sağlam fiyatına müşterilerine satarlar.
Bu kimselerin yaptığı bu işe aynı civardaki tüm esnaf şahit olur ama genellikle
hiçbiri karşı çıkmaz. Çünkü söz konusu kişilere göre bunlar ticaret hayatının
gereğidir. Müşteri kavramı, bu insanların bir kısmına, kandırılacak ve
üzerinden para kazanılacak kimseleri ifade eder. Oysa Allah tüm insanlara
ticarette adil bir tutum sergilemelerini, insanları aldatmamalarını
emretmiştir:
Ölçtüğünüz zaman ölçüyü tam tutun ve dosdoğru
bir tartıyla tartın; bu, daha hayırlıdır ve sonuç bakımından daha güzeldir.
(İsra Suresi, 35)
(Davud) Dedi ki: "Andolsun senin
koyununu, kendi koyunlarına (katmak) istemekle sana zulmetmiştir. Doğrusu,
(emek ve mali güçlerini) birleştirip katan (ortak)lardan çoğu, birbirlerine
karşı tecavüz ederler; ancak iman edip salih amellerde bulunanlar başka. Onlar
da ne kadar azdır."… (Sad Suresi, 24)
Tarih
boyunca tüm cahiliye toplumlarında Allah'ın bu emirlerine uymayan, adaletsizlik
yapmakta, insanları kandırmakta ısrarlı bir tutum sergileyen insanlar olmuştur.
Allah elçileri vasıtasıyla bu insanları uyarmıştır. Hz. Şuayb'ın kavmine bu
konuda yaptığı uyarılar Kuran'da şöyle haber verilir:
Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb'ı
(gönderdik). Dedi ki: "Ey kavmim, Allah'a ibadet edin, O'ndan başka
ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir 'bolluk
ve refah (hayır)' içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir
günün azabından korkuyorum." "Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adaleti
gözeterek- tam tutun ve insanların eşyasını değerden düşürüp- eksiltmeyin ve
yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın." "Eğer
müminseniz, Allah'ın bıraktığı (helal işlerden olan kazanç) sizin için daha
hayırlıdır. Ben, sizin üzerinizde bir gözetleyici değilim." (Hud Suresi,
84-86)
Ancak
genelde cahiliye toplumlarında insanlar, sahip oldukları çirkin ahlak sebebiyle
bu uyarıları dinlememiş ve bundan dolayı da hem dünyada bir sıkıntı ile
karşılaşmışlardır, hem de ahirette bunların hesabını mutlaka vereceklerdir.
Cahiliye toplumunda bu karakteri taşıyan insanlar menfaat elde etmek için
gerektiğinde basit tavırlar göstermekten de çekinmezler. Cahiliyenin bu çarpık
mantığını tezgahtar olarak çalışan bir kısım insanlarda da görmek mümkündür. Cahiliye
toplumuna ayak uydurmuş olan bu kişiler, müşterilerine bir eşya satabilmek için
her türlü yolu denerler. Yakışmadığı çok açık olan bir giysinin yakıştığını
ispatlamak için olmadık yalanlar söyler, uzun uzun dil dökerler.
Bu tip
kişilerin toplumda en çok saygı duydukları kimseler ise zengin insanlardır.
Onların her türlü işini yapmayı kendilerince büyük bir fırsat olarak görürler.
Cahiliye
toplumunun büyük bölümü gibi bu insanların da bir kısmı İslam dinini tanır ve
Allah'ın koyduğu emir ve yasakları oldukça iyi bilirler. Ancak buna rağmen sırf
dünya hayatından çıkar elde etmek amacıyla bu emir ve yasakların birçoğuna
uymazlar.
Bunun
yanında para kazanmak için son derece hırslı bir karakter gösteren, hiçbir
fedakarlıktan kaçınmayan bu insanlar, kendilerini yaratan ve sahip oldukları
herşeyi veren Allah'ın emirlerini yerine getirme konusunda son derece tutuk ve
isteksiz davranırlar. Allah bu karakterdeki kişileri ve aynı zamanda da tüm
insanları dünyaya bu kadar kapılıp ahireti unutmamaları konusunda pek çok ayeti
ile uyarmıştır:
Ey iman edenler, ne mallarınız, ne
çocuklarınız sizi Allah'ı zikretmekten 'tutkuya kaptırarak-alıkoymasın'; kim
böyle yaparsa, artık onlar hüsrana uğrayanların ta kendileridir. (Münafikun
Suresi, 9)
De ki: "Eğer babalarınız, çocuklarınız,
kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, az kar
getireceğinden korktuğunuz ticaret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah'tan,
O'nun Resûlü'nden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık
Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fasıklar topluluğuna hidayet
vermez. (Tevbe Suresi, 24)
İşte
müminlerin farkı ve Allah Katındaki üstünlükleri de buradadır. Onlar da
gerektiğinde günlerinin büyük bölümünü çalışarak, para kazanmak amacıyla
geçirebilirler. Ancak onlar iyi bir kazanç elde etmeyi, Allah'ın rızasını
kazanabilmek, O'nun hoşnut olacağı harcamalarda bulunabilmek amacıyla isterler.
Ayrıca yaptıkları iş ne olursa olsun, hiçbir zaman için Allah'ı zikretmeyi ve
ahireti düşünmeyi unutmazlar. Allah'ın emri gereği, insanlara asla haksızlık,
adaletsizlik yapmaz, hiç kimsenin hakkını ihlal etmezler. Allah bu güzel
ahlaklı insanları Kuran'da şöyle tanıtmıştır:
(Öyle) Adamlar ki, ne ticaret, ne alış-veriş
onları Allah'ı zikretmekten, dosdoğru namazı kılmaktan ve zekatı vermekten
'tutkuya kaptırıp alıkoymaz'; onlar, kalplerin ve gözlerin inkılaba uğrayacağı
(dehşetten allak bullak olacağı) günden korkarlar. (Nur Suresi, 37)
MEMUR KARAKTERİ
Cahiliye
mantığında memur karakteri taşıyan insanlar arasında farklı bir ruh hali
hakimdir. Bu nedenle bu kimselerin "memur" oldukları bakar bakmaz
anlaşılır. Ancak onları deşifre eden yaptıkları iş değil, yüzlerindeki ifade ve
gösterdikleri tavırlardır. Cahiliye ahlakındaki bu insanların tavırlarına yön
veren yanlış mantık ise şudur; bu kimseler sabit ücretlerle sabit mevkilerde
bulunurlar. Dolayısıyla da normalin üzerinde gösterecekleri bir çaba onlara ne
maaşları, ne mevkileri, ne de itibarları açısından ek bir menfaat
sağlamayacaktır. Bu durumda ekstra bir iş yüklenerek sadece boşuna yorulmuş
olacaklarını düşünürler. Ayrıca eğer yapılacak ek bir iş varsa bunu bir
başkasının üzerine bırakmak varken kendileri üstlenmeyi de cahiliye bakış
açısıyla "enayilik" olarak değerlendirirler. İşlerini halletmek için
gelen kişilere gösterecekleri tavırlara da hiç özen göstermezler. Çünkü bu
insanlara gösterecekleri güzel ahlaklı bir tavrı da "ek iş" olarak
değerlendirirler.
İşte bu
düşünceleri nedeniyle cahiliye ahlakına sahip olan memurların büyük çoğunluğu
çevrelerine karşı umursuz bir karakter geliştirir. Sadece kendilerine verilen
işi yapar ve bunun dışında birşey istendiğinde ya hiç ilgilenmez ya da bir
başkasına yönlendirirler. İşyerlerine gelip kendilerine bir soru soran kişinin
yüzüne ya hiç bakmaz ya da bakıp hiç cevap vermeden başlarını aşağıya doğru
indirir ve işlerine devam ederler. Karşılarındaki kişiyi mağdur durumda
bırakmaktan hiç sıkıntı duymazlar. Cahiliye ahlakındaki memurların bu baştan
savma ve geçiştirici tavırları artık tüm toplumun neredeyse ezberlediği bir
manzaradır. Karşılarındaki kimselere değer vermez ve sırf kendi rahatları için
gerekirse onları sebepsiz yere saatlerce kuyruklarda bekletebilir ya da masa
masa dolaştırabilirler. Umursuzlukları nedeniyle insani yönlerinin pek çoğu
körelmiştir. Halden anlamak, ince düşünmek, nezaket ya da hoşgörü göstermek
için bir gerekçe göremezler. Bu tavırları gösterseler de göstermeseler de nasıl
olsa maaşlarını alacaklardır. Ve karşılarındaki insanı da bir daha
görmeyeceklerdir zaten. Bu nedenle herşeyleri mekanikleşmiştir. Az konuşur, az
güler, az düşünür ve sadece ellerine verilen işi yaparlar. Oysa Allah'ın
emrettiği ahlakı yaşayan insanların böyle tavırlar göstermeleri mümkün
değildir. Onlar diğer insanlara karşı her durumda saygılı, ilgili ve nezaketli
bir tavır gösterir. Zor durumda kalan kişilere ellerinden geldiğince yardım
eder, o an yardım edebilecek bir imkanları olmasa bile en azından güzel bir
sözle karşılık verirler.
Burada
tarif edilen memur karakterine sahip kişilerin bir başka özellikleri de her
yönleriyle klasikleşmiş, yani hep aynı tavırları gösteren, olaylar karşısında
belirli tepkiler veren kişiler olmalarıdır. Günlük hayatlarının akışı,
görüştükleri insanlar, konuştukları konular, alışkanlıkları, zevkleri tamamen
bu klasik yapının etkisi altındadır. Halen gençliklerinde moda olan tarzda
giyinir, aynı saç stillerini uygularlar. Yeniliklere tamamen kapalı bir
karakterleri vardır. Hiçbir konuda yerleşik olan düzenlerini bozmak istemezler.
Onları, yapacakları yeniliğin eskisinden daha güzel olacağına ikna etmek mümkün
olmaz. Her işlerini modası geçmiş aletlerle ve modası geçmiş yöntemlerle yapar,
saatlerce uğraşır ve vakit kaybederler. Ama yine de alıştıkları stilden
vazgeçmezler.
Tüm bu
anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi cahiliye ahlakının memur karakterini yaşayan
insanların büyük kısmı hem ahlak yapılarında hem de sosyal yaşantılarında
tembel ve üşengeç bir tavır sergilerler. Çıkar sağlayacaklarını düşündükleri
bir olay olmadığı sürece de bu yapılarından ödün vermezler. Konunun başında da
açıklandığı gibi bir çıkar söz konusu olmadığında yaptıklarının boşa gideceğine
inanırlar. Oysa memurluk, bir hizmet mesleğidir. İslam ahlakını yaşayan bir
memur bir iş için gelen kişilere çok güzel tavırlar göstererek hizmet eder.
Asla onları sıkıntıya sokacak, boş yere vakitlerini alacak şekilde davranmaz.
Çünkü, insanın iyilikten ve güzel ahlaktan yana yaptığı hiçbir şeyin boşa
gitmeyeceğini bilir. Yaptığı her işi Allah'ın rızasını kazanmak, Allah'ın
beğendiği ahlakı en fazlasıyla yaşamak niyetiyle bir ibadet olarak yerine
getirir. Güzel davranışlarının hepsi hesap gününde ortaya konmak üzere Allah'ın
Katında bir kitaptadır.
Kuran'da
Hz. Lokman'ın oğluna bu konuyu şöyle hatırlattığı bildirilmiştir:
"Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir
hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya parçasından ya da
göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açığa
çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (herşeyden) haberdardır." (Lokman
Suresi, 16)
Yine
Allah'ın bu konuyu hatırlattığı ayetlerden bazıları ise şöyledir:
De ki: "Ey iman eden kullarım,
Rabbinizden sakının. Bu dünyada iyilik edenler için bir iyilik vardır. Allah'ın
arzı geniştir. Ancak sabredenlere ecirleri hesapsızca ödenir." (Zümer
Suresi, 10)
... Kim bir iyilik kazanırsa, Biz ondaki
iyiliği arttırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır, şükredene karşılığını
verendir. (Şura Suresi, 23)
Hayır, kim (güzel davranış ve) iyilikte
bulunarak kendisini Allah'a teslim ederse, artık onun Rabbi Katında ecri
vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır. (Bakara
Suresi, 112)
Gerçek şu ki, Allah zerre ağırlığı kadar
haksızlık yapmaz. (Bu ağırlıkta) Bir iyilik olursa, onu kat kat kılar ve Kendi
yanından pek büyük bir ecir verir. (Nisa Suresi, 40)
Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on
katı vardır, kim bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla
cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa uğratılmazlar. (Enam Suresi, 160)
Elbette
güzel tavırlarda bulunmak için insanın çaba harcaması ve emek vermesi
gerekecektir, ama alınacak karşılık ayetlerden de anlaşılacağı gibi, güzellikle
geçen bir yaşam, sonsuz bir cennet hayatı ve daha da önemlisi Allah'ın rızası
olacaktır.
DİĞER CAHİLİYE KARAKTERLERİNDEN ÖRNEKLER
ZENGİN KARAKTERİ
Cahiliye
toplumunda insanların karakterlerine yön veren önemli bir etken de yetiştikleri
ya da yaşadıkları çevredir. Her çevrenin herkes tarafından bilinen özel bir
yapısı vardır ve kişiler bulundukları bu çevrelerin karakterini alır ve
hayatlarının sonuna kadar da bu etkiyi üzerlerinde taşırlar. Bu, şehirlere göre
olduğu kadar, bir şehir içerisindeki semtlere göre bile farklılık gösterebilen
bir yapıdır.
Nitekim
cahiliye sohbetlerinde yeni tanışılan bir insana isminin hemen ardından nerede
doğup büyüdüğü ya da hangi semtte oturduğu gibi sorular sorulur. İşte bunun
altında yatan asıl amaç karşı tarafın yetiştiriliş şartları ve karakteri
hakkında genel bir fikir edinebilmektir. Çünkü cahiliye insanları da çevre
faktörünün karakterlerine ne derece etki edebildiğinin farkındadırlar.
Çevrenin
etkisiyle gelişen bu karakterlerden biri, "zengin karakteri"dir. Bu
karakter yapısını özellikle küçük yaşlardan itibaren zengin çevrelerde yetişip
büyüyen kimselerde görmek mümkündür. Çocukluklarından beri toplumun pek çok
üyesine göre çok daha iyi şartlar altında yaşamış olan bu kimseler genellikle
hayatlarında hiç zorluk ve sıkıntı tatmamışlardır. İstedikleri birşeyi hiçbir
çaba harcamadan anında elde etmiş ve her zaman için hazır olarak bulmuşlardır.
Acıktıklarında yemekleri önlerine gelmiş, bıraktıkları dağınıklıklar toplanmış,
istedikleri eşyalar anında temin edilmiş, arabaları satın alınmış, paraları
cüzdanlarına konmuştur. Bunların hiçbirini kazanmak için en ufak bir çaba
harcamalarına gerek kalmamıştır. Oysa olayların arka planında tüm bunların
önlerine gelmesini sağlayan pek çok insanın maddi manevi emekleri vardır.
Birileri çalışmış para kazanmış, ihtiyaçlarını düşünüp tesbit etmiş, bunları
temin edip hazırlamış ve en güzel şekilde sunmuşlardır. Ancak cahiliye ahlakını
yaşayan insanların büyük kısmı bunu düşünmez, dolayısıyla da takdir edemez.
Bu
umursuz yapının getirdiği temel özellikleri ise "halden
anlamamaları"dır. Bu kimselerin büyük çoğunluğu kendileri zorluk ve
sıkıntı yaşamadıkları için, zor şartlar altında yaşayan insanların içerisinde
bulundukları durumu değerlendiremezler. Söz gelimi kendileri maddi yönden geniş
imkanlara sahip oldukları halde sırf düşüncesizliklerinden, kısıtlı imkanlara
sahip olan bir dostlarının imkanlarını kullanıp onu zor durumda bırakabilirler.
Ve çoğu zaman neden oldukları bu sıkıntının farkına dahi varmazlar.
Cahiliye
ahlakına sahip olan bu kimselerin bir kısmının dikkat çekici özelliklerinden
bir diğeri de vefakar olmamalarıdır. Karşılarındaki insanların güzel
özelliklerini ve üstün yönlerini takdir edemedikleri için onlara vefa göstermek
için de bir sebep bulamazlar. Böyle insanlar genellikle samimi bir dostluğu
hiçbir zaman elde edemezler. Ellerindeki maddi güce çok fazla güvendikleri için
bir insanın dostluğunu kaybetseler bile ellerindeki imkanlarla başka birilerini
bulabileceklerini düşünürler. Karşılarındaki kişinin insani yönlerini, Kuran'a
göre güzel ahlaklı olmasını değil, ondan ne kadar dünyevi menfaat
sağlayabileceklerini düşünürler. Bu durumda dostluktaki ölçüleri de sevgi ve
güzel ahlaka dayalı olmadığı için asla gerçek bir dostluk kuramazlar. Ya
paralarından istifade etmek için yanlarına yaklaşan insanlarla ya da kendileri
gibi zengin olup gerçek dostluğu bilmeyen, halden anlamayan insanlarla beraber
olabilirler.
Elbette
tüm bu olumsuz özellikleri sebebiyle kolay kolay mutlu da olamazlar. Büyük
kısmı istediği herşeyi fazlasıyla elde etmeye alıştığı için maddi değerler
karşısında kayıtsız ve monotonlaşmış bir tavır gösterir. Manevi güzelliklerden
ise, incelikleri gereği gibi fark edemedikleri için çoğunlukla zevk alamazlar.
Bu tavırları, diğer insanlarla kıyaslandığında daha da dikkat çekici bir hal
alır. İncelikleri kavrayamayan bir insan kendisine sunulan güzelliği hem
sıradan bir olay olarak değerlendirir, hem de kısa sürede unutup gider.
Dolayısıyla da ortaya hiçbir şeyden kolay kolay tatmin olmayan bir karakter
çıkar.
Bu
kimseler insanların güzel yönlerini görememeleri nedeniyle onlara derin bir
sevgi ve saygı da beslemezler. Hatta karşı tarafın sevmek için onlarda güzel
özellikler görmek isteyebileceğini akıllarına bile getirmezler. Bu nedenle de
mutlu olamaz, sevgiye, saygıya ve sadakate dayalı dostluklar kuramazlar.
Tüm bu
anlatılanlardan da anlaşılacağı gibi, ortaya insani özelliklerden oldukça uzak
bir karakter çıkar. Ancak şu da önemlidir ki, bu kimseler yaşadıkları çevreden
koptuklarında ya da maddi imkanlarını kaybettiklerinde bile artık alıştıkları
bu ahlakı yaşamaya devam ederler. Dolayısıyla da zengin karakteri sadece kelime
anlamıyla zengin olan insanları içermez. Bu kimselerin sadece bu çevrede ve bu
şartlarda yetişmiş olmaları bile kimi zaman bu karakteri yaşamaları için
yeterli olur.
Oysa
zenginlik ya da zengin bir çevrede yetişmiş olmak güzel bir ahlaka sahip
olmamak için bir sebep değildir. Aksine zenginlik Allah'ın insanlara verdiği
güzel bir nimettir. Önemli olan bu nimeti Allah'a şükrederek ve O'nu takdir
ederek kullanmasını bilmektir. Bu konunun örneklerini peygamberlerde görmek
mümkündür. Hz. Süleyman'ın Allah'ı zikretmek, O'nun nimetlerini anmak ve
şükretmek için Allah'tan mal istediği Kuran'da şöyle bildirilmiştir:
O da demişti ki: "Gerçekten ben, mal
(veya at) sevgisini Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim..." (Sad
Suresi, 32)
Ayrıca
Allah'ın verdiği nimeti takdir edebilecek ahlaktaki bir insan, aynı şekilde
çevresindeki insanlarda gördüğü güzellikleri de kavrayabilecek bir düşünce
ufkuna sahip demektir. Dolayısıyla böyle bir insan dünyanın en zengin insanı da
olsa, herşeyi önüne hazır gelse, ya da hayatı boyunca hiçbir zorluk ve
sıkıntıyla karşılaşmamış da olsa yine de halden anlayan, ince düşünceli,
vicdanlı bir karaktere sahip olur. Sıkıntı çekenin, fakir olanın ruh halini,
ihtiyaçlarını bilir. Sevgiyi, saygıyı, sadakati en derin şekliyle yaşayabilir.
Dostluğu, arkadaşlığı herkesten daha iyi bilir. Çünkü bu kimse mümindir ve her
ne kadar refah içerisinde olursa olsun vicdanını ve aklını bir kenara bırakmaz.
Hep daha iyisini daha güzelini bulmak ve Allah'ın rızasını daha da fazla
kazanmak için sürekli bir arayış içerisinde olur. Bu nedenle rahatlık onu ahlak
tembelliğine itmez. Çünkü müminler Yüce Allah'a yakınlaşmak ve O'nun sevgisini
kazanabilmek için yarışırlar.
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve
onlar bundan dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
"SONRADAN GÖRME" KARAKTERİ
Cahiliye
toplumunda "sonradan görme" olarak tanımlanan kimseler, genellikle
orta halli bir hayat sürdükten sonra ya kendilerine kalan bir miras ya da
benzeri bir imkan neticesinde aniden zenginleşen kimselerdir. Bu kişiler
arasında dinden uzak yaşayanlar, yıllar sonra ellerine geçen bu nimeti Allah'a
şükrederek değil de, insanlar arasında bir üstünlük elde etmeye çalışarak
değerlendirirler. Konuşmalarında sürekli olarak ne kadar zengin olduklarından,
nasıl hesapsız para harcadıklarından, neler aldıklarından, nerelerde tatil
yaptıklarından bahsederler. Bir kıyafet alacaklarsa bunun mutlaka markası
üzerinde yazanını tercih ederler. Gittikleri her yerin tabelası altında resim
çektirir ve bunu evlerinin baş köşesinde sergilerler. Zevk alsınlar ya da
almasınlar zengin insanların yaptığı herşeye özenir ve onların hayat tarzını
taklit ederler. Söz gelimi yabancı dil biliyor ya da yurt dışından yeni gelmiş
imajı vermek için konuşmalarının arasında doğru düzgün anlamını dahi
bilmedikleri yabancı kelimeler kullanırlar. Pek çoğunda da yerli yerince
kullanamadıkları için özentilikleri açıkça ortaya çıkar. Kaliteli görünmek
isterken küçük düşmüş olurlar. Ya da sırf son moda kıyafetler giyiniyor imajını
verebilmek için kendilerine hiç yakışmayan giysiler giyerler.
Kendilerine
dışarıdan bakmayı bilmezler. Ya da bir başka deyişle bir başkasının gözüyle
kendilerini değerlendiremezler. Neyin kendilerini komik duruma düşüreceğini,
neyin yakışıp neyin doğal duracağını göremezler. Tüm güçleriyle zengin çevrede
yaşayan insanların her yaptığını taklit etmeye devam ederler.
Onlara sonradan
sahip oldukları tüm imkanları yaratanın Yüce Allah olduğu çok açık bir
gerçektir. O ana kadar kendilerine daha çok mal ve mülk vermesi için belki
defalarca Allah'a dua etmişlerdir. Ama bu duaları kabul olduğunda da hemen eski
durumlarını ve Allah'a yakardıklarını unutmuşlardır. Kuran'da kendilerine nimet
verildiğinde kötü ahlak gösteren insanlardan şöyle söz edilmiştir:
İnsana nimet verdiğimiz zaman, yüz çevirir ve
yan çizer; ona bir şer dokunduğu zaman ise, artık o, geniş (kapsamlı ve
derinlemesine) bir dua sahibidir. (Fussilet Suresi, 51)
Zengin
insanlara kendilerini beğendirebilmek için çok çeşitli yöntemler denerler, ama
bu antipatiden başka bir şey oluşturmaz. Aslında bir anlamda da tuzağa düşmüş
olurlar. Allah, Kendisi'ni razı etmek için yaşamak yerine insanlara kendilerini
beğendirmeye çalışan bu insanlara umduklarının tam tersiyle karşılık verir. Bu
durumda hem Allah'ın sevgisini hem de insanların beğenisini kaybetmiş olurlar.
"ENTEL" KARAKTERİ
Toplumda
"entel" olarak bilinen bu kültür, cahiliye toplumunun önemli bir
kesimini etkisi altına almış din dışı karakterlerden biridir. Cahiliye ahlakını
taşıyan bu karakterin özelliklerine geçmeden önce şunu belirtmekte yarar
vardır: Burada üzerinde durulan entel karakteri, her toplumda olması gereken ve
saygı duyulan aydın kişileri kapsamamaktadır. Bir insan için aydın olmak, hür
düşünceli olmak, içinde yaşadığı toplumun refahı ve düzeni için fikir
geliştirmek son derece önemli ve değerli özelliklerdir. Burada anlatılan entel
karakteri ise, temel felsefesini, inançsızlığın yaşam şekli ve düşünce
yapısından alan ve bunu tüm hayata hakim kılmayı hedefleyen, aslında hiçbir
entelektüel birikimi olmamasına rağmen kendini birikim sahibi gibi göstermeye
çalışan bir karakterdir. Ancak pek çok insan, özellikle de gençler, temelinde
yatan bu fikirden habersiz olarak, yalnızca toplumda bir şahsiyet
kazanacaklarını düşündükleri için bu karaktere özenirler.
Bu
kültürü genellikle üniversite çevrelerinde görmek mümkündür. Toplumda özellikle
güzel sanatlarla ilgilenen insanların bu kültürü yaşaması gerektiğine dair
yanlış bir inanç hakimdir. Bu nedenle de lise yıllarında bambaşka bir karakter
içerisinde olan bir kimse güzel sanatlar ya da benzeri bir üniversite dalında
okumaya başladığında bir anda tüm kimliğini değiştirir. Giyim tarzından saç
modeline, zevk ve alışkanlıklarına kadar tüm stiline "entel" havası
vermeye çalışır. Çünkü cahiliye toplumu ona bir sanatçının ancak böyle bir stil
içerisinde olursa başarılı olacağı telkinini verir.
Bu
kimseler bundan sonraki hayatlarında artık bu imajın gerektirdiği herşeyi
yapmaya hazırdırlar. Günlerini "entel kahveleri" adı verilen, sigara
dumanının hakim olduğu, loş ve izbe yerlerde ya da barlarda "entel
sohbetleri" yaparak geçirmeye başlarlar. Kendilerinin toplumun aydın ve
ilerici kesimini temsil ettiklerini öne sürer ve insanlığı kurtarmak için
formüller üretirler. Ancak çoğunlukla bunlar hikmetsiz, sonu gelmeyen ve sonuç
çıkmayan karmaşık tartışmalardan ibarettir. Uç şeyler düşünmek, uç mantıklar
öne sürmek ve buna uygun bir hayat yaşamak bu kimseler için büyük önem taşır.
Bu şekilde diğer insanlardan farklı olabileceklerini düşünürler. Yaptıkları
resimlerde, heykellerde, yazdıkları kitaplarda ve şarkılarında bu ruhu dile
getirmeye özen gösterirler. Oysaki bakıldığında eserlerinin pek çoğunun
"entellik" adı altında aslında ruhsuzluğu temsil ettiği görülür.
Gerçek ve derin güzellikler sunan bir sanat anlayışları olmaz; genellikle
karanlık, karamsar ve karmaşık bir ruh halinin hakim olduğu bir sanat
anlayışına sahiptirler.
Seyrettikleri
filmler, okudukları kitaplar hep bu entel havasını yansıtabilmeye yöneliktir.
Yoksa bunların çoğundan kendileri de zevk almazlar. Kimi zaman da
"entelliğin" bir kuralı olarak, okumuş havası vermek için hiç
okumadıkları halde bir kitabı ellerinde dolaştırır ve içinden ezberledikleri
birkaç kalıp cümleyi sağda solda söyleyerek "prestij" elde etmeye
çalışırlar.
Felsefecilerin
de kulaktan dolma birkaç sözünü ezberler ve buluştukları kahvelerde sık sık
bunları dile getirirler. Sorulduğunda ise tüm felsefe akımlarını
incelediklerini ve hatta bu konuda uzmanlaştıklarını söylerler. Oysaki çoğunun
ciddi anlamda hiçbir bilgisi yoktur.
Orijinal
olma saplantıları ahlak konusunda da uç fikirler geliştirmelerine neden olur.
Aile ve evlilik kavramlarının gereksizliğini, sınır tanımadan özgür yaşamanın
modernlik ve medeniyet alameti olduğunu savunurlar.
Karanlık
bir ruh halleri vardır. Karakterlerine ve tüm hayatlarına bir ruhsuzluk
hakimdir. İç karartıcı yerlerden, loş ve karanlık ortamlardan, karmaşadan ve kuralsızlıktan
hoşlanırlar. Yaşadıkları ortamlar tüm detaylarıyla bu ruh hallerini yansıtır
bir görünümdedir. Her yere içecek kutularının dağıldığı, kıyafetlerin,
kitapların üst üste atıldığı dağınık ortamlarda, üstleri başları temizlikten
uzak bir şekilde yaşamlarını sürdürürler.
Ancak
genel hatlarıyla yaşadıkları bu hayattan aslında hiçbir zevk de alamazlar.
Çünkü Allah dinsizliği insanın sıkıntı duyacağı ve mutsuz olacağı bir sistem
olarak yaratmıştır. Hiç kimsenin hiçbir kural tanımadığı, dolayısıyla da
herkesin birbirinin haklarına saldırabildiği, düzen ve sınırın olmadığı, dinin
getirdiği insani ve ahlaki vasıfların yaşanmadığı bir ortamın zararı en başta
kendilerine dokunacaktır. Bu nedenle hedefledikleri bu hayatın küçük bir
bölümünü yaşamaları bile bu zararlarla karşılaşmaları için yeterlidir.
İnsanlara
asıl şan ve şeref kazandıracak olan şey ise Allah'ın insanlar için indirdiği
hak dindir. İnsan ancak bu sistemde rahat edebilir ve hayattan ancak Kuran
ahlakını yaşadığı takdirde gerçek bir zevk alabilir.
TÜM CAHİLİYE KARAKTERLERİ HAKKINDA
Kitabın
başından bu yana cahiliye toplumunda hakim olan pek çok insan karakterini tüm
ahlak özellikleri, kişilik yapıları, hayata bakış açıları ve alışkanlıklarıyla
inceledik. Unutmamak gerekir ki, bunlar arasında olumlu ve dengeli özelliklere
sahip, mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayan bir model yoktur. Çünkü tüm bu
karakterler din dışı bir sistemden türemiştir. Allah insanları ancak din
ahlakını yaşadıklarında ve iman ettiklerinde mutlu olacakları şekilde yaratmıştır.
Kuran'da belirtilen bu ahlak modeli dışında binlerce yaşam şekli, binlerce
karakter yapısı daha türetilse hepsi yine aynı sonucu verecek, sıkıntı, karmaşa
ve huzursuzluk getirecektir. Allah din ahlakından uzak insanların bu durumunu
Kuran'da verdiği bir örnekle şöyle açıklamıştır:
İşte bunlar, hidayete karşılık sapıklığı
satın almışlardır; fakat bu alışverişleri bir yarar sağlamamış; hidayeti de
bulmamışlardır.
Bunların örneği, ateş yakan adamın örneğine
benzer; (ki onun ateşi) çevresini aydınlattığı zaman, Allah onların aydınlığını
giderir ve göremez bir şekilde karanlıklar içinde bırakıverir.
Sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Bundan
dolayı dönmezler.
Ya da (bunlar) karanlıklar, gök gürültüsü ve
şimşek(ler)le yüklü, 'gökten şiddetli bir yağmur fırtınasına tutulmuş
gibidirler ki, yıldırımların saldığı dehşetle'; ölüm korkusundan parmaklarıyla
kulaklarını tıkarlar. Oysa Allah kafirleri çepeçevre kuşatıcıdır.
Çakan şimşek neredeyse gözlerini kapıverecek;
önlerini her aydınlattığında (biraz) yürürler, üzerlerine karanlık basıverince
de kalakalırlar. Allah dileseydi, işitmelerini de görmelerini de gideriverirdi.
Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir.
Ey insanlar, sizi ve sizden öncekileri
yaratan Rabbinize kulluk edin ki sakınasınız. (Bakara Suresi 16-21)
Allah'ın
verdiği bu örnek cahiliye karakterlerinin neden kayıptan kurtulmadıklarını çok
güzel açıklamaktadır. Bu kimseler "hidayet" yani "iman
etme" imkanı varken, "sapıklığı" dolayısıyla
"imansızlığı" tercih etmişlerdir. Belirli dünyevi hesaplar üzerine
yaptıkları bu seçim onlara bir fayda sağlamamış, mutluluğu, huzuru ve
aradıkları hiçbir şeyi bulamamışlardır.
Aksine
bu seçimleri onları gerçeklere ve doğrulara karşı sağırlaştırmış,
dilsizleştirmiş ve körleştirmiştir. Bu nedenle de kayıp içerisinde oldukları
halde bu sistemlerinden geri dönmezler.
Allah
onların durumunu bir şimşek örneğiyle tarif etmiştir; şimşek her çaktığında
etraf bir an için aydınlanır, böylece biraz yol alır fakat hemen ardından yine
karanlığa gömülüp oldukları yerde kalakalırlar. İşte cahiliye insanları bu çok
kısa, bir anlık yol almalarına aldanır ve bununla idare edebileceklerini sanır.
Halbuki kurtuluş ancak ayette de bildirildiği gibi Allah'a dönmek, O'na kulluk
etmek ve O'nun istediği şekilde yaşamakla mümkündür.
NEDEN MUTLU OLAMIYORLAR?
Görüldüğü
gibi yaşları, meslekleri, sosyal konumları her ne olursa olsun cahiliye
toplumlarında yaşanan karakterlerin hiçbiri mutluluk getirmemektedir. Bunun
başlıca sebeplerini ise şöyle açıklamak mümkündür:
ÇÖZÜMÜ KURAN'DA ARAMADIKLARI İÇİN
Cahiliye
insanlarının yaptığı en büyük yanlış budur; çözümü Kuran'da aramamaları... Bu
kimselerin büyük çoğunluğu içerisinde bulundukları durumun açmaz bir hal
aldığını açıkça görürler. Yaşadıkları hayat tarzının, benimsedikleri karakter
yapısının umdukları sonucu vermediğini, kendilerini tatmin etmediğini ve hatta
sıkıntıya soktuğunu hayatlarının her anında hissederler. Ancak buna çözüm
olarak cahiliyenin sunduğu diğer alternatifleri deneme yoluna giderler ki bu da
onlara birşey kazandırmaz. Çünkü cahiliye sistemlerinin temelde birbirinden hiç
farkı yoktur. İnsanlar, mekanlar ve şartlar değişir belki, ama yaşanan
kaygılar, hedefler hep sabit kalır. "Entel" karakteriyle yaşayanın
da, sosyete kültürünü benimseyenin de asıl hedefi hep dünya hayatı üzerinedir.
Oysa
dünya hayatı hırsla bağlanmaya değmeyecek kadar kısadır. Burada dünyevi anlamda
kazanılan hiçbir şey baki kalmaz. Ölümle birlikte insanlardan mutlaka
uzaklaşır. Bu nedenle dünya adına atılan her adım sıkıntılıdır.
Bir
insan ancak Allah'a yöneldiği zaman huzura kavuşur, insanlar ancak Allah ile
dost olup O'nun beğendiği hayatı yaşadıklarında bu sıkıntılardan
kurtulabilirler.
Allah
bir ayette bu önemli sırrı şöyle bildirmiştir:
Bunlar, iman edenler ve kalpleri Allah'ın
zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın
zikriyle mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
Allah
ile dost olan bir insan ise yol gösterici olarak Rabbimizin indirdiği hak
kitaba kusursuzca uyar. Artık onun karakterini ve yaşam tarzını belirleyecek
tek ölçü Kuran'dır. Ve Kuran'ın Allah'ın izniyle insanları karanlıklardan nura
çıkarıcı özelliği vardır:
Elif, Lam, Ra. Bu bir Kitap'tır ki, Rabbinin
izniyle insanları karanlıklardan nura, O güçlü ve övgüye layık olanın yoluna
çıkarman için sana indirdik. (İbrahim Suresi, 1)
Bu
nedenle Kuran'ın kazandırdığı karakterde sıkıntı, huzursuzluk, kaygı ve karmaşa
yoktur. Mutlaka güzel bir hayat, mutlaka dengeli bir ruh ve mutlaka güzel
tavırlar vardır. Allah bu karakteri yaşayan müminlere yaptıklarının en
güzeliyle karşılık vereceğini vaat etmiştir:
Çünkü Allah, yaptıklarının en güzeliyle
karşılık verecek ve onlara Kendi fazlından artıracaktır. Allah, dilediğini
hesapsız rızıklandırır. (Nur Suresi, 38)
ALLAH'IN DEĞİL DE İNSANLARIN HOŞNUTLUĞUNU HEDEFLEDİKLERİ İÇİN
Cahiliye
insanlarının mutlu olamamalarının ve her ne yaparlarsa yapsınlar bir türlü
çıkış yolu bulamamalarının bir sebebi de Allah için yaşamak yerine insanlar
için yaşamalarıdır. Bu şu demektir; bir insan tüm doğrularını ve yanlışlarını
insanların ne diyeceğine göre belirliyorsa, onların tavırlarına göre üzülüp,
onların beğenmelerine göre seviniyorsa, onların gözünde değer kazanmaya
çalışıyor ve onların yanında küçük düşmemeye göre kendini ayarlıyorsa, bu kimse
insanlar için yaşıyor demektir.
İnsanlar
için yaşamak ise büyük bir zorluktur. Çünkü her insanın beğenisi farklı ölçüler
üzerine kurulmuştur. Bir insanın çevresinde yüzlerce insan olduğu düşünülecek
olursa, bunların her birini memnun etmek için ayrı çaba harcanması gerektiği
açıkça görülebilecektir. Biri yanında hareketli bir karakter görmek isterken,
bir diğeri pasif ve ağır bir insan arayacaktır. Birinin memnun olduğu tavır bir
diğerininkini tutmayacaktır. Bu uyumsuzluklar ve ölçülerdeki farklılıkların
sayısı binleri bulur. Bu durumda "insanlar için yaşayan" kimselerin
"binlerce farklı talebi birden aynı anda" karşılaması gerekmektedir.
Ancak bundan sonra, istediği tüm insanlar kendisinden hoşnut olacak ve ancak
bundan sonra ona değer verebileceklerdir.
Allah
onların bu sıkıntılarına Kuran'da şöyle bir örnek vermiştir:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi:
Kendisi hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan
(köle) bir adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin
durumu bir olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. (Zümer
Suresi, 29)
Bu
noktada insana yardımcı olabilecek tek bir yol vardır; Yüce Allah'ın sonsuz
aklına ve bilgisine teslim olmak. Allah insanı ve tüm diğer varlıkları
yaratandır. İnsanın nasıl yaşadığında, neler yaptığında mutlu olabileceğini de
yine ancak Allah bilir. Ve Allah insanlar için kurtuluş yolunu Kuran'da
bildirmiştir: Yalnızca Allah'tan korkup, yalnızca O'nun hoşnutluğunu aramak.
Allah dedi ki: "İki ilah edinmeyin: O,
ancak tek bir ilahtır. Öyleyse Benden, yalnızca Benden korkun." (Nahl
Suresi, 51)
Bunun
aksi bir tavır sadece insanı mutsuz etmekle kalmaz aynı zamanda da kişinin
Allah'a karşı büyük bir suç işlemesine neden olur. İnsanın Allah'ın dışında
varlıkların hoşnutluğunu araması Kuran'da "şirk koşmak" olarak ifade
edilir. Şirk koşan bir insan Allah'tan başka bir varlığı kendisine ilah edinmiş
ve tüm hayatını da onun için yaşıyor demektir. Bu insanların ahirette
görecekleri karşılık ise hüsrandır. Bu nedenle Allah insanları cehennemle ve
telafi edemeyecekleri bir pişmanlıkla karşılaşmadan evvel bu konuyu bildirerek
uyarmıştır:
Andolsun, sana ve senden öncekilere
vahyolundu (ki): "Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa
çıkacak ve elbette sen, hüsrana uğrayanlardan olacaksın." "Hayır,
artık (yalnızca) Allah'a kulluk et ve şükredenlerden ol." (Zümer Suresi,
65-66)
Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını
bağışlamaz. Bunun dışında kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk
koşarsa, doğrusu büyük bir günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)
Bir
başka unutulmaması gereken konu da şudur: İnsanın dünyada iken uğruna tüm
hayatını feda ettiği ve Allah'ı bırakarak onların hoşnutluklarını kazanmayı
esas aldığı tüm insanlar ahiret günü onu yalnız bırakacaklardır. Çünkü her
insan yaptıklarından tek başına sorguya çekilecek ve kimsenin çabası bir
başkasını kurtarmaya yetmeyecektir. Kuran'da bu önemli bilgi şöyle
bildirilmiştir:
Ve onların hepsi, kıyamet günü O'na,
'yapayalnız, tek başlarına' geleceklerdir. (Meryem Suresi, 95)
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi
(bugün de) 'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' bize geldiniz ve
size lütfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar
olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun,
aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar
besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)
Yalnız
kalmış olmanın korku ve telaşını tadan insanlar o gün, dünyada iken en yakınım
dedikleri insanları, çocuklarını, eşlerini, dostlarını sırf cehennem azabından
kurtulabilmek için fidye olarak teklif edeceklerdir. Ancak bu talepleri kabul
görmeyecektir. Ayetlerde bu durum şöyle haber verilir:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın
dostu sormaz. Onlar birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün
azabına karşılık olmak üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister; Kendi eşini
ve kardeşini. Ve onu barındıran aşiretini de; Yeryüzünde bulunanların tümünü
(verse de); sonra bir kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o
(cehennem), cayır cayır yanmakta olan ateştir... (Mearic Suresi, 10-15)
Kuran'da
verilen tüm bu bilgilerin ışığında insanların hoşnutluğu üzerine kurulan bir
hayatın sadece dünyada mutsuzluk getirmekle kalmayacağı, aynı zamanda ahirette
de insanı kayba uğratacağı görülmektedir. Bu durumdan kurtulmanın yolu ise çok
açıktır; Allah'a teslim olup sadece O'nun hoşnutluğunu arayarak yaşamak.
DÜNYANIN BİR İMTİHAN YERİ OLDUĞUNU UNUTTUKLARI İÇİN
Cahiliye
karakteri taşıyan insanların mutlu olamamalarının bir sebebi de neredeyse
hepsinin dünyada bulunuş amaçlarını unutmuş olmasıdır. İnsan denenmek için
yaratılmıştır. Allah'ı ve O'nun aklını, gücünü, sanatını ve tüm diğer üstün
sıfatlarını takdir edebilecek mi, yoksa bunları ve yaratılış amacını unutup
dünya hayatına kapılacak mı diye denenmektedir. Allah hayatın bu gerçeğini
şöyle bildirmektedir:
O, amel (davranış ve eylem) bakımından
hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı.
O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Allah
bu doğrultuda insana sınırlı bir ömür süresi vermiştir. Aklı ermeye başladığı
andan itibaren artık düşündüğü, yaptığı ve amaçladığı herşeyden sorumludur.
İçinde kendisine her an doğru olanı bildiren vicdanına ait bir ses vardır. Her
insan vicdanının kendisine söylediği sözlere uyup uymadığından ahirette sorguya
çekilecektir. Çünkü vicdan doğruyu söylediği halde ona uymayan insan nefsinin
isteklerine uymuş olur. Nefis ise insana daima kötü olanı emreder. İşte insan,
içinde sürekli olarak bir imtihana tabi tutulur; ya nefsinden yana ya da
vicdanından yana hareket edecektir.
Bu
imtihan, hayatının her anında devam eder. Okulda, işte, evde, sokakta,
yalnızken ya da kalabalıkta, hasta iken de sağlıklı iken de, dünyanın bir diğer
ucuna gitse orada da yine denenmeye devam edilecektir. İstisna oluşturabilecek
tek bir an dahi yoktur. Söylediği her söz, yaptığı her tavır ve düşündüğü
herşey ahirette karşısına çıkarılacaktır. İyilikten ya da kötülükten yana
yaptığı herşey mutlaka karşılık görecek, hiçbir şey karşılıksız kalmayacak ve
sonuç olarak herkes hak ettiği yere sevk edilecektir.
İnsanın
dünyada olup biten her olayın bir deneme olarak yaratıldığını unutması,
tevekkülsüz bir tavır göstermesine neden olur. Cahiliye toplumunda sık sık
duyulan "neden böyle oldu, keşke böyle olmasaydı" "işler yolunda
gitmiyor", "mahvolduk", "bütün işler ters gidiyor",
"şöyle yapmasaydım böyle olmazdı" ve bunlara benzer pek çok şikayetçi
ifadenin altında yatan çarpık ahlak anlayışı işte yine bu tevekkülsüzlüktür.
Tevekkülsüzlüğün
kesin sonucu ise sıkıntı ve mutsuzluktur. Hikmetini düşünmedikleri için
aleyhlerinde gibi görünen en ufak bir durumla karşılaştıklarında hemen şikayet
etmeye başlarlar. Bunun sonucunda da sürekli olarak huzursuz, mutsuz ve
sıkıntılı bir hayat yaşarlar. Oysa insanın üzerine düşen, Allah'ın kendisi için
yarattığı her andan razı olmasıdır. Ters gidiyor gibi görünen olaylar meydana
gelse de, güzel ahlakta ve Allah'a sadakatte kararlı davranmasıdır. En önemlisi
yaratılış amacının zaten tüm bunlarla denenmek olduğunu unutmamalıdır. Kuran'da
emredilen güzel ahlakı yaşayan kimseler, bu tür olaylarda gösterecekleri sabrın
ahirette kendilerine bir güzellik olarak döneceğini bilmenin huzurunu ve
mutluluğunu yaşarlar.
SONSÖZ:
KURAN AHLAKINI YAŞAMAYA DAVET
Kitabın
başından bu yana cahiliye toplumlarında hakim olan belli başlı insan
karakterleri incelendi ve bu karakterleri üzerlerinde barındıran kişilerin
istisnasız hepsinin de büyük bir "sıkıntı" ve "kayıp" içerisinde oldukları ortaya kondu. Ayrıca bu
karakterlerden tek bir tanesinin bile dengeli ve huzurlu bir kişilik
geliştiremediği, yaşadığı hayattan gerçek anlamda mutlu olamadığı görüldü.
Tüm bu
karakterleri detaylıca incelemekteki amaç ise, cahiliye sisteminin oluşturduğu
her fikrin, her yaşantının mutlaka "açmazda" olduğunu somut örneklerle gözler önüne
sermektir. Çünkü müminler, Kuran'da açıklanan bu önemli gerçeği, "bilmeyenlere" bildirmekle ve onları vakit varken doğru
olana çağırmakla sorumludurlar.
Şunu
önemle belirtmek gerekir ki, tüm insanlar için tek çözüm, cahiliye sisteminden
tamamen sıyrılıp, Kuran'da bildirilen mümin ahlakını yaşamaktır. Ancak o zaman Allah onlara
olan nimetlerini artıracak ve mutluluğun yolunu açacaktır. Çünkü insanı yaratan
Allah onun yaşayabileceği en ideal hayatı, herşeyden en çok zevki alabileceği
sistemi ve mutluluğun yolunu yine Kuran'da bildirmiştir.
Unutmamak
gerekir ki, tüm bu güzelliklerin kapısı istisnasız her insan için sonuna kadar
açıktır. İnsanın önünde her an bu nimetleri yakalamak için bir fırsat vardır.
Bunun için ne büyük fedakarlıklarda bulunmak, ne günlerce çalışıp yorulmak, ne
de herhangi zor bir engeli aşmak gerekir. İnsanın sadece samimi olmaya ve
Allah'a sığınmaya niyet etmesi, bu kapının açılması için yeterlidir. Bu ise çok
kısa sürede gerçekleşebilecek bir karardır.
Bu
nedenle cahiliyenin tüm bu çarpık karakterlerinden kurtulmak isteyen kişi
bilmelidir ki bu çok kolaydır. İnsanın bu satırları okurken dahi tek bir
niyetle Allah'ın rahmetini ve cennetini kazandıracak bir karakter kazanması
mümkündür. Çünkü Allah her insanı duymakta ve kalbinden geçenleri bilmektedir;
ona şah damarından daha yakındır. İnsan niyetini değiştirdiğinde Allah bunu o
an bilir ve dilerse o kişinin üzerindeki nimetini değiştirip güzelliklerini
artırır.
Allah
samimi olarak tevbe etmeyle ilgili olarak bir ayetinde şöyle bildirmiştir:
Ancak tevbe eden, iman eden ve salih
amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere
çevirir. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir. (Furkan Suresi, 70)
İşte bu
kitap, bu fırsatı kaçırmadan, vakit varken cahiliye sisteminin sunduğu tüm
zararlardan kurtulmak, müminlere vaat edilen nimetlere kavuşmak ve en önemlisi
Allah'ın rızasını kazanabilmek için cahiliye ahlakını terk edip mümin
karakterini yaşamaya bir davettir.
... Sen Yücesin, bize
öğrettiğinden
başka
bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten
Sen, herşeyi bilen,
hüküm
ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara
Suresi, 32)
Kuran'ı, insanları yaratan, onların tek
hakimi ve tek sahibi olan Allah indirmiştir. Dolayısıyla insanın bilmediklerini
öğrenebilmesi ve içerisinde bulunduğu cahillikten kurtulup bilinçlenebilmesi de
ancak Kuran'da bildirilen din ahlakını yaşamasıyla mümkündür. Bu önemli gerçeği
göz ardı ederek din ahlakından uzak yaşayan kimseler ise "cahil" bir
toplum oluştururlar. Ancak bu cahillik, bu kimselerin Yaratıcımız olan Allah'ı
tanımamaları, O'nun kudretini gereği gibi takdir edememeleri, O'nun
kendilerinden neler beklediğini, O'nun istediği ahlak ve kişilik yapısının
nasıl olması gerektiğini bilmemelerinden kaynaklanan bir cahillik çeşitidir. Bu
köklü cehalet onların yaşam tarzlarından kişilik yapılarına kadar hayatlarının her
anında olumsuz etkilerini gösterir.
İşte bu kitabın amacı da, cahiliye
toplumunun ürettiği yaşam tarzları ve karakterlerinden belli başlı örnekleri
inceleyerek, bu sistemin, kesin olarak "açmazda" olduğunu ortaya
koymaktır. Ayrıca cahiliye toplumunu oluşturan insanların, yaşadıkları klasik
karakterlerle aradıkları huzur ve mutluluğa hiçbir şekilde ulaşamadıklarını
göstermektir. Bunun yanısıra Kuran'da bildirilen mümin karakteri de tanıtılarak
cahiliye toplumundaki insan karakterleri ile farkı ortaya konmaktadır.