ÇÖZÜM KURAN AHLAKI
ÇÖZÜM
KURAN AHLAKI
İnsanların kendi ellerinin kazandığı
dolayısıyla, karada ve denizde fesad
ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye
(Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını
kendilerine taddırmaktadır.
(Rum Suresi, 41)
İÇİNDEKİLER
Giriş
Dinsiz İnsanların Amaçsızlığı
Allah Korkusu Olmazsa Ne Olur?
Gerçek Adalet, Kuran Ahlakının Yaşanması İle
Sağlanabilir
Siyasi Hayatta Yaşananlar
Dinsizliğin Ekonomik Yaşam Üzerindeki Etkileri
Din, Yoksulların ve Yetimlerin Korunmasını
Emreder
Dinsiz Toplumlarda Ahlaki Çöküntü
Dinsizliğin Neden Olduğu Cinayetler
Dünyanın Dört Bir Yanında Yaşanan Savaşlar
"Öfkeli Soy Koruyuculuğu": Irkçılık
Dinsiz Toplumlarda Yaşanan Zulüm ve Kargaşa
Sonuç
Giriş
Zulüm gören,
işkenceyle öldürülen insanlar, masum bebekler, bir ekmek alacak parası dahi
olmayanlar, soğuk havada, bezden çadırlarda neredeyse sokakta yatanlar,
hastalıklarını tedavi ettirecek para bulamayanlar veya ihtiyar ve güçsüz
olmalarına rağmen hastane kapılarında saatlerce hatta günlerce tedavi sırası
bekleyenler, sadece belli bir kabileye mensup oldukları için katledilenler,
dinlerinden dolayı evlerinden, yurtlarından çıkartılan kadınlar, çocuklar ve
yaşlılar, bir tarafta ardı arkası gelmeyen israf, diğer tarafta ise açlıktan ve
bakımsızlıktan yok olan, ölüme terk edilen zavallı insanlar, sokağa atılan,
kendi başının çaresine bakamayacak kadar küçük ve savunmasız çocuklar, ailesini
geçindirebilmek için küçük yaşta okula gitmeyip, oyun oynamayıp çalışan veya
dilenen çocuklar, her an hasımları tarafından öldürülme korkusuyla yaşayan
insanlar…
Burada sayılan insanların varlığından herkes haberdardır. Hemen her gün,
gazetelerde, televizyonlarda bu çaresiz, zavallı, kimsesiz ve muhtaç insanların
görüntülerine rastlamak mümkündür. Pek çok kimse bu insanların içinde
bulundukları durumu görür, onlara acır. Ancak bir süre sonra konuştuğu konuyu
ya da seyrettiği kanalı değiştirince veya okuduğu gazetenin sayfalarını
çevirince bu insanların varlığını unutur. Çoğu kişi bu insanları bulundukları
durumdan kurtarmak için bir çaba harcaması gerektiğini düşünmez. Ve
"dünyada o kadar zengin ve güç sahibi insan varken o insanları kurtarmak
bana mı kaldı" diyerek sorumluluğu başkalarının üzerine atar.
Oysa bu insanları kurtarmak, tüm dünyanın adalet, huzur, güven ve
zenginlik içinde yaşanan, refah dolu bir yer olmasını sağlamak için zenginlik
ve güç tek başına yeterli değildir. Örneğin dünyada çok sayıda zengin ve
gelişmiş ülke olmasına rağmen Etiyopya'da hala insanlar açlıktan ölmektedirler.
Onca gelişmiş teknolojiye ve dünyanın zengin kaynaklarına rağmen insanların bir
tabak yemeğe muhtaç olmaları, zenginliğin ve gücün tek başına yeterli
olmadığının en açık göstergelerindendir.
Zenginliğin ve gücün, bu zavallı ve muhtaç insanların yararına
kullanılması için öncelikle insanların vicdan sahibi olmaları gerekir. Vicdan
sahibi olmanın yegane yolu ise imandır. Ancak imanlı insanlar, sürekli olarak
vicdanlarını kullanarak hareket ederler.
Sonuç olarak, dünyadaki adaletsizliğin, kargaşanın, terörün,
katliamların, açlığın, sefaletin ve zulmün tek bir çözümü vardır: Kuran
ahlakı.
Dünyada var olan sorunlara genel olarak bakıldığında, tüm bu olaylara
sevgisizlik, nefret, kin, düşmanlık, çıkarcılık, bencillik, umursamazlık,
acımasızlık gibi duyguların ve akılsızlığın neden olduğu görülecektir. Bu olayları
çözmenin ve tamamen ortadan kaldırmanın yolları ise sevgi, şefkat, merhamet,
acıma, karşılık beklemeden hizmet etme şevki, duyarlı olma, fedakarlık,
dostluk, hoşgörü, sağduyu ve akıldır. Bu özellikler ise ancak Kuran ahlakını
eksiksiz olarak yaşayan insanlara aittir. Allah ayetlerinde Kuran'ın insanları
karanlıklardan aydınlığa çıkarma özelliğini şöyle bildirir:
… Size Allah'tan bir nur ve apaçık bir Kitap geldi.
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi
izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Maide Suresi, 15-16)
Allah bir başka ayetinde ise Kuran'a uyulmadığında yeryüzünde var olan
herşeyin bozulmaya uğrayacağını haber verir:
Eğer hak, onların heva (istek ve tutku)larına uyacak
olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve bunların içinde olan herkes (ve herşey)
bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş
bulunuyoruz, fakat onlar kendi zikirlerinden yüz çeviriyorlar. (Müminun Suresi,
71)
Şu anda, siz bu yazıyı okurken de, milyonlarca zavallı insan ya eziyet
görüyor, ya açlıktan ya da soğuktan ölmemek için dayanmaya çalışıyor. Veya
evinden, ailesinden ve çocuklarından koparılıyor, yurdundan sürülüyor. Bu
nedenle vicdan sahibi insanlar tüm bunları düşünmeli, tüm bu acılar,
felaketler, sıkıntı ve zorluklar kendilerine ve sevdiklerine dokunmuşcasına
duyarlı davranmalıdırlar. Ve yardım isteyen insanlara maddi manevi her yönde
yardımcı olabilmenin yollarını aramalıdırlar. Allah iman eden, vicdan ve sağduyu
sahibi insanların bu sorumluluğu üzerlerine almalarını bir ayetinde şöyle
emretmektedir:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz,
bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib)
gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Günümüzde bu hizmetin nasıl yapılacağı ise, Kuran ayetleri göz önüne
alındığında açıkça ortaya çıkmaktadır. Yapılması gereken en önemli şey, Kuran
ahlakının dinsizliğin karşısında üstün gelmesi için, Müslümanların fikri alanda
mücadele etmeleridir. Zira zayıf bırakılan, çaresiz, kimsesiz ve korunmaya
muhtaç insanların tek kurtuluşu, Kuran ahlakının tüm dünya insanları arasında
yayılıp yaşanmasıdır. Öyle ise tüm insanlara Kuran ahlakını anlatmak, dini
tebliğ etmek her Müslüman için çok önemli ve aciliyetli bir ibadettir.
Vicdanlarını kullanmayanlar, yetimlere, yoksullara, zavallı masumlara
karşı duyarsız ve umursuz davrananlar, dünya hayatında kendilerine verilen
malları boşa harcayanlar, zulüm gören kadınları, çocukları, yaşlıları ilgisizce
seyredenler, her türlü ahlaksızlığın ve çirkinliğin yeryüzünde
yaygınlaşmasından hoşnutluk duyanlar ve bu bakış açısını teşvik eden insanlar
ahirette bunların hesabını mutlaka vereceklerdir:
Dini yalanlayanı gördün mü? İşte yetimi itip-kakan,
yoksulu doyurmayı teşvik etmeyen odur. İşte (şu) namaz kılanların vay haline,
ki onlar, namazlarında yanılgıdadırlar, onlar gösteriş yapmaktadırlar, ve
‘ufacık bir yardımı (veya zekatı) da' engellemektedirler. (Ma'un Suresi, 1-7)
Dinsiz İnsanların Amaçsızlığı
Günümüzde bazı
insanların en büyük eksikliklerinden biri, ciddi bir "amaçsızlık"
içinde olmalarıdır. Hemen hemen her insan standart bir yaşam modelini benimser.
Karnını doyurmak, barınabilecek bir ev edinmek, aile kurmak ve iş sahibi olmak
insanların büyük kısmının elde etmeyi umduğu en yüksek değerlerdir. Bu standart
yaşam modelinde, kişilerin en önemli hedefleri ise terfi edebilmek, daha fazla
para kazanmanın yollarını bulabilmek ve birkaç çocuk yetiştirebilmektir.
Din ahlakından uzak toplumların büyük bir bölümünün hayatına hakim olan
amaçsızlığı ve boşluğu daha iyi anlamak amacıyla, insanların bu sayılanların
dışında kalan diğer ilgi alanlarına bakmak faydalı olacaktır. Bazı insanlar
yaşamlarını oldukça dar bir dünya görüşü üzerine kurmuşlardır. Genellikle
günlük hayatlarında en önem verdikleri konulardan biri takip ettikleri
televizyon dizilerini veya ünlü bir sinema filmini kaçırmamaktır. Söz konusu
kişiler için bunlardan daha büyük bir amaç ise, sosyal etkinlikler gösteren bir
kulüpte görev almak olabilir.
Başka bir insan grubunun zihinleri ise tamamen işleri ile meşguldür.
Hayatları boyunca iş yerleri ile evleri arasında gidip gelirler. 20-25 yaşında
iş hayatına başlayan bir insan, yaklaşık 40 sene boyunca aynı işleri yapar; hep
Cuma gününün gelmesini, vergi ayını problemsiz geçirmeyi, ev kirasını biraraya
getirmeyi ve çocuklarının geleceğini garanti altına almayı hedefler. Bu zaman
zarfında ülkesinde ve dünyada meydana gelen olaylar ise onu pek ilgilendirmez.
Herşeyin sadece ticaretini etkileyecek kısmı ile ilgilenir. Gelişen her türlü
olaya kolaylıkla uyum sağlar ve dünyadaki gelişmeler üzerinde hiçbir zaman
düşünmez. En fazla bu olayların kendi işini nasıl etkilediği ile ilgili yakınır
ve şikayette bulunur. Veya televizyon programlarında sabahlara kadar tartışır
ama hiçbir sonuç elde edemeden ve çözüm getirmeden kaldığı yerden hayatına
devam eder.
Bazı gençler de aynı amaçsızlık ve boşluk içerisindedirler. Büyük bir
çoğunluğunun, ülkelerini kimlerin yönettiğinden, ülkeyi yönetenlerin hangi
düşünceleri savunduklarından, bunun ülkenin savunmasından ekonomisine, eğitim
sisteminden adalet sistemine kadar nasıl bir etkisi olabileceğinden haberleri
bile yoktur. Dünyada meydana gelen olayların ve gelişmelerin büyük bir kısmını
bilmezler. Hatta akıllarını dünya tarihine geçecek kadar önemli olan olayların
önemini dahi fark edemeyecek kadar boş konularla meşgul ederler. Aralarındaki
konuşmalar, bilgisayar oyunları, internette kurdukları arkadaşlıklar, kız veya
erkek arkadaşları, okulda olan olaylar, nasıl kopya çektikleri, hafta sonu
kimin nereye gittiği ve ne giydiği ya da futbol maçları gibi konulardan öteye
gitmez. Zaman zaman bazı dergilerde yer alan anket sonuçlarında da
görülebileceği gibi, "En büyük idealiniz nedir?" diye sorulduğunda,
ya bir mankene benzemek istediklerini ya da ünlü bir grubun gitarcısı gibi
gitar çalabilmeyi amaçladıklarını söylerler.
Amaçsızlıklarından dolayı kendilerini hiçbir konuda geliştirmeyi
düşünmezler. Örneğin daha güzel ve etkileyici konuşmayı akıllarına dahi
getirmezler; çünkü anlatıp da insanları etkilemeyi düşündükleri tek bir
fikirleri yoktur. Veya hiç kitap okumazlar. Bir fikri ve amacı olan kişi, hem
kendi düşüncelerine hem de karşı düşüncelere ait kitapları okur, karşı
düşünceyi daha iyi tanımayı ve böylece tüm zayıf yönlerini belirlemeyi
hedefler. Ama insanın bir fikri olmayınca, elbette mevcut fikirlerin varlığı
onun için bir anlam ifade etmeyecektir. Hatta bu insanlar, mevcut fikir ve
dünya görüşlerinden de haberdar değildirler. Birçok toplumda kitap ve gazete
okuma oranının son derece düşük olması, ama bunun yanısıra dedikodu
gazetelerinin ve programlarının büyük rağbet görmesi, bazı insanların boş
vakitleri olmasına rağmen günlerini kendilerine hiçbir şey kazandırmayan
dizilerle ve faydası olmayan televizyon programları ile harcamaları bu
amaçsızlığın ve yozlaşmanın bir sonucudur.
İnsanlık için asıl tehlikeli olan ise, insanların birçoğunun
amaçsızlığının ve dünyadan "bihaber" olmasının yanısıra, bir fikre ve
dünya görüşüne sahip olan insanların büyük bir kesiminin de "batıl"
ve insanlık için "zararlı" olan fikirleri savunuyor olmalarıdır.
Çünkü bir yanda insanlara zarar verecek düşüncelerin önderleri ve savunucuları,
diğer yanda da yanıbaşındaki tehlikenin farkına bile varamayacak kadar boş ve
"nereye çeksen gelen" kalabalık bir insan topluluğu bulunmaktadır.
Anarşi ve terör yanlısı, ülkelerine ve milletlerine zararlı fikirlere
sahip kişiler, çevrelerinde örneğin okul kantinlerinde kendi fikirlerine yandaş
toplarken, amaçsız ve fikirsiz bir genç kantinde oturup boş boş çevresine bakar
yada en fazla kağıt oynar. O anda yanıbaşındaki bir insanın, son derece
tehlikeli fikirlerle zehirlendiğinin, belki çok kısa bir süre sonra ülkesinin
polisine, askerine ve masum insanlarına silahını çevirecek olan azılı bir suçlu
olacağının farkına bile varmaz. Bunun farkına varsa bile bu tehlike onun
umurunda olmaz. Zaten bu duruma akılcı bir biçimde müdahale edecek bilinci ve
sorumluluğu da gösteremez.
Allah bir ayetinde bazı insanların içinde bulundukları bu amaçsızlığa
şöyle dikkat çekmektedir:
Onları bırak; yesinler, yararlansınlar ve onları (boş)
emel oyalayadursun. İlerde bileceklerdir. (Hicr Suresi, 3)
Dikkat edilirse, üniversitelerde herhangi yeni bir uygulama
başlatıldığında tepki veren kesim, doğruyu ve güzel olanı savunmadığı için
tepkisiyle çevresine faydadan çok zarar verir. Diğer kesim ise onları doğru
olana çağıracaklarına, devlete bağlılığı, isyankarlıktan uzak durmayı öğütleyeceklerine,
tepkisiz kalmayı, bu zararlı fikirlere müdahale etmeyip seyirci kalmayı tercih
ederler. Bu arada diğerleri de kin ve nefretle ortaya çıkar, sloganlarla,
alkışlarla, taş ve sopalarla yürüyerek insanlara zulmün ve dehşetin başka bir
yönünü gösterirler. Ancak tüm çabaları boşa gider; çünkü bu kişiler Allah'ın
bildirdiği doğruları savunmamakta, aksine Kuran ahlakına uygun olmayan her
türlü davranışı göstermektedirler. Allah bir ayetinde inkar eden insanların
dünyadaki çabalarının boşa gidişini şöyle bildirir:
Rablerini inkar edenlerin durumu şudur: Onların
yaptıkları, fırtınalı bir günde rüzgarın şiddetle savurduğu bir kül gibidir.
Kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremezler. İşte uzak bir sapıklık (içinde
olmak) budur. (İbrahim Suresi, 18)
İnsanların bu duruma düşmemeleri için tek çözüm ise, onların
"sadece kendi hayatlarını sürdürebilmek ve ihtiyaçlarını karşılayabilmek
için yaşayan" insanlar olmamalarını sağlamaktır. Bunun için söz konusu
kişileri, diğer insanlara hizmet etmeyi, sadece kendi şahsi sorunlarını ya da
ülkelerindeki problemleri değil, tüm dünyadaki sorunları çözmeyi hedefleyen ve
bu yolda çaba gösteren bireyler olmaları yönünde teşvik etmek gerekmektedir.
İnsanlara hedef olarak en doğruyu ve en güzeli gösteren ise Allah'ın insanlar
için seçtiği ve Kuran'la bildirdiği dindir:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak
dine, Allah'ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır.
Allah'ın yaratışı için hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur).
Ancak insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)
İnsanları yaratan Allah, onların en rahat edecekleri, huzuru ve güveni
en fazlasıyla bulabilecekleri dini de yaratmıştır. Dolayısıyla din dışında
hiçbir felsefe veya fikir akımı, insanlara aradıkları mükemmelliği ve güzelliği
veremez. Bu nedenle hatalı fikirlerin savunuculuğunu yapan insanlara da,
fikirlerinin neden hatalı ve geçersiz olduğu delilleri ile anlatılmalı ve bunun
yerine doğrusu öğretilmelidir.
Kuran ahlakının anlatılması, hem amaçsız ve başıboş insanların hem de
yanlış fikirlerin peşine körü körüne takılmış olanların, dünyanın bir amaç
uğruna yaratıldığını görüp anlamaları açısından son derece önemlidir. Allah
Kuran'da "…insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım."
(Zariyat Suresi, 56) ayetiyle insanların yaratılış amacını bildirmiştir.
Her insan bir gün mutlaka ölecektir. Gerçek ve sonsuz hayatı öldükten
sonra başlayacaktır. Bu dünyada yaşadığı hayatın amacı ise, gerçek hayatında
Allah'ın hoşnut olduğu ve cennetinde ağırladığı bir insan olabilmek için
çalışmaktır. Her insanın dünya hayatındaki tavrı, idealleri ve inancı
ahiretteki sonsuz hayatının cennette mi yoksa cehennemde mi geçeceğini
belirleyecektir. Bu nedenle bazı insanların umursuzca, boş ve değersiz işlerle
oyalanmaları, bunlarla ömürlerini tüketmeleri, sanki bu dünyada bulunmalarının
bir amacı yokmuş gibi davranmaları, bu insanların acilen uyarılmaları ve içinde
bulundukları gafletten uyandırılmaları gerektiğini göstermektedir.
Dünyadaki amacının Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini
kazanmak olduğunun bilincinde olan bir insan ise çevresinde olup biten hiçbir
olaya karşı duyarsız ve kayıtsız kalamaz. Her olayın Allah'ın rızasını kazanmak
için bir fırsat olduğunu bilir ve her zaman bunun bilincinde hareket eder.
Çevresinde ve tüm dünyada gördüğü bozukluklar veya zulüm vicdanını rahatsız
eder. Örneğin zorluk içinde yaşamlarını sürdüren, kışın soğuğunda sokaklarda
yaşamak mecburiyetinde olan, ailesiz her çocuğun sorumluluğunu üzerinde
hisseder. Allah'ın "Öyleyse, sakın yetimi üzüp-kahretme.
İsteyip-dileneni azarlayıp-çıkışma." (Duha Suresi, 9-10) ayetlerinde
bildirdiği gibi, onlara güzellikle davranır. Onların içinde bulundukları
durumdan kurtulabilmeleri için çaba harcar, çözüm arar. Ancak sadece kendisinin
veya çevresindeki birkaç kişinin güzel ahlaklı davranmasıyla bu durumdaki
çocukların kurtulamayacağını bilir. Bu nedenle tüm insanların Kuran ahlakını
yaşamaları için çaba harcar.
Amaçsızlığın Neden Olduğu Bencillik
İnsanların amaçsızlıkları, bencil, umursuz, sadece kendi çıkarlarını
düşünen, olaylara karşı duyarsız ve tepkisiz insanlar ve dolayısıyla toplumlar
oluşmasına neden olmaktadır. Tek amacı hayatını devam ettirebilmek olan bir
insan, çevresinde olup biten olaylar arasından sadece kendi hayatına yönelik
olanları algılar ve yalnızca onların üzerinde durur. Örneğin ticaret yaptığı
ülkede iç savaş çıktığını öğrendiğinde tek kaygısı oradan kazanacağı paranın
akıbetinin ne olacağıdır. Ama hiçbir zaman o ülkede katledilen insanları, zulme
uğrayarak öldürülen bebekleri, insanların yaşadıkları korku ve çile dolu hayatı
düşünmez. Bunları aklına dahi getirmez. Sadece kendi parasının derdine düşer, o
insanlara herhangi bir şekilde yardımcı olmayı planlamaz. İşte bu, bazı
insanların makul karşıladığı, zaten böyle olması gerektiğini düşündükleri
bencillik ve umursuzluk örneklerinden sadece bir tanesidir.
Hemen her gün dünyanın dört bir köşesinde Kuran ahlakının
yaşanmamasından kaynaklanan karışıklıklara ve dinsizliğin meydana getirdiği
zulüm ortamından dolayı zarara uğrayan, dayanılması güç zorluklar yaşayan
insanların hayatlarına gazetelerde veya televizyonlarda şahit oluruz. Örneğin
Filistin'de, Endonezya'da, Kosova'da, Çeçenistan'da veya dünyanın herhangi
başka bir yerinde bir avuç toprak için yerlerde sürüklenen, çocuklarının gözü
önünde tekmelenen insanlar, ellerinde taşlarla kendilerini savunmaya çalışan
küçük çocuklar herkesin bildiği görüntülerdir. Ancak bazı insanlar bütün bu
manzaraları görüp rahat rahat uyuyabilmekte, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın"
mantığıyla hareket edebilmektedir. Bu insanlar "büyük" düşünmeye,
"üstün" bir ahlaka ve "güçlü" bir vicdana göre yaşamaya
alışmadıkları için böyle bir umursamazlığı doğal karşılayabilmektedirler.
Oysa buradaki vicdan körelmesini görebilmek için insanın kendisini zulme
uğrayan bir kimsenin yerine koyması yeterli olacaktır. Örneğin bu insan, suçsuz
insanların katledildiği, eşinin, çocuklarının, kardeşlerinin, anne babasının
zulme uğradığı, açlıktan ve dayanılmaz bir yoksulluktan dolayı zorlukla ayakta
durabildiği, hasta çocuğunu tedavi ettirebilecek parasının ve imkanının
olmadığı veya sebepsiz yere evinden ve yurdundan çıkarıldığı bir ortamda
yaşıyor olsa… Ve karşısında böyle bir ortamda bulunmayan ama kazanacağı paranın
derdine düşmüş, "Bu insanları ben mi kurtaracağım?" diyerek
duyarsızlaşmış bir insan görse ne düşünür? Bu insanın ne kadar vicdansız,
umursuz ve insaniyetsiz olduğunu fark etmez mi?
Oysa ki halden anlamak ve vicdanlı davranmak için bir insanın kendisinin
zulüm görmesi şart değildir. Kişinin bu insanların içinde bulunduğu durumu
görmesi ve gördüklerini Kuran ahlakına göre değerlendirmesi yeterlidir. Ama
insanlar Kuran ahlakından uzaklaştıkça, bu vicdan duyarlılığından da uzaklaşmış
olurlar. Allah dinden uzak insanların bu bencil, duyarsız ve katı tutumlarını
ayetlerinde şöyle bildirir:
Gerçekten, insan, 'bencil ve haris' olarak yaratıldı.
Kendisine bir şer (kötülük) dokunduğu zaman feryadı basar. Ona bir hayır
dokunduğunda engelleyici olur (veya cimrilik eder). (Mearic Suresi, 19-21)
Allah Mearic Suresi'ndeki bu ayetlerin devamında ise "bencil"
ve "haris" olmayan, muhtaç insanları gözeten kişilerin var olduğunu
da bildirmekte ve bu insanları şöyle tanımlamaktadır:
Ancak namaz kılanlar hariç; ki onlar, namazlarında
süreklidirler. Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun
olan(lar)için. Onlar, din gününü tasdik etmektedirler. Rablerinin azabına karşı
(daimi) bir korku duymaktadırlar. (Mearic Suresi, 22-27)
Allah'ın ayetlerde de bildirdiği gibi, Allah'tan korkup sakınan insanlar,
zavallı insanların sorumluluğunu üzerlerine alırlar. Çünkü Allah dünya
hayatında insanlara doğru ve yanlış olmak üzere iki yol göstermiştir. Allah
Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirir:
Biz ona 'iki yol-iki amaç' gösterdik. Ancak o, sarp
yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir? Bir boynu
çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; ya da açlık gününde doyurmaktır, yakın
olan bir yetimi, veya sürünen bir yoksulu. Sonra iman edenlerden, sabrı
birbirlerine tavsiye edenlerden, merhameti birbirlerine tavsiye edenlerden
olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene). Ayetlerimizi inkar
edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş'eme). "Kapıları
kilitlenmiş" bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 10-20)
Yukarıdaki ayetlerde doğru olarak gösterilen yol son derece açıktır.
Dolayısıyla Allah'ın hoşnutluğunu, rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edinen
vicdanlı bir insanın dünyada süregelen zulüm ortamlarına ya da zavallı ve
muhtaç insanlara karşı duyarsız kalması, bu insanların akıbetlerini düşünmemesi
mümkün değildir.
Vicdan sahibi her insan unutmamalıdır ki, bugün dünyanın dört bir
yanında anarşi, zulüm ve zorbalık milyonlarca insanın sefalet ve dehşet içinde
yaşamalarına neden olmaktadır. "Onların sefaletinden başkaları mesul,
benim bunda ne sorumluluğum olabilir ki" demek vicdan sahibi bir insana
yakışmaz. Allah elbette ki güç yetirebilen, eli ayağı tutan her kişiye ahirette
bu zavallı insanların hesabını soracaktır. Meydanı, bu insanlara zulmedilmesine
zemin hazırlayan fikir akımlarına bırakan, nasılsa kendisine bir zarar vermiyor
diye insanlığı yok etmeyi amaçlayan ideolojiler ile mücadele etmeyen her insan,
kabul etsin veya etmesin, zulmedenlerle aynı cephede yer alıyor demektir. Din
ahlakı yaşanmadığı sürece, sorumsuz ve başıboş olduğunu zanneden, kimseye hesap
vermek zorunda olmadığını düşünen, sadece kendi çıkarlarını korumanın ve
hayatta kalmanın hesabı içinde olan insanların oluşturduğu bir toplum modeli
hakim olacaktır.
Nitekim, dinsizliğin temelini oluşturan materyalist felsefe ve
materyalizme "sözde" bilimsel destek sağlayan evrim teorisinin
temelinde, manevi değerlerden tamamen yoksun, hiç kimseye hesap vermek zorunda
olmayan, sorumsuz ve başıboş bir insan modeli oluşturma emeli vardır. Evrim teorisine
göre insan tesadüflerin oluşturduğu, maymundan türemiş, gelişmiş bir hayvandır.
İnsana böylesine ilkel gözle bakan bir inançta, diğer insanlar için fedakarlık
yapılması, acı çeken bir insanın kurtarılması, ona şefkat ve merhamet duyulması
beklenemez. Dahası evrim teorisine göre hayat sadece güçlülerin yaşama hakkı
elde ettiği bir mücadele yeridir, zavallı ve zayıf olan yok olmaya mahkumdur.
Dünya üzerindeki insanlar yıllardır okullardan, televizyon ve gazetelerden,
çevrelerindeki insanlardan bu telkini almaktadırlar. Bu telkini ortadan
kaldırmanın, insanlar arasında şefkat, merhamet, yardımlaşma ve dayanışma
duygularını yerleştirmenin tek yolu, insanlara Kuran ahlakını tebliğ etmek ve
dinsizliğin dünyada ve ahirette getireceği kayıpları anlatmaktır. Bu, her Müslümanın
üzerine düşen önemli bir sorumluluktur. Böyle büyük ve şerefli bir sorumluluğu
üstlenenlere Allah güzel bir sonuç vaat etmiştir:
Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde
bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve
iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak,
kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp
sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar,
yalnızca Bana ibadet ederler ve Bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan
sonra inkar ederse, işte onlar fasıktır. (Nur Suresi, 55)
Allah Korkusu Olmazsa Ne Olur?
H er tavrının bir
karşılığı olduğunun bilincinde olan ve Allah'a kavuşacağını bilen bir insanla,
kimseye hesap vermek zorunda olmadığını zanneden bir insanın davranışları
arasında büyük bir farklılık vardır. Allah korkusu olmayan bir insan her türlü
kötülüğü işleyebilir, çıkarları için her türlü ahlaksızlığa göz yumabilir.
Örneğin çok sıradan bir sebepten veya dünyevi bir çıkar için "gözünü bile
kırpmadan" adam öldürebilen bir insan, bunu Allah'tan korkup sakınmadığı
için yapar. Çünkü Allah'a ve ahiret gününe kesin bir bilgiyle iman etse, asla
ahirette hesabını veremeyeceği bir şey yapamaz.
Kuran'da Hz. Adem'in oğullarından örnek verilerek Allah'tan korkan bir
insanla korkup sakınmayan bir insan arasındaki keskin farklılığa dikkat
çekilmiştir:
Onlara Adem'in iki oğlunun gerçek olan haberini oku:
Onlar (Allah'a) yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı. Onlardan birininki
kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemişti. (Kurbanı kabul edilmeyen) Demişti
ki: "Seni mutlaka öldüreceğim." (Öbürü de:) "Allah, ancak
korkup-sakınanlardan kabul eder."
"Eğer beni öldürmek için elini bana uzatacak
olursan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Çünkü ben,
alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım." (Maide Suresi, 27-28)
Allah korkusu olmayan taraf, kardeşini hiçbir suçu olmadığı halde,
gözünü bile kırpmadan öldürebilirken, diğeri ölüm tehdidi aldığı halde
kardeşini öldürmeye yeltenmeyeceğini söylemektedir. İşte bu, o kişinin sahip
olduğu Allah korkusunun bir sonucudur. O halde toplumun tüm bireyleri Allah
korkusuna sahip olduğunda cinayet, zulüm, haksızlık, adaletsizlik gibi Allah'ın
hoşnut olmayacağı tüm olaylar son bulacaktır.
İnsanların ahlaksızlıklarının ve zalimliklerinin bir diğer nedeni ise
dünyaya olan tutkulu bağlılıklarıdır. Bu yapıdaki insanlar dünyada fakir kalma,
geleceğini garanti altına alamama endişesi taşırlar. Bu nedenle birçok insan
rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, yalancı şahitlik, fuhuş gibi suçları alışkanlık
haline getirir. Oysa Allah'a iman eden bir insan için Allah'ın razı olması
herşeyin üzerindedir. Böyle bir insan Allah'ın hoşnutluğunu kaybedeceğini
bildiği bir şeyden şiddetle sakınır. Sadece Allah'tan korkar; ne ölüm, ne
açlık, ne de başka bir zorluk onu doğru bildiği yoldan ayıramaz.
Dolayısıyla da Allah korkusu olan bir insan, koşullar ne olursa olsun
Kuran ahlakından taviz vermez. Böyle bir insan aynı zamanda son derece
güvenilirdir de. Her zaman vicdanlı tavırlar gösterir. Tek başına olduğunda
bile, Allah'ın kendisini gördüğünü ve işittiğini bildiği için, hiçbir koşul
altında vicdansızca, zalimce davranmaya kalkışmaz.
Dinsizlik ise vicdansızlığı teşvik eder. Örneğin bir kişinin arabasıyla
bir insana çarptıktan sonra arkasına dönüp bakmadan kaçması, o kişinin dinden
uzak oluşunun bir göstergesidir. Can çekişen, belki gerekli müdahale ile
kurtarılabilecek bir insanı vicdansızca kendi haline bırakan kişi, insanlardan
kaçarak kurtulacağını düşünür. Ama bu sırada Allah'ın her anına şahit olduğunu
düşünmez. Oysa Allah'ın azabından ve hesap gününden kaçış hiçbir şekilde mümkün
değildir. Allah yapılan tüm haksızlıkların, zalimliklerin, vicdansızlıkların
karşılığını hesap gününde eksiksiz olarak verecektir. Kuran'da Allah şöyle
buyurmaktadır:
…Kim ihanet ederse, kıyamet günü ihanet ettiğiyle
gelir. Sonra her nefis ne kazandıysa, (ona) eksiksiz olarak ödenir. Onlar
haksızlığa uğratılmazlar. Allah'ın rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba
uğrayan ve barınma yeri cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o.
(Al-i İmran Suresi, 161-162)
İnsanlara Allah'ın ayetleri hatırlatıldığı ve bu önemli gerçek telkin
edildiği takdirde bu tarz vicdansızlıklar da engellenmiş olacaktır.
Dinden uzak insanların vicdansızca tavırlarına bir başka örnek olarak
tıp konusunda eğitim almadığı halde çeşitli alanlarda doktorluk yapan kişileri
de verebiliriz. Bu kimseler yeterli bilgi birikimleri ve tecrübeleri olmadığı
halde rahatlıkla insanları kandırabilmekte, üstelik onların sağlıklarını tehdit
edecek, ölümlerine sebep olabilecek kadar ciddi konularda dahi böyle bir
vicdansızlığa başvurabilmektedirler. Bunu yaparken düşündükleri ise,
kendilerine dünyevi birtakım çıkarlar sağlamak ve para kazanmaktır. Oysa Allah
bir ayetinde "emanetleri ehline teslim etmeyi" (Nisa Suresi,
58) emretmiştir. Bir insanın sağlığı da önemli bir emanettir. Dolayısıyla da
Allah'ın bu ayeti uygulandığında, insanların bilmedikleri konularda çalışma
yapmaları, diğer insanlara zarar verebilecek girişimlerde bulunmaları söz
konusu olmaz.
Allah'tan korkmayan insanların yaptıkları vicdansızca tavırlarla her
yerde, yaşamın her anında karşılaşmak mümkündür. Örneğin Allah'ın azabını uzak
gören, düşünmeyen bir insan kolaylıkla masum bir insana iftira atabilir. Onun
için önemli olan insanları ikna edebilmek ve onları söylediklerine
inandırabilmektir. Böyle bir insan Allah'ın herşeye şahit olduğunu ve ahirette
hiçbir şeyin unutulmadan ortaya konacağını düşünmez. Bu nedenle iftirada
bulunduğu masum kişinin zor durumda kalması, sıkıntı çekmesi, hapis yatması
gibi olaylar onun vicdanını rahatsız etmez. Oysa Allah iftira atmanın
karşılığını Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Kim bir hata veya günah kazanır da sonra bunu bir
suçsuza yüklerse, gerçekten o, böyle bir yalan (bühtan)ı ve apaçık bir günahı
yüklenmiştir. (Nisa Suresi, 112)
Doğrusu, uydurulmuş bir yalanla gelenler, sizin
içinizden birlikte davranan bir topluluktur; siz onu kendiniz için bir şer
saymayın, aksine o sizin için bir hayırdır. Onlardan her bir kişiye kazandığı
günahtan (bir ceza) vardır. Onlardan (iftiranın) büyüğünü yüklenene ise büyük
bir azab vardır. (Nur Suresi, 11)
Allah'tan korkup sakınmayan bir insan diğer insanlara kesinlikle değer
vermez. Örneğin çoğu lokanta sahibinin mutfaklarında sıhhi koşullara dikkat
etmemelerinin, yaşlı insanlara hürmet edilmemesinin, ilkyardıma kaldırılan acil
hastaların yeterli ilgiyi görmedikleri için ölmelerinin, zavallı insanların
itilip kakılmalarının, bir avuç toprak için milyonlarca masum insanın
katledilmesinin nedeni, insanların Allah korkusuna sahip olmamalarıdır.
Allah korkusuna sahip olan insanlardan oluşan bir toplumda, kimse bu tür
davranışlarda bulunmaz. Tüm bunların hesap günü karşısına getirileceğini bilir.
Bu bilinçteki insanlardan oluşan bir topluma ise elbette huzur ve güven duygusu
hakim olur. Ayrıca Allah'tan korkan insanlar fuhuştan ve her türlü çirkinlikten
sakındıkları, saygı, şefkat ve merhamet konusunda duyarlı oldukları için aile
yapıları da sağlam olur. Aile yapısı sağlam olan bir ülkede, insanların
birbirlerine bağlılıkları sayesinde devlet yönetimi de güçlü olur.
Karşılık Beklemeden İyilikte Bulunmak
Allah korkusu olan bir insan aynı zamanda vicdanına uyan ve daima Kuran
ahlakına uygun hareket eden bir insandır. Kuran'da tüm insanlara karşılıksız
olarak hayır işlemeleri, insanlara yardım etmeleri, onlara güzel bir yaşam
sunmaya çalışmaları emredilir. Bir ayette "Daha çok istekte bulunmak
için iyilik yapma." (Müddessir Suresi, 6) emriyle, insanın
yaptıklarında dünyevi bir çıkar gözetmemesi gerektiğine dikkat çekilmiştir.
Allah'ın bu emirlerine uyan ve yaptıklarından dünyevi bir karşılık beklemeyen
bir insanın tek bir amacı vardır; o da Allah'ın kendisinden razı olması, onu
cennete layık bir kul olarak kabul etmesidir.
Ancak dikkat edilirse günümüzde yapılan hayır işlerinin büyük bir kısmı
dünyada kazanılacak bir karşılığa dayandırılmaktadır. Örneğin bir işadamı
"sözde" yardım için vakıf kurar, ancak asıl amacı ödeyeceği verginin
düşmesini sağlamaktır. Görünürde maddi bir karşılık elde etmiyor olsa bile,
yaptığı yardım tüm halka gazeteler ve televizyon programları aracılığı ile
duyurulur. Bunun sonucunda elde ettiği karşılık ise gösteriştir. Buna benzer
birtakım çıkarlar uğruna yapılan yardımlar aslında çoğunlukla işe de yaramaz.
Sadece insanların görüp takdir edecekleri kısımları gösterişli hale getirilir.
Örneğin tırlarla yiyecek yardımı gönderilir, ama ya yiyecekler ihtiyaca yönelik
olmaz ya da bozuk çıkar. Veya gönderildiği yerde bu yiyeceklerin dağıtımını
sağlayacak bir sistem düşünülmediği için tonlarca yiyecek heba olur.
Başka bir örnek olarak da şunu verebiliriz: Siyasetle ilgilenen bazı
insanların genelde ağızlarında hep amaçlarının hizmet olduğu sloganı vardır.
Ama bu kişiler bakan olarak seçilmediklerinde bir anda partilerine olan sadakatlerini
ve sözde "amaçları"nı bir kenara iterek, gerçek amaçlarının mevki ve
makam olduğunu gösterebilmektedirler. Bu zihniyetteki insanların toplumlara ne
kadar fayda getirecekleri ise şüphelidir.
Kısacası samimi niyetle yapılmayan işlerin bir bereketi ve faydası
olmaz. Allah bu gerçeği bir ayetinde şöyle bildirir:
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp,
insanlara karşı gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet
ederek sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak
bulunan bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu
çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde
edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264)
Samimi bir niyetle, insanlara fayda sağlamak ve karşılığında Allah'ın
hoşnutluğunu kazanmak için yapılan hayırlar ise Allah'ın ayetinde bildirdiği
gibi son derece bereketli ve kazançlı olur. Allah insanların samimi niyetlerine
karşılık olarak her işlerinde onları başarıya ulaştırır, onlara işlerinde fayda
sağlayacak çeşitli yollar açar. Bir ayette bu gerçeğe şöyle dikkat çekilmiştir:
Yalnızca Allah'ın rızasını istemek ve kendilerinde
olanı kökleştirip- güçlendirmek için mallarını infak edenlerin örneği, yüksekçe
bir tepede bulunan, sağnak yağmur aldığında ürünlerini iki kat veren bir
bahçenin örneğine benzer ki ona sağnak yağmur isabet etmese de bir çisintisi
(vardır). Allah, yaptıklarınızı görendir. (Bakara Suresi, 265)
Sadece Allah'ın rızasını gözeten bir insanın yapacağı hayırların,
göstereceği fedakarlıkların sınırı da yoktur. Dinden uzak bir toplumda birçok
insan herhangi bir fedakarlığın altında mutlaka bir çıkar vardır diye düşünür.
Oysa ki bu mantık, dinsizliğe aittir. Çünkü Allah rızasının aranmadığı bir
toplumda, yalnızca çıkarlar ön planda tutulur. İnananlar ise Allah'ın rızası
dışında hiçbir çıkar gözetmezler:
Adaklarını yerine getirirler ve şerri (kötülüğü)
yaygın olan bir günden korkarlar. Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen
yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın
yüzü (rızası) için yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir
teşekkür. Çünkü biz, asık suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimiz'den
korkuyoruz." Artık Allah, onları böyle bir günün şerrinden korumuş ve
onlara parıltılı bir aydınlık ve bir sevinç vermiştir. (İnsan Suresi, 7-11)
İşte kitabın ilerleyen bölümlerinde çok detaylı olarak inceleyeceğimiz
sorunların çözümleri Allah'ın ayetleriyle açıklanmıştır. Yalnızca Kuran
ahlakını yaşamak bu sorunları köklü olarak ortadan kaldırabilir. Fakir
insanların ihtiyaçlarının gözetilmesi, yaşlılara gerekli saygının gösterilmesi,
çocukların güzel bir ahlakla yetiştirilerek dejenerasyondan uzak tutulmaları,
çeşitli felaketlere uğrayan toplumlara acil yardımların ulaştırılması, haksız
yere bir ülkeye savaş açan, hiçbir suçu olmayan binlerce insanı katleden zalim
fikir sistemlerinin çökertilmesi, devlete ve millete isyankar bir yapıya göz
yumulmaması ve bunlar gibi her türlü sorunun tek çözümü Allah'ın insanlara yol
gösterici olarak indirdiği Kuran'a uymaktır. Kuran'da emredilen ahlaki
özellikler yaşandığı müddetçe dünya üzerindeki her türlü fesat ortadan
kaldırılabilecektir. Aksinde ise insanlar kendi kendilerini bilerek zalim bir
sisteme mahkum etmiş olurlar. Allah Kuran'da insanların kendi kendilerine
verdikleri zarara şöyle dikkat çekmiştir:
İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla,
karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki, dönerler diye (Allah) onlara
yaptıklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır. (Rum Suresi, 41)
Akıl İle Gelen Çözümler
Dünya üzerinde yaşanan sorunlara çözüm bulabilmek ve her alanda
insanlığa fayda sağlayabilmek için akıl, basiret (keskin görüş, özü kavrayış
gücü) ve feraset gibi özelliklere sahip olabilmek son derece önemlidir. Ve bu
özelliklerin elde edilmesi de yine sadece Kuran ahlakına uymakla mümkün
olabilir. Allah bir ayetinde imanın getirdiği akla şöyle dikkat çekmiştir:
Ey iman edenler, Allah'tan korkup-sakınırsanız, size
doğruyu yanlıştan ayıran bir nur ve anlayış (furkan) verir, kötülüklerinizi
örter ve sizi bağışlar. Allah büyük fazl sahibidir. (Enfal Suresi, 29)
İnsanlar kimi zaman karşılaştıkları sorunlara çözüm getirmek
isteyebilirler. Ama bu kişiler de imanın kazandırdığı kavrayışa, çözüm bulma
kabiliyetine, basiret ve ferasete sahip olmadıkları için yeterli bir sonuç elde
edemezler. Çoğu zaman imanın şevki olmadığı için aldıkları kararları uygulama
konusunda hep erteleme yaparlar veya önemli detayları hesaplayamadıkları için
çeşitli aşamalarda tıkanıp kalırlar.
Örneğin bugün dünya ülkelerinin genelinde sokakta yaşayan kimsesiz
çocuklar önemli bir sorundur. Ancak bu çocuklara sahip çıkmaya, onların suç
işlemelerine, uyuşturucu kullanmalarına engel olmaya yönelik keskin bir çözüm
bir türlü alınamamaktadır. Alınan cılız tedbirler, yapılan küçük çaplı
yardımlar yeterli olmadığı için bu insanlar yaşamlarını sokaklarda geçirmekte,
sonunda da ya bir suçtan dolayı hapse atılmakta, ya intihar etmekte ya da
bakımsızlıktan ölmektedirler. Oysa bu çocuklara iyi bir eğitimle Kuran ahlakı
öğretilse, gerekli imkanlar sağlansa böyle hatalı yollara sapmazlar. Allah'tan
korktukları için suça yönelmez, aksine devletlerine, milletlerine fayda
getirmeye çalışan bireyler haline gelirler.
Bu konuda bir başka örnek ise tedavi masrafı yüksek bir hastalığa
yakalanan insanların durumudur. Eğer hastalığa yakalanan kişi zenginse tedavi
olup hastalıktan kurtulma imkanı vardır. Ama eğer hasta kişi fakirse, tedavi
masraflarını karşılayamadığı için açıkça ölüme terk edilmektedir. Hiç kimse
çıkıp bu konuya bir çözüm bulalım, akılcı bir önlem alalım diye
düşünmemektedir.
Kuşkusuz bu umursamaz tavrın temelinde yine Allah korkusunun eksikliği
ve bundan kaynaklanan bir akılsızlık yatmaktadır. Doğruyu yanlıştan ayırma
konusunda eksik olan insanlar karşılaştıkları sorunlara da çözüm
bulamamaktadırlar. Bu, inkarcı insanlara has bir tutumdur. Allah Kuran'da bu
karakterdeki insanların durumunu şöyle bildirmiştir:
İnkar edenlerin örneği bağırıp çağırmadan başka bir
şey işitmeyip (duyduğu veya bağırdığı şeyin anlamını bilmeyen ve sürekli)
haykıran (bir hayvan)ın örneği gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler,
kördürler; bundan dolayı akıl erdiremezler. (Bakara Suresi, 171)
Oysa Kuran ahlakına tabi olan insanların, sahip oldukları akıldan
kaynaklanan çözüm bulma, kaynak bulma, organizasyon yapma kabiliyetleri son
derece gelişmiştir. Bu kişilerin yönlendirmesiyle yapılacak organizasyonlar ile
imkan sahibi birçok insanın maddi olanakları bu yönde kullanılabilir. Öncelikle
insanlar mevcut sorundan haberdar edilebilir ve çözüm için öneriler sunulur.
Örneğin birkaç işadamının sokakta yaşayan çocukların barınacakları ve
eğitilecekleri yerleri hazırlatması çok kolay ve kısa sürecek bir aşamadır.
Kuran ahlakını yaşayan bir toplumda maddi imkanı yerinde olan her aile, bu
çocuklardan yalnızca birinin bakımını ve eğitimini üstlense, böyle bir sorun
köklü olarak ortadan kalkar. Güzel ahlaklı ve akıllı insanlar bu tip pratik
çözümlerle her türlü sorunun altından rahatlıkla kalkabilirler. Veya aynı
şekilde hasta olup tedavi masraflarını karşılayamayan insanların tespit edilip,
gerekli harcamalarının özel bir bütçeden karşılanması da çok rahatlıkla
sağlanabilir. Bu tür konularda önemli olan tüm dünyanın sahip olduğu
potansiyeli en hayırlı olacak yerlere, israfı tamamen engelleyerek en verimli
şekliyle kanalize etmektir. Bu, Allah'ın Kuran'da insanlara emrettiği bir
davranıştır.
Olaylara vicdanlarını ve
akıllarını kullanarak sahip çıkan insanlar çok hızlı bir şekilde eksikleri ve
ihtiyaçları tespit ederek, çözüm için yöntemler üretebilirler. İnsanlar
genellikle eksiklikleri göremezler veya görmezlikten gelirler. Vicdanlarını
rahatsız etse bile ne yapacaklarını bilemezler veya harekete geçmeye üşenirler.
Çünkü hayatlarının büyük bir bölümünü bu konuya ayırmak zorunda kalacaklarını
düşünür ve rahatlarını kaçırmak istemezler. Ancak akıl ve vicdan sahibi
kimselerin bu insanlar yerine olayları organize etmeleri, insanları güçleri ve
imkanları doğrultusunda yönlendirmeleri ve şevklendirmeleri sonucunda birçok
sorun büyük bir hızla çözüme ulaşabilir.
Teşvik etmek ve insanları harekete geçirerek hayır işlerinde aracı olmak
Kuran'da makbul olarak gösterilen bir özelliktir:
Kim, güzel bir aracılıkla aracılıkta (şefaatte)
bulunursa, ondan kendisine bir hisse vardır; kim kötü bir aracılıkla aracılıkta
bulunursa, ondan da kendisine bir pay vardır. Allah herşeyin üzerinde
koruyucudur. (Nisa Suresi, 85)
Aksi bir davranış ise inkarcıların özelliği olarak belirtilmiş ve
insanlar böyle bir ahlaktan menedilmişlerdir:
Hayır; aksine, siz yetime ikram etmiyorsunuz. Yoksula
yedirmek için birbirinizi teşvik etmiyorsunuz. Mirası, sınır tanımaz (helal,
haram aldırmaz) bir tarzda yiyorsunuz. Malı 'bir yığma tutkusu ve hırsıyla'
seviyorsunuz. (Fecr Suresi, 17-20)
Gerçek Adalet, Kuran Ahlakının
Yaşanması İle Sağlanabilir
Adalet, toplumsal
düzeni sağlayan en önemli unsurlardan biridir. Her ülkenin kendine özgü bir
adalet sistemi vardır. Ancak dünya geneline baktığımızda, adaletin
uygulanmasında karşılaşılan zorluklar nedeniyle, sürekli ideal model arayışının
devam ettiğini görürüz.
Tüm dünyada ulaşılmaya çalışılan ideal modelin temeli ise, insanlar
arasında ayrım yapılmadan, herkesin yaptığının karşılığını tam olarak aldığı
bir adalet mekanizmasının oluşturulmasıdır. Bu modele ulaşmak için geliştirilen
yeni metodlara, farklı yaklaşımlara, üretilen projelere ve çözümlere rağmen,
adaletin tam olarak sağlanmasında çeşitli güçlüklerle karşılaşılmaktadır.
Bu gibi olumsuzlukların temel nedeni ise toplumun genel ahlak yapısında
oluşan bozulmalar ve çöküntülerdir. Allah'ın emrettiği güzel ahlakın
yaşanmamasından kaynaklanan bu çöküntü, toplumları her alanda olumsuz yönde
etkilemektedir.
Dolandırıcılık, rüşvet, yolsuzluk, adaletsizlik ve bunların benzeri daha
pek çok olayın nedeni işte bu çöküntüdür. Günlük hayatın her alanında bunun
örneklerine rastlamak mümkündür. Örnek olarak ticari hayatta çok sık rastlanan
olaylardan bir tanesini verelim. Bir işadamı başka bir kişiyi rahatlıkla
dolandırabilmekte ve o kişinin parasını, evini, arabasını haksız yere, hile
yaparak almakta bir sakınca görmemektedir. Dolandırdığı kişi ile senelerdir
süregelen bir dostluğunun olması, dolandırılan kişinin maddi-manevi pek çok
yönden zor durumda kalacak olması gibi konular dolandıran kişiyi hiç
ilgilendirmez. Dolandırıcılık yapan kişi için dostluk, aile bağları, manevi
değerler, toplumsal kurallar, güzel ahlak gibi ölçüler geçerli değildir. Bu
kişinin ölçüsü sadece kendi çıkarlarının korunmasıdır.
Allah'ın tüm yaptıklarından haberdar olduğunu,
her hareketinin bir gün hesabını vereceğini hiç düşünmeyen, dolandırıcılığın
haksız bir kazanç olduğunu, adaletli bir davranış olmadığını aklına getirmeyen
bu kişinin çevresindeki diğer kişilerle olan ilişkileri de bu doğrultuda
olacaktır.
Bu konuda şöyle bir örnek de verebiliriz. Bir insan dolandırıcılık
yapmanın büyük bir suç olduğunu düşünebilir ve bu nedenle ömrü boyunca, hiçbir
şekilde böyle bir davranışta bulunmayabilir. Ancak aynı kişi kendine bir çıkar
sağlayabileceğini düşündüğü anda başka bir insan ile ilgili yalancı şahitlikte
bulunabilir, yapmadığı bir şeyden dolayı o kişiye iftira atabilir. Kendi içinde
de şartların onu zorladığını, bakması gereken bir ailesi olduğunu ve daha pek
çok bahaneyi öne sürerek vicdanını rahatlatabilir. Oysa bütün bu mazeretler
iftira atmanın kötü bir ahlak olduğu gerçeğini değiştirmeyecektir.
Burada genel olarak tarif ettiğimiz model, toplum genelinde özellikle
kişinin kendi menfaatlerinin zarar göreceğini düşündüğü anlarda ortaya
çıkmaktadır. Hırsızlık yapan da, zulüm yapan da, dolandırıcılık yapan da hep bu
mantıkla hareket edecektir. Herkesin kendi çıkarını gözettiği böyle bir
toplumda sonuç olarak adaletsizlik, çıkar kavgaları ve kargaşa ortaya
çıkacaktır.
Oysa Kuran ahlakını yaşayan bir kişi hangi şartlar altında, ne gibi bir
zorlama ile karşı karşıya olursa olsun böyle bir şeye tenezzül etmeyecek ve
güzel ahlak göstermekten vazgeçmeyecektir. Güçlü bir Allah korkusu olan kişi,
her yaptığının, söylediği her sözün bir gün karşısına çıkacağı gerçeğini
unutmaz. Yalnızca kendi çıkarlarını düşünme, servet yığıp-biriktirme, sıkıntı
ve ihtiyaç içinde olanları görmezlikten gelme gibi ahlaki bozuklukların
sonucunda ortaya çıkan adaletsizliğin elbette tek çözümü vardır. Her olayda
olduğu gibi bu konuda da çözüm Kuran ahlakının insanlar arasında yaygınlaştırılmasıdır.
Çünkü Allah iman eden ve bu üstün ahlakı yaşayan kullarına Kuran'da kesin bir
adaleti emretmektedir:
Ey iman edenler, kendiniz, anne-babanız ve
yakınlarınız aleyhine bile olsa, Allah için şahidler olarak adaleti ayakta
tutun. (Onlar) ister zengin olsun, ister fakir olsun; çünkü Allah onlara daha
yakındır… (Nisa Suresi, 135)
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi
emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan
sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl
Suresi, 90)
Ayetlerde belirtilen bu adalet anlayışına sahip insanların yaşadığı bir
toplum, adaletsizliğin asla yer alamayacağı bir ortam olacaktır. Çünkü Kuran
ahlakının yaşandığı bir ortamda, en yakın akrabalar da dahil olmak üzere
kişinin yakınlık derecesi, maddi durumu ya da mevkisi gibi şartların hiçbir
önemi olmadan keskin bir adalet uygulanması esastır.
Ancak günümüzde dünya ülkelerinde gördüğümüz uygulama daha farklıdır.
Kimi zaman bir insanın maddi gücü, mevkisi, çevresi göz önünde bulundurularak
işlediği bir suç gözardı edilebilmektedir. Veya yaptığı bir suçun karşılığında
hak ettiği ceza verilmeyebilmektedir. Oysa gerçek adaletin yaşandığı
toplumlarda o anki durum ve şartlar gözetilerek, kişinin ayrıcalık yaratacak (akrabalık,
mal-mülk, itibar gibi) özellikleri dikkate alınmadan adil bir tutum sergilenir.
Gerçek Adaletin Yaşanmadığı Toplumlarda
Ne Gibi Aksaklıklar Ortaya Çıkar?
1. Yalancı Şahitlikler Artar
Bilindiği gibi adaletin sağlanmasında ve doğruların tespit edilmesinde
şahitlerin önemi büyüktür. Görgü tanıklarının ifadeleri doğrultusunda pek çok
olay kısa sürede çözümlenebilir. Haklı ve haksız ayırt edilebilir. Ancak Kuran
ahlakının yaşanmadığı toplumlarda doğru olanı şahitler yoluyla tespit etmek
güvenilir bir yöntem olmaktan uzaktır. Çünkü Kuran ahlakına uymayan kişiler,
adaletli bir şekilde doğruyu söylemek ve haklı olanın yanında yer almak yerine,
para karşılığında ya da herhangi bir çıkar gözeterek rahatlıkla yalan
söyleyebilirler.
Hatta kimi zaman çok önemli olmasına rağmen bir olayda şahitlik
yapmaktan da kaçınırlar. Çünkü bunun sonucunda zarar göreceklerini, başlarının
derde gireceğini düşünürler. Oysa Allah bir ayetinde şahitliğin gizlenmemesi
gerektiğini şöyle bildirmektedir:
…Şahidliği gizlemeyin. Kim onu gizlerse, artık
şüphesiz, onun kalbi günahkardır. Allah, yaptıklarınızı bilendir. (Bakara
Suresi, 283)
Kimi zaman da bu kişilerin bir kişiye olan kinleri ve nefretleri onları
doğruyu söylemekten alıkoyar. Yalancı şahitlik yaparak, olayları çarpıtarak
adaletle hükmedilmesine engel olurlar.
Kuran ahlakını yaşamayan bu kişiler özellikle kendi çıkarları ve kendi
istekleri ön planda olduğu zamanlarda adaleti gözetmezler. Verdikleri ifade
sonucunda bir insanın suçsuzken boş yere senelerce hapishanede kalacağını, bu
sırada o kişinin ve ailesinin çekeceği sıkıntıları akıllarına bile getirmezler.
Kendilerini söz konusu kişinin yerine koyup, aynı durumda olsalar neler
hissederlerdi diye de düşünmezler.
Allah bu gibi insanların içinde bulunduğu duruma Kuran'da dikkat
çekmekte ve buna karşılık şartlar ne olursa olsun adaletli davranmayı şöyle
emretmektedir:
Ey iman edenler, adil şahidler olarak, Allah için,
hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletten alıkoymasın.
Adalet yapın. O, takvaya daha yakındır. Allah'tan korkup-sakının. Şüphesiz
Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır. (Maide Suresi, 8)
Adalet yapmak yerine korku, para, hırs gibi kavramların esiri olarak
hareket eden kişiler, ancak Kuran ahlakını benimsediklerinde üzerlerindeki bu
ağırlıklardan kurtulacaklardır. Allah'ın her an yanlarında olduğunu bilerek
hareket ettiklerinde, içinde bulundukları durum ne olursa olsun, ne gibi bir
tehdit, ne gibi bir korku altında olurlarsa olsunlar, ne tür bir menfaat teklif
edilirse edilsin adaletten, doğrunun yanında olmaktan kesinlikle taviz
vermeyeceklerdir. Çünkü müminler, söyledikleri her sözün ahiret gününde
karşılarına çıkacağını ve hesabını vereceklerini bilen insanlardır. Allah bir
ayetinde Kuran ahlakını yaşayan ve bundan taviz vermeyen kişilerin yalan yere
şahitlikte bulunmayacaklarını şöyle bildirmektedir:
Ki onlar, yalan şahidlikte bulunmayanlar, boş ve
yararsız sözle karşılaştıkları zaman onurlu olarak geçenlerdir. (Furkan Suresi,
72)
Adaleti gözetmek yerine kendi çıkarlarını gözeten kişilerin düşünmesi
gereken başka bir nokta da bir gün aynı duruma kendilerinin de düşebileceğidir.
O duruma düştüklerinde kendileri adalet isteyecekler, doğru şahitlik yapacak
birini arayacaklardır. İşte bu duruma düşmek istemeyen her insan, Allah'ın
emrettiği güzel ahlakın tebliğ edilmesi konusunda çaba harcamalı, kendisi de bu
üstün ahlakı hiç taviz vermeden yaşamalıdır.
2. İnsanların Birbirlerini Değerlendirmelerindeki
Ölçü, Para ve Mevki Olur
Kuran ahlakını yaşamayan toplumlarda insanların birbirlerini
değerlendirirken esas aldıkları ölçü para ve mevkidir. Toplumun bütün
kesimlerine hakim olan bu anlayışın örneklerini her yerde görmek mümkündür.
Bir mağazaya gelen iki farklı kişiye karşı mağaza görevlilerinin
gösterdikleri farklı tavırlar bu konudaki en belirgin örneklerden biridir.
Müşterilerin dış görünüşlerine göre tavırlarını ayarlayan görevliler, zengin
olduğunu tahmin ettikleri kişiye karşı saygılı ve güler yüzlü davranırken,
maddi durumu iyi olmayan müşteriye azarlar gibi davranacaklardır. Her ikisi de
aynı şeyleri almak maksadıyla mağazaya girmiş olsalar da mağaza elemanlarının
tavırları müşterilerin maddi durumları, dış görünüşleri ya da ünlü olmaları
gibi ölçülere bağlı olacaktır.
Oysa Kuran ahlakını yaşayan bir kişi için ölçü bunlar değildir. Böyle
kişiler çevrelerindeki insanları hiç ayırt etmeden sadece "insan"
olarak değerlendirirler. Bir insana değer vermeleri için o kişinin parasının
olup olmaması, evinin büyüklüğü, kıyafetlerinin markası ve çokluğu, yüzünün
güzelliği, kültür birikimi, yaptığı iş, eğitim seviyesi ve benzeri değer
yargılarına ihtiyaçları yoktur. Allah Kuran'da insanlar arasındaki sevgide ölçü
olarak imanı ve Kendisi'ne olan yakınlığı vermiştir. Bu nedenle müminler için
geçerli olan tek ölçü de budur.
3. Eğitim Konusunda Yaşanan Sıkıntılar
Toplumu oluşturan bireylerin en doğal haklarından bir tanesi de
eğitimdir. Din, dil, ırk, maddi durum farkı gözetilmeden her birey eşit
ölçülerde eğitim alma hakkına sahiptir. Oysa sosyal adaletin tam olarak
sağlanamadığı toplumlarda eğitim konusunda da problemler ve çözümsüzlükler
yaşanmaktadır. Bu çözümsüzlüklerin en başında eğitim hakkının maddiyata bağlı
olarak kazanılması gelmektedir. Pek çok ülkede yeterli maddi imkan bulamadığı
için iyi bir eğitim alamayan çok sayıda çocuk ve genç vardır. Bunun dışında
okulların kaliteleri ve bu kaliteden yararlanma oranları da yine maddi
olanaklar doğrultusunda değişmektedir.
Maddi yönden destek alan okullarda her konu için özel laboratuvarlar
kurularak, çok faydalı bir eğitim uygulanabilirken kısıtlı imkanlar nedeniyle
kimi okullar bu yönden yetersiz kalmaktadır. Bu da öğrencilerin araştırma yapma
ve kendilerini geliştirme gibi faaliyetlerini olumsuz yönde etkilemektedir.
Bunun yanında her insan istediği dalda eğitim alma hakkına da sahiptir.
Nitekim eğitimde yüzde yüz başarının elde edilmesi ve verimin her yönden
artması için kabiliyetlerin öne çıkarılacağı bir eğitim sistemi kuşkusuz daha
faydalı olacaktır. Ama günümüz toplumlarında maddi imkansızlıklar nedeniyle
eğitimini belli bir aşamada bırakmak zorunda kalan ya da mesleki yönde
tercihini kabiliyete göre değil de çeşitli etkenlere göre ayarlamak zorunda
kalan çok sayıda insan vardır.
Bütün toplumları çok yakından ilgilendiren bu gibi problemlerin çözümü
ise Kuran ahlakının yaşanmasıyla sağlanır. Çünkü böyle bir ortamda eğitim
konusunda yetersizlik söz konusu olmaz. İnsanlar Kuran'a uymanın getirdiği
akılcılık ve çözüm bulma kabiliyeti ile, her alanda olduğu gibi bu alanda da
çeşitli modeller üretirler. Öncelikle böyle bir toplumda zengin fakir ayrımı
diye bir konu olmaz. Daha önce de belirttiğimiz gibi herkes ihtiyacı dışında
kalanı hayır işlerine harcar. Böyle büyük bir imkanın halkın sağlığı, eğitimi
gibi aciliyetli konulara aktarılmasıyla bu sorunlar kendiliğinden ortadan
kalkar. Hatta bu ahlak dünya genelinde yaşandığında, ülkeler arasında da zengin
fakir ayrımı kalkar. Maddi imkanları yüksek olan ülkeler, ihtiyaçları dışında
kalan kaynaklarını daha geri kalmış ülkelere bir karşılık beklemeksizin, hayır
için aktarırlar.
Eğitim konularında çözüm üretmek, kuşkusuz tüm Müslümanlara düşen önemli
bir görevdir. Çünkü gençlerin Allah'ın Kuran ile bildirdiği gibi bir hayat
yaşamaları, kendilerine yaşam amaçlarını öğreten, Allah'ın yeryüzünde ve
evrendeki yaratılış delillerini gösteren bir eğitim alabilmeleri herkesin
sorumluluğundadır. Aksi takdirde zihinleri inkarcı sistemlerin boş bilgileriyle
doldurulan, sonuç olarak da ülkesine, milletine, dinine fayda sağlayamayan
gençlerin varlığı kaçınılmaz hale gelir. Gençlerin aldıkları yetersiz eğitim
sonucunda tamamen yanlış yollara yönelmelerinin, dinin sunduğu güzelliklerden
uzak kalmalarının, inkar yolunu benimsemelerinin vicdani sorumluluğunu
yüklenmek ise kuşkusuz Allah'tan korkan bir insanın göz yummayacağı bir
davranıştır.
4. Kadın-Erkek Eşitsizliği
Gerçek adaletin yaşanmadığı toplumlarda kadın-erkek ayrımı son derece
belirgindir. Dünya genelinde kadın-erkek eşitsizliği konusu son derece önemli
bir problem oluşturmaktadır. Öyle ki kadınlar dünyadaki pek çok ülkede çoğu
zaman ikinci sınıf vatandaş muamelesi görerek toplumdan dışlanırlar. Güçsüz ve
korunmaya muhtaç oldukları düşünüldüğü için de genellikle ezilir ve hor
görülürler. Yine bu gibi nedenlerden dolayı kadınların fikirlerine de çok fazla
değer verilmez.
Bu düşüncelerin hakim olduğu toplumlarda kadınların iş hayatında belli
bir mevkiye sahip olmaları hatta belli bir kariyere ulaşarak zekalarını,
becerilerini kanıtlamış olmaları yadırganır. Tüm dünya genelinde kadınlar için
kendine güvensiz, beceriksiz, titrek, zihinsel yönü pek o kadar da gelişmemiş
bir insan imajı yaygındır. Bu yanlış "kadın karakteri" anlayışı
sonucunda, bir kadının yaptığı her hata, o kişinin insan olduğu için değil de
kadın olduğu için yaptığı bir hata şeklinde yorumlanır.
Söz konusu toplumlarda, bir iş yeri için aynı eğitime, aynı zeka ve
beceriye sahip olmasına rağmen erkekler ve kadınlar arasında bir seçim
yapılması gündeme geldiğinde, tercih genellikle erkek eleman yönünde yapılır.
Bu nedenle kadınların görev aldıkları alanlar oldukça sınırlıdır.
Toplumdaki bu genel kanaatle birlikte çoğu kadın da kendisini bu yanlış
kanaatlerin kapsamında kabul etmişlerdir. Bu kabulün bir sonucu olarak da pek
çok toplumda kadınlar geri planda kalmakta bir sakınca görmemektedirler.
Geri kalmış ülkelerin çoğunda ise kadın-erkek eşitsizliği çok daha
farklı boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Bu ülkelerde kadınlara eğitim,
seçme-seçilme, iş sahibi olma gibi temel haklar dahi verilmemektedir. Hatta
evlenirken eşlerini seçme hakkına da sahip değildirler. Bir konu hakkında fikir
beyan etmeleri ise söz konusu bile değildir. Kadınlar kendileri ile ilgili
hiçbir kararı veremezler. Onların adına her türlü karar babaları ya da eşleri
tarafından verilir.
Burada sadece birkaç tanesini sıraladığımız bu yanlış yaklaşımlara
yıllardır çeşitli çözümler bulunmaya çalışılmaktadır. Kadınların haklarını
korumak için kurulmuş olan dernekler, özgürlük, eşitlik, feminizm gibi
kavramların tartışmaya açılması, çeşitli projeler hazırlanması, konferanslar,
paneller düzenlenmesi bu çözüm arayışlarından sadece birkaç tanesidir. Bütün bu
çabalara ve çalışmalara rağmen zaman içinde bulunan çözümlerin de gerçekte
çözümsüzlüklerle dolu olduğu anlaşılmaktadır. Bu sonuç son derece doğaldır.
Çünkü asıl çözüm diğer bütün sorunların çözümünde de olduğu gibi Kuran'dadır.
Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda, toplumu oluşturan bireyler
arasında kesinlikle bir ayrım yoktur. Bir insanın kadın, erkek, zengin, fakir,
yaşlı, genç veya çocuk olmasının önemi yoktur. Önemli olan bu kişilerin
cinsiyetleri, mevkileri, servetleri ya da başka herhangi bir vasıfları değil
yaptıkları iyi işler ve Allah'a olan yakınlıkları yani takvalarıdır. Allah bir
ayetinde Müslümanlara "Azık edinin, şüphesiz azığın en hayırlısı
takvadır." (Bakara Suresi, 197) hükmüyle bu konuyu hatırlatmıştır.
Ayrıca Kuran'da, müminlerden, salih amellerde bulunan kadınlar ve erkekler
olarak bahsedilir. Kuran'da müminlerin erkek veya kadın olmalarının değil,
Allah'ın emrettiği ahlakı yaşamalarının önemine dikkat çekilir. Bu konudaki
ayetlerden bazıları şöyledir:
Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar birbirlerinin
velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar, namazı dosdoğru
kılarlar, zekatı verirler ve Allah'a ve Resûlü'ne itaat ederler. İşte Allah'ın
kendilerine rahmet edeceği bunlardır. Şüphesiz, Allah, üstün ve güçlüdür, hüküm
ve hikmet sahibidir. Allah, mü'min erkeklere ve mü'min kadınlara içinde ebedi
kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel
meskenler vaadetmiştir. Allah'tan olan hoşnutluk ise en büyüktür. İşte büyük
kurtuluş ve mutluluk budur. (Tevbe Suresi, 71-72)
Şüphesiz,
Müslüman erkekler ve Müslüman kadınlar, mü'min erkekler ve mü'min kadınlar,
gönülden (Allah'a) itaat eden erkekler ve gönülden (Allah'a) itaat eden
kadınlar, sadık olan erkekler ve sadık olan kadınlar, sabreden erkekler ve
sabreden kadınlar, saygıyla (Allah'tan) korkan erkekler ve saygıyla (Allah'tan)
korkan kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, oruç tutan
erkekler ve oruç tutan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve (ırzlarını)
koruyan kadınlar, Allah'ı çokça zikreden erkekler ve (Allah'ı çokça) zikreden
kadınlar; (işte) bunlar için Allah bir bağışlanma ve büyük bir ecir
hazırlamıştır. (Ahzab Suresi, 35)
Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir
amelde bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki
tomurcuk kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır. (Nisa Suresi, 124)
Kadınların Toplum Hayatında Çektiği Sıkıntılar
Dinden uzak toplumlarda kadınların karşı karşıya kaldıkları en büyük
sorunlardan bir tanesi de boşanma sonrası yaşanan sıkıntılardır.
Evlendiklerinde eşleri tarafından çalışma hakkı tanınmayan ve bu nedenle maddi
yönden eşlerine bağımlı yaşamak zorunda kalan kadınlar, boşandıklarında son
derece zor durumda kalabilmektedirler.
Dünya genelinde boşanan kadınların kimi herhangi bir mesleğe sahip
olmadığı, kimi yaşının ilerlemiş olması nedeniyle çalışma gücü kalmadığı, kimi
ise hiçbir ek sosyal hak tanınmadığı için büyük zorluklar çekmektedir. Bundan
başka boşandıktan sonra her iki tarafın kendine göre taleplerinin olması,
tarafların yalnızca kendi çıkarlarını düşünüyor olması gibi nedenlerle de bu
sorun daha da zorlaşmakta ve anlaşmazlıklar artmaktadır.
Oysa Kuran ahlakını yaşayan bir toplumda bu gibi sıkıntılar yaşanmaz.
Kişilerin evlilikleri gibi boşanmaları da gönül rızasıyla olacağı için
evlenirken eşler arasında var olan saygı ve sevgi, boşanırken de aynı şekilde
korunur. Çünkü iki taraf da birbirini kadın veya erkek olarak değil, Allah'a
iman eden insanlar olarak, takvalarına göre değerlendirir ve bu doğrultuda
güzel davranışlarda bulunurlar.
Bununla birlikte Kuran'da kadınların boşanma gibi durumlarda sıkıntıya
düşmemeleri için alınmış olan çok fazla önlem vardır. Örneğin kadınlar maddi
yönden kesin bir güvence altına alınmışlardır. Her iki tarafın karşılıklı
anlaşma sağlaması neticesinde belirlenen maddi yardım ve boşanan kadınlara
nasıl davranılması gerektiği ayetlerde şöyle tarif edilmektedir:
(Kocası tarafından) Boşanan (kadın)ların maruf (meşru)
bir tarzda yararlanma (ve geçim pay)ları vardır. Bu, sakınanlar üzerinde bir
hak (borç) tır. (Bakara Suresi, 241)
…Onları yararlandırın, zengin olan kendi gücü, darda
olan da kendi gücü oranında, maruf (meşru ve örfe uygun) bir şekilde
yararlandırsın. (Bu,) iyilik edenler üzerinde bir haktır. Eğer onlara mehir
tespit eder de, el sürmeden boşarsanız, bu durumda -kendileri veya nikah bağı
elinde olanın bağışlaması hariç- tespit ettiğiniz (mehr)in yarısı onlarındır.
Sizin (tümünü veya fazlasını) bağışlamanız takvaya daha yakındır. Aranızdaki
üstünlüğü (derece farkını) unutmayın. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızı
görendir. (Bakara Suresi, 236-237)
Geniş imkanları olan nafakayı geniş imkanlarına göre
versin. Rızkı kısıtlı tutulan da, artık Allah'ın kendisine verdiği kadarıyla
versin. Allah, hiçbir nefse ona verdiğinden başkasıyla yükümlülük koymaz.
Allah, bir güçlüğün ardından bir kolaylığı kılıp-verecektir. (Talak Suresi, 7)
Bundan başka kadınlara evlilik sırasında verilmiş olan malların
boşandıktan sonra geri alınmaması gerektiği de ayetlerde belirtilmiştir.
Boşanılan kadınların barınma ihtiyaçlarının sağlanması, kadınlara zorla mirasçı
olunmaya kalkışılmaması da ayetlerde dikkat çekilen konulardandır.
Buraya kadar anlatılanlarda da görüldüğü gibi çözüm yine Kuran ahlakının
yaygınlaştırılmasında yatmaktadır. Kuran ahlakının yaşandığı bir toplumda diğer
bütün toplumsal sorunlarda olduğu gibi kadınların zor durumda kalmaları,
horlanmaları, sıkıntı çekmeleri gibi durumlar söz konusu olmayacaktır.
5. Dünyadaki Kaynaklardan Eşit Yararlanma
Toplumların geneline bakıldığında, insanların, dünya kaynaklarından eşit
ölçülerde yararlanamadıkları görülür. Örneğin yetişkin bir insanın günlük
enerji ihtiyacı yaklaşık 2800 kalori olarak kabul edilir. Dünya genelinde
mevcut olan besin maddeleri de her insanın bu günlük ihtiyacını
karşılaşabilecek düzeydedir. Ama buna rağmen dünyada halen 800 milyondan fazla
insan açlık çekmektedir. Dünya nüfusunun yaklaşık %75'inin (1991'de 4.03 milyar
kişi) aldığı günlük kalori bu miktarın altındadır ve ülkeden ülkeye bu oranlar
değişiklik gösterir. Bunun nedeni yiyecek maddelerinin ülkeler üzerinde eşit
olmayan dağılımıdır. Yine başka bir istatistiğe göre gelişmekte olan ülkelerin
temel ihtiyaçlarını karşılamak (yiyecek, içecek su, sağlık önlemleri, sağlık
bakımı ve eğitim) yılda yaklaşık olarak 40 milyar dolara mal olmaktadır ki, bu
da dünyanın en zengin 225 insanının toplam mal varlığının %4'ü anlamına
gelmektedir.1
Bu istatistiksel bilgilerden de görüldüğü gibi, bir ülkede fazla olan
kaynaklar kimi ülkeler için hayati önem taşıdığı halde eşit bir dağılım
sağlanamamaktadır. Zengin ülkelerde kimi zaman kullanım sahası bulunamadığı
için israf edilen kaynaklar, ihtiyacı olan insanlara ulaştırılmamaktadır. Bu
konuda bazı Afrika ülkelerinde yaşanan sıkıntılar tüm dünyaca bilinen örneklerdir.
Ancak kaynakların eşit dağıtılamaması yalnızca yiyecek ve içecek
maddeleri için geçerli bir durum değildir. Örneğin sağlık hizmetleri konusunda
da kaynakların dünya çapındaki dengesiz dağılımı nedeniyle çeşitli problemler
ve çözümsüzlükler yaşanmaktadır. Bilindiği gibi günümüzde dünya çapında salgın
halinde olan son derece tehlikeli hastalıklar bile kolaylıkla tedavi
edilebilmekte ve yaygınlaşması engellenebilmektedir. Bunun gerçekleşmesi ise
gelişmiş ülkelerin kullandığı tıbbi teknoloji ve maddi güç ile mümkün
olabilmektedir. Bununla birlikte geri kalmış ya da yeni gelişmekte olan
ülkelerde durum tamamen farklıdır. Diğer ülkelerde kolaylıkla hallolabilen
sağlık sorunları, bu yoksul ülkelerde tüm ülkeyi etkisi altına alabilecek kadar
büyük problemler yaratabilmektedir.
Örneğin cüzzam hastalığı bakteriler vasıtasıyla ortaya çıkan, son derece
bulaşıcı ve kolaylıkla salgın haline gelebilen bir hastalıktır. Yüzyıllar
boyunca tedavi edilemez olarak düşünülen cüzzamın günümüzde ilaçla tedavisi
yapılabilmektedir. Gelişmiş ülkeler için sorun teşkil etmeyen bu rahatsızlık,
yoksul ülkelerde çözülemeyen bir problem halini almıştır. Çünkü tedavinin uzun
sürmesi, ilaçların pahalı olması gibi nedenlerle dünyanın yoksul ülkelerinde
cüzzam tam olarak önlenememiştir. Ülkeler arasında gerçekleşecek ilaç aktarımı
sayesinde kolaylıkla tedavi edilecek bu hastalığın pek çok ülkede halen
varlığını sürdürüyor olması son derece düşündürücüdür.
Cüzzam sadece tek bir örnektir. Benzer pek çok hastalık geri kalmış
ülkelerdeki maddi yetersizlikler ya da teknolojik eksiklikler gibi nedenlerle
tamamen yok edilememekte hatta çoğu yerde tedavi dahi edilememektedir. Oysa bu
gibi sağlık problemlerinin çözümü son derece kolaydır. Kimi ülkelerde depolarda
beklerken israf olan malzemelerin akılcı biçimde düzenlenecek organizasyonlarla
gerekli olan yerlere aktarımı gibi yöntemlerle sağlık problemleri kolaylıkla
hallolacaktır.
Bu konuda başka bir örnek olarak da teknolojik imkanların yeryüzündeki
eşit olmayan dağılımını verebiliriz. Gelişmiş ülkelerde üretim alanlarının
artırılması için tarım teknolojisi üzerinde pek çok çalışma yapılmaktadır. Elde
edilen başarılı sonuçlar sayesinde verimsiz çöl topraklarına bile su
ulaştırılmakta ve bu alanlar üretim yapılır hale getirilmektedir. Bu konuda yapılan
çalışmalardan bir tanesi de bilgisayar kontrolünde gerçekleştirilen sulama
teknolojisidir. Bu sulama sisteminin amacı su kaybını sıfıra indirmektir.
Kullanılan teknoloji ile su akışı doğrudan bitkilerin kök bölgelerine
yönlendirilmekte, bu sayede tek bir damla suyun bile boşa gitmesi
engellenebilmektedir. Yine çöl tarımının desteklenmesi amacıyla her türlü suyun
kullanılır hale getirilmesini sağlayacak çalışmalar da yapılmaktadır. Bu
çalışmaların neticesinde de sel ve deniz suları gibi kaynaklar arıtılmakta ve
tarım için kullanılmaktadır.
Bu yöntemler gelişmiş ülkeler tarafından halen uygulanmakta ve çöller
yeşertilerek tarım yapılabilir hale getirilmektedir. Bu, elbette ki sevindirici
bir teknolojik gelişmedir. Yalnız burada düşündürücü olan nokta aynı teknolojinin,
ciddi anlamda ihtiyaç içinde olan, tarım alanları yeterli olmadığı için halkı
açlık tehlikesiyle karşı karşıya olan ülkelerde de uygulanması yönünde bir
girişim olmamasıdır. Yoksul ülkelerin ellerindeki kısıtlı imkanlar, geri kalmış
teknolojiler sebebiyle en verimli bölgelerde dahi tarım yapılamamakta ve bu da
söz konusu ülkelerde açlık tehlikesi yaratmaktadır.
Kimi zaman bütün bir ülke halkının açlıkla birlikte ölüm tehdidi altında
olmasına, bu durum tüm basın-yayın organlarında yer almasına ve bütün insanlar
bu durumdan haberdar olmasına rağmen gerçek anlamda bir çözüm üretilmemektedir.
Hep gelip geçici tedbirlerle, kısa vadeli girişimlerle bir şeyler
yapılmaktadır. Ancak kuşkusuz böyle "üstünkörü" alınan tedbirler
ciddi anlamda bir fayda sağlayamamaktadır.
Burada önemli olan nokta süratli bir şekilde çözüm üretilmesi ve
üretilen çözümlerin köklü ve uygulanabilir niteliklerde olmasıdır. Açlık çeken
ülkelere günümüzde pek çok yardım yapılmaktadır. Ancak bu yardımların çoğu,
ihtiyaçlar doğrultusunda değil de depolardaki fazlalıklardan kurtulmak için
yapılan göstermelik yardımlar olmaları sebebiyle amaçlarına ulaşmamaktadır. Ya
da organizasyon bozuklukları nedeniyle yardımlar ihtiyaç sahiplerine
götürülemeden bozulmaktadır. Yardım amaçlı vakıflar kurulmakta ama
araştırıldığında bu vakıfların çoğunun kuruluş amaçlarının kişisel çıkar
sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
Kesin bir çözüme ulaşılamamasının altında yatan sebepler de yine
bencillik, kişisel çıkarlar ve hırslar, umursamazlık gibi ahlaki bozukluklardır.
Ve bu bozuklukların ortadan kalkmasının tek yolu da, insanlara Kuran'ın sunduğu
ahlak modelini anlatmak, vicdansızlığın ahirette hesabının verileceğini
hatırlatmaktır.
Sağlık ve tarımla ilgili problemlerden verilen örneklerde de görüldüğü
gibi dünya üzerinde her konuda adaletin uygulanması ile pek çok problem
çözülecektir. Yalnız burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta vardır.
Adil dağılım denildiğinde akla herşeyin her yerde ve her kişide aynı oranlarda
olması gerektiği gibi bir anlam gelmemelidir. Burada kastedilen yalnızca
ihtiyaçların tam olarak karşılanmasıdır. Örneğin çölleri yeşertme
teknolojisinin her ülkede bulunmasına gerek yoktur. Bir ülkenin kendi
vatandaşlarının ihtiyacı varken başka bir ülkeye ilaç ve yardım göndermesi de beklenmez.
Bundan başka ülkedeki her vatandaşta aynı miktarlarda mal-mülk olmasına da
gerek yoktur. Önemli olan bir tarafta ihtiyaç içinde, sıkıntı çeken kimseler
varken başka bir tarafta israfın yaşanmasından kaynaklanan bir uçurumun
olmamasıdır.
Allah'ın ayetlerde dikkat çektiği "ihtiyaçtan arta kalanının
infak edilmesi" (Bakara Suresi, 219) emrine uygun hareket edildiğinde
toplumları huzura yönelten adil dağılım kolaylıkla sağlanacaktır.
Gerçek Adaletin Yaşanmasının Getireceği Sonuç: Huzur
Bütün bu gerçekler düşünüldüğünde, bir toplumda ancak Kuran ahlakı
yaygınlaştığında ortaya tam anlamıyla adaletli bir yapının çıkacağı hemen
görülecektir. Çünkü Kuran ahlakının yaşanması beraberinde güzel ahlakı ve aklı
getirir. Çıkarcı, bencil, umursamaz kişilerin yerini aklını tüm insanlar için
kullanan, adil, merhametli, sürekli çözüm üretebilen kişiler alır ki bu da pek
çok problemin çözümlenmesi demektir.
Gerçek adaletin sağlandığı toplumlarda sahtekarlık, çıkar gözetme,
birbirinin hakkına tecavüz etme gibi ahlak bozukluklarına insanlar tenezzül
etmezler. Çünkü Kuran ahlakının temel özelliklerinden olan yardımlaşma,
merhamet gibi vicdanlı tavırların sonunda kesin olarak adaletli bir ortam
oluşur ve herkesin çıkarı, herkesin hakkı korunmuş olur. Bütün bunların neticesinde
de toplumun tamamına huzur ve güven hakim olur. O halde tüm Müslümanların
yapması gereken, Allah'ın hoşnut olacağı ahlakı insanlara anlatmak, hak dini
tüm dünyaya tebliğ etmektir. Çünkü bu inananların Kuran'da dikkat çekilen en
önemli özelliklerinden biridir. Allah ayetlerde şöyle buyurmaktadır:
Sizden; hayra çağıran, iyiliği (marufu) emreden ve
kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte
bunlardır. (Al-i İmran Suresi, 104)
Tevbe edenler, ibadet edenler, hamd edenler, (İslam
uğrunda) seyahat edenler, rükû edenler, secde edenler, iyiliği emredenler,
kötülükten sakındıranlar ve Allah'ın sınırlarını koruyanlar; sen (bütün)
mü'minleri müjdele. (Tevbe Suresi, 112)
Allah Kuran'da bu üstün ahlakı yaşayan ve tüm insanları da bu şekilde
yaşamaya davet eden insanlardan söz etmiştir. Allah yalnızca insanları
kötülüklerden sakındıranların kurtuluşa erebileceğine de şöyle dikkat
çekmiştir:
Kendilerine hatırlatılanı unuttuklarında ise, Biz de
kötülükten sakındıranları kurtardık. Zulmedenleri yaptıkları fısk dolayısıyla
pek zorlu bir azap ile yakaladık. (Araf Suresi, 165)
Siyasi Hayatta Yaşananlar
İnsanların hayatlarının her anında adaletin, güzel ahlakın
ve dürüstlüğün hakim olması gerekir. Bunun en çok önem kazandığı alanlardan
biri ise siyasettir. Çünkü siyasetçi çok kalabalık bir insan topluluğunun
sorumluluğunu üzerine alan, kendisinden çözüm ve hizmet beklenen kişidir. Bu
kişi adaletle hüküm vermeli, insanlar arasında ayrım gözetmemeli, ihtiyaç
içinde olan insanları fark edip, hemen bu ihtiyaçları karşılama yoluna
gitmelidir. Hizmet üretirken her zaman uzman kadrolarla birlikte çalışmalı, işi
ehline vermelidir. Aksaklıkları, yürümeyen ve tıkanan noktaları hemen fark
etmeli, bu konularda çok fazla çözüm üretmeli, hızlı manevralar yapabilmelidir.
Acil olanı fark edebilmeli ve hizmeti geciktirmeden yerine ulaştırabilmelidir.
Fakat günümüzde siyaset, bazı insanlar için bir hizmet alanı olmaktan
çıkmış, çıkara dayalı bir iş koluna dönüşmüştür. Amaç, sadece makam elde etmek
ve bu makamı her şart ve durumda korumak, mümkünse daha üst makamlara çıkmak
haline gelmiştir. Böyle olunca da hedefe ulaşmak için yapılan her türlü
sahtekarlık, ahlaksızlık makul karşılanır olmuştur.
Dünya üzerindeki her ülkede bu tip olaylarla karşılaşmak mümkündür.
Yolsuzluklar yüzünden istifa eden görevlilerin, suistimallerin, piyasayı
yönlendirerek kişisel çıkar sağlayanların yüzlerce örneği vardır. Örneğin
diktayla yönetilen pek çok ülkede halk çok büyük bir sefalet içinde yaşayıp,
açlık, susuzluk ve salgın hastalıklarla mücadele ederken, baştaki yöneticiler
çok büyük bir zenginlik ve sefahat hayatı sürmektedirler. Geçtiğimiz senelerde
iktidardan devrilen Zaire'deki Mobutu yönetimi bu konuda çok açık bir örnektir.
Mobutu, kendisi için özel uçağıyla her ay Fransa'dan kuaförünü getirtirken,
halkı tek bir ekmek için çatışmalara girmekteydi. Mobutu, ülkesinin tüm yeraltı
ve elmas kaynaklarını kendi üzerine geçirmiş, batılı ülkelerin kullanımına
açmış, fakat kabile çatışmaları içinde mücadele veren halkını görmezlikten
gelmişti.
İşte bu tip yönetimlere, Kuran ahlakının yaşanmadığı ortamlarda
rastlamak mümkündür. Çünkü dinin olmadığı bir ortamda insanlar için adaletin,
yardımlaşmanın, merhametin, sevginin, saygının, dürüstlüğün bir anlamı
olmamakta, herkes kendi çıkarı için çaba sarf etmekte ve bu konuda çok hırslı
davranmaktadır. Allah bir ayetinde bu tarz insanların oluşturdukları tehlikeye
şöyle dikkat çekmiştir:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi)
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez. (Bakara Suresi, 205)
Görüldüğü gibi Kuran'a uyulmadığı müddetçe, yukarıdaki ayette söz edilen
insanlar var olacaktır. Oysa vicdanlı ve Allah'tan korkan insanların yönettiği
bir ülkede kimsenin bir başkasına haksızlık yapmasına izin verilmez, her türlü
ihtiyaç giderilir, sürekli yeni çözümler ve hizmetler üretilir. İslam ahlakını
yaşayan insanlar her türlü hizmeti karşılıksız yaparlar. Allah rızası için
yapılan hizmetin, emeğin, yardımın karşılığı ise dünyada değil, ahirette
beklenir. İnsanlar Allah'ın dinini tebliğ etmek için gönderilen elçilere tarih
boyunca birtakım suçlamalarda bulunmuşlardır. Elçilerin, insanları Allah'a
ibadet etmeye, dini yaşamaya davet etmelerinin arkasında hep başka bir sebep
aramışlardır. Ayette elçilerin kavimlerine şunu hatırlattıkları bildirilir:
(Ey
Peygamber) De ki: "Ben, buna karşı sizden bir ücret istemiyorum ve
(kendiliğinden) bir yükümlülük getirenlerden de değilim." (Sad Suresi, 86)
Ey kavmim, ben bunun karşılığında sizden hiçbir ücret
istemiyorum. Benim ücretim, beni yaratandan başkasına ait değildir. Akıl
erdirmeyecek misiniz? (Hud Suresi, 51)
Allah'a iman eden insanlar da kendilerine Kuran'da övülen bu
davranışları örnek alırlar. Ve yaptıkları hiçbir hizmette, hiçbir yardımda
dünyaya yönelik bir karşılık beklemezler. Dinin yaşanmadığı bir ortamda ise her
türlü iç ve dış politika kişisel menfaatlere ya da parti çıkarlarına göre
düzenlenir. Böyle olunca sadece yükselebilmek için ülke zararına olan bir politika
dahi savunulabilir, bu yönde kararlar alınabilir. Belirli çevrelerin desteğini
alabilmek için onların istediği yönde yatırımlar yapılır, krediler açılır ya da
yapılan yolsuzluklar ve usulsüzlükler görmezlikten gelinir. Bu konuda en önemli
örneklerden biri Amerikan siyasetinde etkin olan lobilerdir. Kendi istedikleri
politikaları yürütebilmek ve hükümet desteğini sağlayabilmek için çok büyük
paralarla desteklenen adaylar senatoya sokulur. "Kiralık
politikacılar" başlığı altında bu konuyu işleyen The Economist
dergisi özellikle son Amerikan seçimlerinde başkanların, temizliği şüpheli
kaynaklardan para alarak seçim kampanyalarında kullanmalarına değinmiş ve
sadece 1992 yılında 3 milyar doların seçim kampanyaları için kullanıldığını
ifade etmiştir.2 Kirli paralar sayesinde istedikleri kişileri
seçtirebilen lobiler, bu şekilde hükümetler üzerinde yaptırım da
uygulayabilirler. Bu "kirli para" sahiplerinin siyasiler üzerindeki
baskısı o derece ileri boyuttadır ki kongre üyeleri bu lobilerle hiçbir şekilde
ters düşmek istemezler. Bu korku içindeki siyasiler çıkar gruplarının
menfaatleri doğrultusunda politikalar üretirler, yapay krizler oluştururlar,
siyasi partiler bölünür, ülkedeki istikrarın engellenmesi için türlü entrikalar
çevrilir. (Daha detaylı bilgi için bkz. Harun Yahya, Yeni Masonik Düzen,
Vural Yayıncılık)
İktidardaki yönetimlerle çıkar grupları arasındaki ilişkilerin ülkeleri
çok büyük kaosa sürükleyebileceğinin en açık örneklerini Güney Amerika'daki
diktatörlük rejimlerinde görürüz. Bu ülkeler son 50-60 yıldır faşist rejimler
tarafından yönetilmektedirler. Bu rejimlerin başındaki diktatörler inanılmaz
bir lüks içinde yaşamakta, buna karşın ülke nüfusunun yarısı açlık sınırında
hayatını sürdürmektedir. Bu ülkelerde iktidar bugün de hala askeri cuntalar
arasında el değiştirir. Bu cuntaların genel mantığı da, halkı ne kadar
ezerlerse, o kadar güç elde edecekleri şeklindedir. Çok büyük bir uyuşturucu
trafiğinin merkezi konumundaki bu ülkelerde, yönetimlerle uyuşturucu kartelleri
arasındaki çıkar ilişkisi istikrarın sağlanmasını engellemektedir. Çünkü sadece
kaos ortamlarında hayat bulan bu tip çevreler, ancak baskı ve terör
aracılığıyla varlıklarını devam ettirebilmektedirler. Bu nedenle çatışmaların,
iç savaşların, cinayetlerin ardı arkası kesilmemektedir. Örneğin kokain
ticaretinin merkezi olarak bilinen Kolombiya'da sadece 1992 yılında 28 bin
cinayet işlenmiştir. Bu sayı o bölgelerde yaşanan vahşet dolu ortamı anlamak
için yeterlidir. Görüldüğü gibi, Kuran ahlakının yaşanmaması dünya şartlarında
olabilecek her türlü sapkın harekete göz yuman yönetimlerin varlığının da
sebebidir.
Siyaset anlayışında dikkati çeken başka bir konu ise bazı ülkelerde
başta bulunan kişilerin elde ettikleri makamı hak edecek özelliklere sahip
olmamalarıdır. Çünkü Kuran ahlakının yaşanmadığı bir yönetimde insanların bir
makamı elde etmeleri için, bunu hak edecek vasıflara sahip olup olmadıklarına
bakılmaz. Bir başkasının daha ehil olduğu bilinmesine rağme bazı insanların
çıkarları doğrultusunda karar alınabilir. Oysa Kuran ahlakında her iş o konuda
en iyi vasıflara sahip, en yetenekli kişiye verilir. Allah ayetinde bu özelliği
şöyle tarif eder:
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine)
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah,
işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
İslam ahlakının yaşanmadığı, makam ve görevlerin, vasıf ve yeteneklere
göre belirlenmediği bir ortamda, önemli bir makama ulaşan kişinin yapacağı ilk
şey de hemen yakınlarını, tanıdıklarını etkin görevlere getirmek, onları
korumak ve kalkındırmak olur. Bu nedenle de pek çok parti ve siyasetçi için
"kadrolaşma" çalışmaları çok büyük önem taşır. Yine milletin menfaati
düşünülmez, hizmet birinci planda yer almaz, kişisel ve siyasal tercihler ön
plana çıkar. Bu anlayışın bir sonucu olarak da hizmet ihtiyaç içinde olan
şehirlerde, köylerde değil, seçim bölgelerinde yoğunlaşır. Fakir bir köyün
elektriği suyu yokken veya daha başka acil ihtiyaçları varken, onun bu ihtiyacını
karşılamak yerine, kampanyaya destek sağlayacağı düşünülen çevrelerin ihtiyacı,
çıkarları gözetilebilir.
İşte bütün bu çarpık anlayışın, ahlaksızlıkların asıl nedeni din
ahlakının yaşanmamasıdır. İnsanlar Allah'tan korkmadıkları için adaletli, merhametli
ve vicdanlı davranmazlar. Ahirette hesap vereceklerini anlamazlıktan geldikleri
için, her türlü zulmü ve ahlaksızlığı yapabilirler. Bu yüzden böyle bir zulüm
ortamını dağıtmak, insanları aydınlık bir geleceğe ulaştırmak isteyen her
insanın yapması gereken, Kuran ahlakını yaşamak ve yaşatmaktır. Allah'ın güzel
ahlak konusundaki emirlerinin insanlara duyurulması, bunların yaşanmasının
teşvik edilmesi, aksi davranışlardan ise tüm insanların men edilmesi her
Müslümanın üzerine düşen en büyük görevlerden biridir. Bunu görmezlikten gelen
veya yapması gereken şeyleri erteleyen, başkalarının üzerine bırakan kişiler
ahirette bu duyarsızlıklarının hesabını verememekten çekinmelidirler.
Dinsizliğin Ekonomik Yaşam Üzerindeki Etkileri
Günümüzde en çok
konuşulan konuların başında ekonomik sorunlar gelmektedir. Dünya üzerindeki
insanların büyük bir bölümü açlık sınırında yaşamakta, pek çok ülke dış yardım
olmadan varlığını devam ettirememektedir. Ülkelerin sadece yardım almaları da
yeterli olmamakta, çünkü bu yardımların faizlerini ödeyemedikleri için çok daha
büyük sorunlarla karşı karşıya kalmaktadırlar.
Sağlıktan eğitime kadar her konu çok büyük bir maddi güç gerektirir. Ama
bugün en zengininden en fakirine kadar tüm ülkelerde çok büyük bir ekonomik
darboğazın yaşandığını, işsizliğin arttığını görmekteyiz. Bir tarafta çok büyük
bir zenginlik, sefahat, israf ve bunun sonucunda da dejenerasyonun her türlüsü
yaşanmaktayken, diğer tarafta insanlar tek bir ekmek için birbirleriyle kavga
etmektedirler. Sürekli bu konularda yazılar yazılmakta, sempozyumlar
düzenlenmekte, toplantılar yapılmakta, ama köklü bir çözüm üretilememektedir;
hatta açlık ve sefalet gün geçtikçe daha da artmaktadır.
Zorluk içinde yaşayan insanların aylık gelirleri hiçbir ihtiyaçlarını
karşılayamamakta ve bunun yanında dünyanın dört bir yanında çok büyük bir
işsizlik hüküm sürmektedir. Bunun en belirgin örneklerinden biri ise birkaç yüz
kişinin alınacağı bir memuriyet sınavına çok sayıda kişinin katılmasıdır.
Sadece bir iş bulabilmek için insanlar saatlerce sıralarda beklemekte, iş bulma
kurumlarında günlerini geçirmektedirler. Tek istekleri de çalışmak ve maddi
geçimlerini sağlayabilmektir.
Peki bunların çözümü nedir? Neden bu sorunlar köklü bir şekilde ortadan
kaldırılamamaktadır?
Öncelikle bir ülke içindeki istikrarın en önemli belirtisi ekonomide
yaşanacak olan gelişme, üretimin artışı, sürekli yeni iş alanlarının ortaya
çıkması ve insanların verimli hale getirilmeleridir. Oysa yapılan araştırmalara
göre bugün halen dünyada çalışan nüfusun, yaklaşık olarak %30'unu oluşturan 820
milyon işsiz bulunmaktadır. Bu kişilerin bakmakla yükümlü oldukları aileleri de
göz önünde bulundurulduğunda bu sayı daha da artmaktadır.
Günümüzde özellikle de ekonomik açıdan iyi durumda olmayan ülkelerde
ekonomik düzen faiz sistemi üzerine kurulmuştur. Bankaların verdiği çok yüksek
faizlerin, ülke ekonomisine pek çok açıdan olumsuz etkileri olmaktadır. Böylece
insanlar yatırım ya da üretime değil, paralarını bankaya yatırmaya teşvik
edilmektedir. Faizle, gecelik repolarla kazanılan para insanlara çalışmaktan
daha kolay gelmektedir. Nüfusunun büyük bir çoğunluğu faiz ve repo ile para
kazanan bir toplumda ise üretimin ve ülkenin gelişmesi için gereken
yatırımların artırılması ise imkansızdır.
Böyle sistemlerde banka reklamlarında verilen imaj ise şu şekildedir: "Siz
işinizi, gücünüzü, üretimi bırakın ve tatile çıkın. Paralarınızı da bankaya, ya
faiz ya da repo olarak yatırın..." Günümüzde son derece cazip ve kolay
bir yol olarak gösterilen bu mantık aslında hiç de sanıldığı gibi insanlara
refah ve zenginlik getirmez. Hiçbir yatırımın yapılmadığı, paranın bankalarda,
yastık altlarında veya kasalarda biriktirilerek yığıldığı bir ekonomi, ardından
hayat pahalılığı, enflasyon gibi ekonomik sorunları da getirecektir. Ve parasını
faize yatırarak tatile giden ve üretime katkıda bulunmayan insanlar ise uzun
vadede bu ekonomik sıkıntıyı bizzat yaşayacak ve faizde artan paraları
enflasyonun hızına yetişemeyerek sürekli değer kaybedecektir.
Oysa üretim yapılması durumunda, ülke ekonomisinde genel anlamda bir
düzelme yaşanacak, piyasa hareketlenecek ve bu da herkes için yarar
sağlayacaktır. Nitekim parayı biriktirmek, malı yığmak Allah'ın Kuran'da
yasakladığı davranışlardır. Kuran'da insanların ellerindeki parayı sürekli
olarak hayır yönünde kullanmaları emredilir. Tevbe Suresi'nde malını yığıp,
biriktiren kişiler acı bir azapla müjdelenmektedir:
Ey iman edenler, gerçek şu ki, (Yahudi) bilginlerinden
ve (Hıristiyan) rahiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve
Allah'ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda
harcamayanlar... Onlara acı bir azabı müjdele. (Tevbe Suresi, 34)
İslam ahlakının yaşandığı bir ortamda yaşam şartları hep insanların
lehlerine olacak şekilde düzenlenir. Bu nedenle faiz de yasaklanmış, kişilerin
ağır borç yükü altında ezilmeleri engellenmiştir:
Faiz (riba) yiyenler ancak şeytan çarpmış olanın
kalkışı gibi çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu onların:
‘Alım-satım da ancak faiz gibidir.' demelerinden dolayıdır. Oysa Allah
alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de
(faize) bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah'a aittir. Kim
(faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.
(Bakara Suresi, 275)
Allah bir başka ayetinde ise faizin insanlara bereket getirmeyeceğini
şöyle haber verir:
Allah faizi yok eder de sadakaları artırır. Allah
günahkar kafirlerin hiçbirini sevmez. (Bakara Suresi, 276)
İnsanların hayat şartlarının iyileştirilebilmesi için ülke içinde bir
düzenin ve istikrarın mevcut olması çok önemlidir. Bu istikrar ekonomiden
sosyal yaşama kadar her alana hakim olmalıdır. Bu konuda tüm Müslümanlara çok
büyük sorumluluklar düşmektedir. Kimse bir başkasının çözüm üretmesini, bir şeyler
yapmasını beklememeli, elinden gelen herşeyi yapmalıdır. Çünkü Allah bu konuda
tüm inananları sorumlu kılmıştır. Bu sorumluluğu yerine getirebilmek ise
öncelikle dini ve dinin insan hayatına sunduğu güzellikleri anlatmakla mümkün
olabilir.
Örneğin, infak edilen ve hayır yolda kullanılan malın bereketli
olacağına ve faizin ise bereketsizlik getireceğine iman eden bir topluluk,
malının ihtiyacından arta kalanını hayır yönünde kullanacaktır. Böyle bir
sistemde ise tüm ülkenin nasıl bir refaha ulaşacağı açıktır. İnsanların böyle
bir anlayışı uzak ve erişilmez görmemelerini sağlamanın tek yolu ise onlara
Kuran ahlakını öğretmektir.
Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Kuran ahlakının rehberliğinde
yaşanan bir hayatta Allah korkusu ile hareket edildiği için insanlar yalnız
kendi çıkarlarını korumak maksatlı değil, tüm insanların rahatı ve çıkarı için
uğraşırlar. Çünkü İslam ahlakında birlik, beraberlik, yardımlaşma ve dayanışma
çok önemlidir.
Allah'ın yasakladığı birer eylem olduğu için hakka tecavüz etme gibi bir
konu olmaz. Başkasının hakkını kimse üstüne geçirmez. Kimse kimsenin payına göz
dikmez. Ölçüde hiçbir yanlışlık yapılmaz. Kuran ahlakının yaşandığı bir
toplumda, dinsizliğin oluşturduğu adaletsiz, çıkara dayalı, güçlünün zayıfı
ezdiği, insanların haksız yollarla başka insanların paylarını kendi paylarına
kattığı bir sistem asla yaşanmaz.
Dinin yaşandığı bir toplumda israf olmaz, israfa kaçan tüketim de olmaz.
Yardımlaşma ve adalet sayesinde insanların ekonomik güç seviyesi yükselir.
Zengin bir toplum oluşur. Kuran ahlakının yaşandığı, zenginlik ve refahı ile
tarihe geçen "Asr-ı Saadet" dönemi bu gerçeğin en açık
delillerindendir.
Din, Yoksulların ve Yetimlerin
Korunmasını Emreder
Günümüzde yoksulluk sadece dünyanın belirli ülkelerini
ilgilendiren bir problem olmaktan çıkmıştır. Köprü altında yatan, çöp
karıştırarak yaşamını sürdüren, çok az bir para karşılığında hayatını tehlikeye
atarak çalışmak zorunda kalan çocuklar, her türlü olumsuz koşula rağmen
dışarıda yaşamak zorunda kalan evsizler, beslenme yetersizliğinden kaynaklanan
çocuk ölümleri ve bunlar gibi yoksulluktan kaynaklanan daha pek çok problem
bütün dünyanın gündeminde yer almaktadır.
Dünya üzerindeki yoksullukla ilgili olarak yapılan istatistiksel
hesaplamalardan sadece sokak çocukları ile ilgili olanlarına bakıldığında bile
durumun ciddiyeti hemen anlaşılmaktadır.
1982 UNESCO raporuna göre sokak çocuklarının sayısı İstanbul'da 200.000,
Bogota'da 10.000, Rio de Janerio'da 2 milyondur. Afrika'da ise 5 milyon
dolaylarında olduğu tahmin edilmektedir ve bu sayı her geçen gün hızla
büyümektedir. Bu sayının artmasında yer değişimi, savaş ve kıtlık, AIDS
hastalığı ve hızlı şehirleşme gibi etmenler önemli rol oynamaktadır. Tüm dünya
üzerinde 30 ila 70 milyon arasında sokak çocuğu olduğu tahmin edilmektedir.3
Amerika'da ise yoksulluk içinde yaşayan çocukların sayısı son 20 yılda 3
katına çıkmıştır. 1989'da Amerika'daki her 6 çocuktan biri resmi anlamda
yoksulluk içinde yaşıyordu. 1993 rakamlarına göre, Amerika'daki 6 yaşın
altındaki 5 çocuktan biri yoksulluk sınırının çok altında yaşamaktadır ki bu
yaklaşık olarak 5 milyonun üzerinde çocuk demektir. Bundan başka Amerika'daki
18 yaşın altındaki çocuklar için de durum farklı değildir. Bu çocuklardaki
yoksulluk oranı da 1990'dan 1991'e kadar %20.6'dan %21.8'e çıkmıştır. 1994'de 3
yaşın altındaki 4 çocuktan birinin yoksulluk içinde yaşadığı tahmin
edilmektedir. Bu sayılar 1980 yılı boyunca 1.8 milyondan 2.3 milyona
yükselmişti.4
Yukarıdaki istatistiklerde görüldüğü gibi zengin ülkelerde bile yoksulluk
önemli bir problem oluşturmaktadır. İktisadi bunalımlar sonucunda ortaya çıkan
işsizlik, sosyal güvenlik sistemlerindeki boşluklar gibi problemler zengin
ülkelerdeki yoksulluğun ortaya çıkma sebeplerinden başlıcalarıdır.
Eski sosyalist ülkelerde ise yoksulluğun başka bir boyutu görülmektedir.
Bu ülkelerde genel olarak tüm bireylerin yaşam düzeyleri düşüktür. İktisadi
gelişmenin çok geciktiği bu ülkelerdeki yoksulluk ne Üçüncü Dünya ülkelerindeki
gibi ne de zengin ülkelerdeki gibi belirli koşullara bağlı olarak değişen bir
yoksulluktur. Bu ülkelerde hemen hemen bütün nüfusu etkileyen genel bir
yoksulluk söz konusudur. Yoksulluğun sonuçları da ülkenin genel yapısına etki
etmektedir. Örneğin şehirlerdeki alt yapı ile ilgili sistemler, sosyal
güvenlikle ilgili sistemler yetersizdir. Bundan başka gıda maddeleri de çoğu
zaman yetersiz kalmaktadır. Bu ülkeleri diğer yoksul ülkelerden ayıran başka
bir nokta da, insanlar bir şeyi satın alma imkanına sahip olduklarında da,
piyasada satın alınacak mal ve gıda maddelerini bulamamaktadırlar.
Yoksulluğun nedenleri ve nasıl ortaya çıktığı konuları ile ilgili çok
fazla madde sıralanabilir. Fakat asıl olarak bu problemin toplumdaki etkisinin
ve nasıl ortadan kaldırılacağının incelenmesi yerinde olacaktır. Bu nedenle
ilerleyen bölümlerde yoksullukla birlikte ortaya çıkan problemler belirli
başlıklar altında toplanarak incelenmiştir.
Yoksulluğun Toplumdaki Yıkıcı Etkileri
Bir ülkedeki yoksulluktan en çok etkilenenler kuşkusuz ki çocuklardır.
Yoksulluk nedeniyle eğitimlerini yarıda bırakan, hatta barınacak yer ve yiyecek
dahi bulamayan çocuklar çoğu zaman da kötü şartlarda çalışmak zorunda
bırakılmaktadırlar. Hatta bazı ülkelerde yoksulluk nedeniyle çocuklar aileleri
tarafından işyerlerine bir nevi "köle" olarak satılmaktadırlar.
Bu çocuklar endüstrinin insan sağlığına en zararlı, çoğu zaman sonu
ölümle sonuçlanan işlerinde çalışarak para kazanmaktadırlar. Örneğin Hindistan
940 milyon nüfuslu bir ülkedir. Bu ülkede 44 ile 100 milyon arasında çocuk işçi
bulunmaktadır. Bu rakam dünyanın geri kalan kısmında çalışan çocukların
toplamından daha fazladır. 120 milyon nüfuslu Pakistan'da ise yaklaşık 8 milyon
çocuk işçi çalışmaktadır.5 Dünyanın diğer
ülkelerinde de yoksul çocukların durumu bundan farklı değildir.
Bu çocukların küçük yaşlarda çalışmak zorunda kaldıklarından ve zorlu
çalışma koşullarından tüm dünya ülkeleri haberdardır. Buna rağmen bu konuya
çözüm bulmak yerine, çocuk emeğiyle üretilen ucuz ürünlerle kendi
ekonomilerinin rekabet edip edemeyeceklerinin derdine düşmüşlerdir. Hatta
yaptıkları toplantıların konusu çocukları içinde bulundukları durumdan
kurtarmak olacağına, bu rekabet sorununu nasıl çözecekleri gibi konular
olmuştur.6
Bundan başka dünya üzerindeki pek çok ülkenin bütçesinin büyük bir
bölümü savunma giderlerine ayrılmıştır. Öyle ki sağlık, eğitim ve sanayi
alanındaki ihtiyaçları son derece acil olan Hindistan, Pakistan gibi ülkeler
için de durum farklı değildir. Onlar da savunma için diğer ihtiyaçlarına
ayırdıklarından çok daha fazla bir bütçe ayırmaktadırlar. Örneğin Pakistan,
bütçesinin %60'ını silahlanma giderlerine ve ordu masraflarına harcamaktadır. Ülkedeki
halkın çok büyük bir bölümünün gerçek anlamda bir sefalet içinde olması da bu
durumu değiştirmemektedir.
Başka bir örnek olarak da Amerika'da nükleer silahlanma ve ilgili
programlar için yılda 35 milyar dolar harcanmasını verebiliriz. Atom
bombalarıyla ilgili programların başladığı 1940 yılından 1996 yılına kadar
yaklaşık 5.5 trilyon dolar harcanmıştır.7
Kuşkusuz savunmaya yapılan bu harcamaların, uygun şekilde halkın
ihtiyaçlarına aktarılmasıyla sorunlar rahatlıkla çözülebilir. Oysa politik
hesaplar ve çeşitli çıkarların gözetilmesi nedeniyle, çocuk yaşamının söz
konusu olduğu bu önemli sorunda bugüne kadar gerçek anlamda bir çözüme
ulaşılamamıştır.
Ancak burada şu nokta üzerinde durmakta da yarar vardır: Savunma
harcamaları şu an için elbette yapılması gereken harcamalardır. Yeryüzünde
dinsizliğin getirdiği kargaşa, kaos, zulüm ve öfke olduğu sürece bu sorunların
ortadan kalkması mümkün görünmemektedir. Çünkü bir ülke savunmasını güçlü
tutmazsa, bu çıkarcı sistem içerisinde varlığını sürdürmesi de pek mümkün
olmaz.
Ama ortada son derece açık bir sefalet vardır. Ve sadece belirli
günlerde bu problemi hatırlayarak ya da yolda karşılaşılan dilenci çocuklara
para vererek bu sorunun hallolmayacağı çok açıktır . Çözüm için yoksul
çocukların eğitim, barınma, yiyecek, giyecek gibi ihtiyaçlarını karşılayacak
sistemli bir hareketin oluşması gerekmektedir.
Bu ise ancak Kuran ahlakının tam olarak yaşanmasıyla birlikte ortaya
çıkacak bir duyarlılık ve barış ortamı sonucunda gerçekleşebilir. Bu ortam
içinde hiçbir ülke bir diğerinin hakkına tecavüz etmeyecektir. Dolayısıyla
savunma harcamaları çok daha azaltılabilecek ve buraya ayrılan imkanlar
insanların rahatı, huzuru, çocukların eğitimi gibi konulara aktarılabilecektir.
Elbette savunma harcamaları yalnızca bir örnektir. Bu doğrultuda sorunun
halledilmesi için daha pek çok çözüm sunulabilir. Ancak burada önemli olan tüm
sorunlarda olduğu gibi yoksulluk konusunda da çözümün Kuran ahlakının
yaşanmasıyla gerçekleşebileceğidir. Çünkü kendisi ihtiyaç içinde olduğu halde
yiyeceğini yoksula ve yetime yedirmek, kendisinin beğenmeyeceği şeyleri
başkalarına vermemek, hissettirmeden yardım etmek gibi Kuran'da tavsiye edilen
üstün ahlak özellikleri ancak Kuran ahlakı tam olarak yaşandığında ortaya
çıkar. Allah maddi yönden güçlü olan kişilerin nasıl davranması gerektiğini Nur
Suresi'nde açıklamıştır:
Sizden, faziletli ve varlıklı olanlar, yakınlara,
yoksullara ve Allah yolunda hicret edenlere vermekte eksiltme yapmasınlar,
affetsinler ve hoşgörsünler. Allah'ın sizi bağışlamasını sevmez misiniz? Allah,
bağışlayandır, esirgeyendir. (Nur Suresi, 22)
Allah Kuran'da farz kıldığı hükümlerle yoksullara nasıl davranılması
gerektiğini de açıklamıştır. Örneğin ayetlerde Kuran ahlakını yaşayan kişilerin
mallarında yoksullar için bir hak olduğu belirtilmektedir. Ayrıca Kuran'da
yoksulluğunu dile getirmeyen kişilere de dikkat çekilerek bu kişilerin
haklarının korunması emredilmiştir:
Onların mallarında dilenip-isteyen (ve iffetinden
dolayı istemeyip de) yoksul olan için de bir hak vardır. (Zariyat Suresi, 19)
(Sadakalar) Kendilerini Allah yolunda adayan fakirler
içindir ki, onlar, yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler. İffetlerinden dolayı
bilmeyen onları zengin sanır. (Ama) Sen onları yüzlerinden tanırsın. Yüzsüzlük
ederek insanlardan istemezler. Hayırdan her ne infak ederseniz, şüphesiz Allah
onu bilir. (Bakara Suresi, 273)
Yurtlarını Terk Etmek Zorunda Kalan İnsanların Durumu
Yoksulluğun dünya üzerindeki önemli sonuçlarından bir tanesi de mülteci
sorunudur. Daha iyi bir iş, daha iyi imkanlar düşüncesiyle ya da savaş, kıtlık
gibi nedenlerle yola çıkan fakir insanlar ülkeler arasında son derece ciddi
problemler yaratabilmektedir.
Örneğin 3. dünya ülkelerinden gelen mülteciler düşük ücret, kötü
ortamlarda çalışma gibi şartları kabul ettikleri için iltica ettikleri
ülkelerde ilk zamanlarda popüler olmuşlardır. Bulundukları ülkenin ekonomisinin
kalkınmasında da önemli rol oynayan yabancı işçiler bir süre sonra tercih
edilmemeye başlanmıştır. Çünkü ekonomileri düzelen ülkelerin bu kişilere
ihtiyaçları kalmamıştır. Kendi vatandaşlarına iş bulamayan ülkeler için yabancı
işçiler sorun oluşturmuştur.
Örneğin Malezya gibi ülkeler uzun bir süre çalıştırdıkları yabancı
işçileri bir süre sonra evlerine dönmeleri için zorlamışlardır. Kendi
ülkelerini daha iyi şartlar umuduyla bırakmış olan bu insanlar, gittikleri
ülkelerde de oldukça zor şartlar altında çalışmak zorunda kalmışlardır. Fakat
sonuç değişmemiş ve yine sefalet çekerek kendi ülkelerine geri dönmek zorunda
bırakılmışlardır.
Bununla birlikte bir ülkeden diğerlerine olan göçün sebepleri yalnızca
maddiyat ile sınırlı değildir. Ülkeler arasındaki savaş da bu konuda zorlayıcı
bir etmen olabilmektedir. Savaş sonrasında meydana gelen yoksulluk, pek çok
insanı yurtlarından ayrılmaya zorlamıştır. Tüm dünya, savaştan kaçan insanların
yaşadıklarına şahit olmasına rağmen pek çok ülke mültecileri kabul etmemiştir.
Soğuk altında günlerce, haftalarca yürüyerek güvenli yerlere ulaşmaya çalışan
bu insanlar çok defa başka bir ülkeye yönelmek zorunda kalmışlardır.
Örneğin Kosova'da yaşanan savaş nedeniyle 1998 Martı'nda başlayan
mülteci göçünde Kosova'nın hemen hemen bütün şehirleri boşalmıştır. Günlerce
yürüyerek göç etmek zorunda kalan yaklaşık 300.000'i aşkın Kosovalı'dan yoğun
kış şartları nedeniyle hayatını yitirenler olmuştur.
Çeçenistan'da ise 1999 yılının Kasım ayında Rus saldırılarından
yürüyerek kaçan Çeçen halkını hiçbir ülke kabul etmemiştir. Kendilerini kabul
eden Türkiye sınırına ulaşana kadar ise birçok kadın, çocuk ve yaşlı soğuktan
ölmüşlerdir.
Dünyanın başka bir yerinde Afrika'da yaşanan kabile savaşları da buna
başka bir örnektir. Zaire'de Hutu ve Tutsi kabileleri arasında yaşanan savaş
neticesinde göç etmek zorunda kalan on binlerce kişi açlık ve sefalet içinde
yaptıkları uzun yolculuklarla başka ülkelere sığınmaya çalışmışlar kimi ülkeler
tarafından kabul edilmemiş, kimi ülkelerde ise salgın hastalıklarla uğraşmak
zorunda kalmışlardır. (Detaylı bilgi için bkz. "Öfkeli Soy
Koruyuculuğu": Irkçılık bölümü)
Kuran'ın hükümlerine uyarak kazanılan ahlakta ise insanlar çok daha
farklı bir yapıda olurlar. Her zaman fakirlerin, zorluk içinde olanların,
yurtlarından sürülenlerin hakları korunur, onlara en rahat edecekleri ortamlar
hazırlanmaya çalışılır. İçinde bulundukları durumdan kurtulabilmeleri için
fedakarlıklar gösterilir. Bu konuda en güzel örneklerden biri Peygamberimiz
(sav) döneminde yaşanan bir olaydır. O dönemde de yurtlarından sürülen veya herhangi
bir sebeple hicret etmek durumunda kalan insanlar olmuştur. Kuran ahlakını
yaşayan Müslümanların bu kişilere karşı olan tutumları ayetlerde şöyle haber
verilmiştir:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp
imanı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara
verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde
bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler.
Kim nefsinin "cimri ve bencil tutkularından" korunmuşsa, işte onlar,
felah (kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
(Bundan başka bu mallar) Hicret eden fakirleredir ki,
onlar, Allah'tan bir fazl (lütuf ve ihsan) arayıp, Allah'a ve O'nun Resûlü'ne
yardım ederlerken yurtlarından ve mallarından sürülüp-çıkarılmışlardır. İşte
bunlar, sadık olanlar bunlardır. (Haşr Suresi, 8)
Açıkça görüldüğü gibi, ayetlerde tarif edilen ahlak günümüzde yaşanan
örneklerinden tamamen farklıdır. Kuran'da ihtiyaç içinde olan bir kimsenin
karşısında kendi ihtiyacını hiçbir şekilde açığa vurmayan, muhtaç kimselere
sağlanan imkanlara göz dikmeyen, cömert ve yardımsever bir ahlak anlayışı tarif
edilmektedir. Bu ahlakın yaygınlaştırılmasıyla birlikte bu gibi sorunlar
tamamen çözümlenmiş olacaktır.
Dinsiz Toplumlarda Ahlaki Çöküntü
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle
denir:) "Siz dünya hayatınızda bütün 'güzellikleriniz ve zevklerinizi
tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere
büyüklenmeniz (istikbarınız) ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün
alçaltıcı bir azab ile cezalandırılacaksınız." (Ahkaf Suresi, 20)
İnsanların yaşamın gerçek amacından uzaklaşmaları, manevi değerlerini de
kaybetmeleri demektir. Dünyayı yaşayabilecekleri tek yer olarak gören, hem
kendilerinin hem de diğer insanların ölümle birlikte yok olacaklarını zanneden
kişilerin manevi yönlerinin gelişmiş olması da beklenemez. Dünyada, yaptıkları
iyilikler ve kötülüklerle denendiklerini, bunların ölüm sonrası hayatta
karşılarına getirileceğini düşünmeyen kişilerin insani yönlerinin gelişmesi
mümkün değildir.
Böyle çarpık bir yaşam felsefesine sahip insanların oluşturdukları
toplumların manevi yönden büyük bir boşluk içinde olması kaçınılmazdır. Toplumu
oluşturan insanlar dünyada kendileri için mümkün olduğunca çıkar sağlamaya,
kendi istek ve tutkularını tatmin etmeye, kısa bir yaşam süresini sorumsuzca
geçirmeye çalışırlar. Ahlaki yönden bir güzellik elde etme konusunda ise
çabaları olmaz. Çünkü bunun kendileri için bir çıkar sağlamayacağını
düşünürler. Hatta aksine yardımsever, şefkatli, merhametli, hoşgörülü, vicdanlı
insanları kendi çarpık bakış açılarıyla "saf" kişiler olarak
değerlendirirler. Onların yaşam felsefeleri, kuvvetli olanın zayıf olanı
ezmesi, güçlü olanın hiç kimsenin hakkını gözetmeden insanlara dilediği şekilde
zulmetmesi üzerine kuruludur.
Allah Kuran'da, ahirete ve hesap gününe inanmayan böyle insanların günah
konusunda da sınır tanımayacaklarına dikkat çekmiştir:
O gün, yalanlayanların vay haline.
Ki onlar, din gününü yalanlıyorlar.
Oysa onu, 'sınır tanımaz, saldırgan', günahkar olandan
başkası yalanlamaz. (Mutaffifin Suresi, 10-12)
Dinden uzak yaşayan bu insanlar yaşamları boyunca hep daha fazla şey
elde etme hırsı içinde olurlar. Ve çevrelerindeki insanlara da bu yönde
telkinde bulunur, onları da Allah'ın sınırlarını tanımadan yaşamaya teşvik
ederler.
İşte içinde yaşadığımız dönem, din ahlakını tamamen terk etmiş ve
çevrelerini de böyle karanlık bir yola çekmek isteyen insanların çoğunlukta
olduğu bir zamandır. Bundan dolayı günahta sınır tanımama, saldırganlık, manevi
çöküntü, ahlaki değerlerin yitirilmesi, bir ayette geçen ifadeyle "çirkin
hayasızlıkların" yaygınlaşması, fuhuşun, sapkın cinsel ilişkilerin,
uyuşturucu bağımlılığının, kumarın kısacası her türlü ahlaksızlığın teşvik
edildiği bir dönemdir. İlerleyen sayfalarda, insanların dinsizliğin bir sonucu
olarak nasıl bir ahlaki çöküntü içine düştüklerine yer verilecektir.
Ahlaksızlığın Telkini
Dinsiz veya Allah'a ve ahirete olan inancı zayıf olan bir insan,
Allah'ın haram kıldığı fuhuş, kumar, hırsızlık gibi eylemlerde bulunmaktan,
insanların haklarına tecavüz etmekten çekinmez. Çünkü dinsizliğin temelinde
insanların tesadüfler sonucunda oluştukları ve dolayısıyla kendilerini bir
Yaratıcı'ya karşı sorumlu hissetmek zorunda olmadıkları inancı vardır. Ayrıca
dinsizliği besleyen evrim teorisine göre ise insan gelişmiş bir hayvandır ve
diğer hayvanlar gibi ihtiyaçlarını karşılamak dışında bir kaygısı olmamalıdır.
Nefsani ihtiyaçlarını karşılama konusunda ise kendisine herhangi bir kısıtlama
getirmek zorunda değildir; aynı hayvanlar gibi davranabilir. Kısacası dini
tanımayan bu tür felsefeler ahlak kurallarını da tanımazlar.
Nitekim ünlü materyalistler ve Darwinizm'in savunucuları dinsizliğin
ahlaka bakış açısını tüm açıklığı ile dile getirmişlerdir. Darwinizm'in önde
gelen çağdaş savunucularından ve Cornell Üniversitesi profesörlerinden William
Provine materyalizmin ahlaka bakış açısını şöyle ifade eder:
Modern bilim ortaya koymaktadır ki, dünya tümüyle ve
sadece mekanistik prensiplerle işlemektedir. Doğada hiçbir amaç ve amaçsal
prensip yoktur. Rasyonel olarak bulunabilecek Tanrılar ve düzenleyici güçler de
yoktur… İkincisi, modern bilim ortaya koymaktadır ki, insanoğlu için hiçbir
'daimi ahlaki kanun' ya da 'mutlak yol gösterici prensip' yoktur… Üçüncüsü,
şu sonucu varmamız gerekir ki, öldüğümüz zaman ölürüz ve bu bizim mutlak
sonumuzdur.8
Bu materyalist bilim adamının da belirttiği gibi dinsizlikte ahiret
inancı yoktur ve insanlar ölümden sonra yok olacaklarına inanırlar. Dinsizlerin
bu sapkın inanışları Kuran'da da şöyle haber verilmiştir:
O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz
bu) dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler
değiliz. (Mü'minun Suresi, 37)
Öldükten sonra dirileceğine inanmayan insanlarda, sınır tanımayan, her
türlü aşırılıkta ve ahlaksızlıkta bir sakınca görmeyen, nefsinin ve
tutkularının her emrettiğini yapan, iradesini kullanmak için bir sebep görmeyen
aksine her türlü iradesizliği geçerli sayan bir anlayış gelişir. Bu nedenle,
dinsizlik ahlaki bozulmanın en önemli nedenidir. Nitekim Provine'in yukarıdaki
sözleri de dinsizliğin bu sınır tanımazlığına, ahlak üzerindeki bozucu
etkilerine bir örnek teşkil etmektedir. Bu sözlerde dinsiz bir insanın nasıl
çarpık bir düşünce ve ahlak yapısına sahip olduğunu görmek mümkündür.
Şunu da belirtmek gerekir: Elbette ahlaksızlık yapan her insan
Darwinizm'i veya materyalizmi düşünerek bunları yapmaz. Ancak burada önemli
olan bu fikir akımlarının ve dinsizliğin önderlerinin insanlara bu telkinleri
vermeleri ve bunların sonucu olarak insanların büyük bir çoğunluğunun
ahiretteki hayatlarını düşünerek yaşamak yerine bu dünya hayatını sınır tanımaz
ve azgın bir hırsla yaşamalarıdır.
Örneğin 60'lı yıllarda dünya gençliği arasında ortaya çıkan özgürlük
anlayışı tamamen bu sınır tanımazlığın ve aşırılığın sonucuydu. Serbest
cinsellik, uyuşturucu kullanmak, başıboşluk, asilik gibi her türlü ahlak dışı
tavır bu dönemin en önemli özelliği idi. Bugün tüm dünyada bu dönemin
yetiştirdiği insanlar ya ülkeleri yönetmekte, ya da okullarda öğretmenlik
yapmaktalar. Ayrıca günümüzün genç neslini yetiştirmiş olan anne babalar da
yine aynı dönemin insanlarıdır. Bugün tüm dünyada ahlaki dejenerasyonun tarihte
görülmediği kadar ilerlemiş olmasının bir nedeni de dinsiz yetişmiş bir kuşağın,
giderek dejenere olarak yetiştirdiği bir neslin mevcut olmasıdır. Allah bir
ayetinde babaları dini bilmedikleri için kendileri de "gafil" kalan
topluluktan söz eder:
Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gafil
kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin). (Yasin Suresi, 6)
Bu ayette de dikkat çekildiği gibi dinsiz insanların yetiştirdikleri
nesiller de kendileri gibi dinsiz ve "kötülükte sınırı aşan",
yani ahlaki değerlerden yoksun insanlar olmaktadır.
Bugün Amerika'dan, Hollanda'ya, Uzakdoğu ülkelerinden Rusya'ya kadar
hakim olan ahlaki dejenerasyonun en önemli nedeni dinsizliğin oluşturduğu
kendini başıboş ve sorumsuz zanneden insanlardır. Homoseksüelliğin adeta
"moda" olmasının, fuhuşun, küçük yaştaki çocukların fuhuş için
satılmalarının, kumarın, dolandırıcılığın, rüşvetin, şeytani özelliklere sahip
olmayı bir meziyet saymanın, insanların birbirlerine hatta "babalarına
bile" kesinlikle güvenememelerinin, evlilik öncesi ilişkinin modernlik
zannedilmesinin, insanların utanma ve haya duygularını kaybetmelerinin, güzel
ahlak gösterenleri yadırgamalarının ve belki 20 yıl önce kesinlikle
düşünülemeyen ve büyük bir ahlaksızlık olarak kabul edilen tavırlara insanların
özendirilmesinin ardında yatan neden, dinsizliğin belki de tarihte ilk defa bu
kadar yaygınlaşmasıdır.
Dinsizliğin ahlaksızlığı getirdiği kesin bir gerçektir. Ancak dinsiz
olduğu halde ahlaksız olmadığını, yukarıda sayılan ahlaksızlıkların hiçbirini
yapmadığını düşünen insanlar da olabilir. Gerçekten dinsiz bir insan hayatı
boyunca kesinlikle rüşvet almamış olabilir ve almamak konusunda kesin kararlı
da olabilir. Ancak bu onun Kuran'a uygun güzel bir ahlak sahibi olduğunu
göstermez. Herşeyden önce Allah'tan korkup sakındığı için güzel ahlak gösteren
bir insan her konuda bu ahlakını devam ettirir. Buna karşın hayatı boyunca asla
rüşvet almadığını söyleyen dinden uzak bir insan çıkarları için kolaylıkla
yalan söyleyebilmektedir. Veya oğlunun hastane masrafları için paraya ihtiyacı
olduğunda gözünü kırpmadan rüşvet alabilmekte, yani koşullar değiştiğinde
"mecbur kaldığını" söyleyerek, hiç yapmayı düşünmediği birşeyi
yapabilmektedir. Örneğin bir insanı öldürmeyi asla düşünemeyen dinsiz bir
insan, bir gün aşırı sinirlendiğinde kendini tutamayarak cinayet
işleyebilmektedir.
Oysa güzel ahlak sabır ve irade gerektirir. Koşullar ne olursa olsun
güzel ahlaktan taviz vermemek gerekir. Bu iradeyi ve sabrı gösterebilmek içinse
insanın önemli bir amacının olması şarttır. Müminler Allah'ın rızasını,
rahmetini ve cennetini kazanmayı amaç edindikleri için karşılarına çıkan her
türlü koşulda güzel bir ahlak gösterirler. Ama dinsiz ve amaçsız bir insanın
böyle bir irade ve sabır göstermesi için bir neden yoktur. Örneğin fuhuş yolu
ile para kazananlar bunu aç kalmamak için yaptıklarını söylerler. Oysa Allah'a
ve ahiret gününe iman ediyor olsalar, böyle bir hayasızlığa asla yeltenmezler.
Ahirette hesabını veremeyeceklerini bildikleri için büyük bir korku ile
sakınırlar. Allah'ın "Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size çirkin
-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi'nden bağışlama ve bol ihsan
(fazl) vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir." (Bakara
Suresi, 268) ayetinde bildirdiği gibi insanların büyük bir kısmı fakirlik
korkusuyla türlü ahlaksızlığa başvurabilmektedir. Halbuki Allah'ın rahmetini
uman kişi bunları aklından dahi geçirmez. Allah Kuran'da müminlerin içlerindeki
Allah korkusundan dolayı güzel ahlaklarında kararlı ve sabırlı olduklarını
şöyle bildirir.
Ve onlar Allah'ın ulaştırılmasını emrettiği şeyi
ulaştırırlar. Rablerinden içleri saygı ile titrer, kötü hesaptan korkarlar. Ve
onlar Rablerinin yüzünü (hoşnutluğunu) isteyerek sabrederler, namazı dosdoğru
kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiklerimizden gizli ve açık infak ederler
ve kötülüğü iyilikle savarlar. İşte onlar, bu yurdun (dünyanın güzel) sonucu
(ahiret mutluluğu) onlar içindir. (Rad Suresi, 21-22)
İnsanların Ahlaksızlığa Özendirilmeleri:
Günümüzde "modernlik", "çağdaş olma",
"cesaret" ve "özgürlük" kılıfları altında insanlar,
özellikle de gençler ahlaksızlığa özendirilmektedirler. Birkaç on yıl öncesine
kadar insanların ağızlarına dahi almaya çekindikleri kavramlar birçok toplumda
artık meşru olarak kabul edilmektedir. Televizyonlarda ve magazin dergilerinde
her türlü ahlaksızlık sergilenmekte, yolsuzluk yapanlar, homoseksüeller,
fuhuşla geçimini sağlayanlar, kızlarını pazarlayanlar, kumarbazlar, iki lafı
biraraya getirmekten aciz, cahil kişiler "özenilecek kimseler"miş
gibi lanse edilmekte ve yaşadıkları hayat çok cazipmiş gibi anlatılmaktadır.
Yaptıkları ahlaksızlıkların günümüz toplumundaki sıfatları ise sözde cesaret,
medeniyet ve modernliktir.
Örneğin son yıllarda dünya genelinde erkeklerin kadınsı davranmaları,
kadınsı bir üslupla konuşup, kadınsı giyinmeleri bu telkinin bir sonucudur.
Toplumda bazı kişilerin endilerini küçük düşürecek bu gibi tavırlara özenmeleri
de elbette ki onların akılsızlıklarının bir göstergesidir. Evlilik dışı
ilişkiler ve uyuşturucu kullanmak da dünyaca ünlü bazı "medyatik"
kişiler tarafından özendirilmektedir. Cahil olan insanlar ise bu kişileri
kendilerine örnek alıp, onların giyimlerinden mimiklerine, hayat
felsefelerinden konuşma üsluplarına kadar her tavırlarını taklit etmektedirler.
Halbuki özendikleri kişilerin büyük bir bölümü ruhsal çöküntü içinde yaşayan,
cahil, çevresindeki insanlar tarafından sürekli aşağılanan insanlardır. Ancak
Kuran ahlakından uzak olan birçok insan bunları göremeyecek kadar akıl yönünden
yoksundur. Allah iman etmeyenlerin akılsızlıklarını birçok ayetinde
bildirmiştir. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Size verilen herşey, yalnızca dünya hayatının metaı ve
süsüdür. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de,
akıllanmayacak mısınız? (Kasas Suresi, 60)
Oysa toplum, Allah'tan korkup sakınan, düşünen, akıl sahibi, vicdanlı,
kültürlü, dürüst ve aydın kimselere özendirilse, ahlaksızlıklar yerilerek küçük
düşürülse, hiç kimse ahlaksızlık yarışına giremeyecektir. Genç insanların
zihinleri boş konular yerine hem kendilerini geliştirecek, hem de çevrelerine
fayda vermelerini sağlayacak konularla meşgul olsa, kuşkusuz bu insanlar çok
daha bilinçli bireyler olacaklardır. Bilinç düzeyi yüksek kişilerin de her
zaman için çevrelerindeki insanlara, içinde yaşadıkları topluma ve hatta tüm
dünyaya fayda getirecekleri açıktır. Öncelikle bu insanlar her zaman doğru
olanı araştıran, fikri saplantılardan uzak, açık fikirli kişiler olacaklardır.
Çevrelerinde gördükleri olayları dinsizliğin getirdiği birtakım önyargılarla
değil, açık bir zihinle değerlendirecek, dünyada bulunuş amaçlarını fark
edebileceklerdir. Ve bu insanlar, kendilerini Allah'ın yarattığını ve O'na
karşı sorumlu olduklarını bildikleri için, en güzel ahlakı yaşayabileceklerdir.
Kuran'a uydukları için de kendilerine yalancı, sahtekar, ahlaksız, bozguncu
insanları değil, samimi, güzel ahlaklı, akıllı, bilinçli insanları örnek
alacaklardır.
Allah bir ayetinde örnek alınması gereken insanları şöyle bildirmiştir:
Andolsun, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü umanlar
ve Allah'ı çokça zikredenler için Allah'ın Resûlü'nde güzel bir örnek vardır. (Ahzab
Suresi, 21)
Toplumda güzel ahlaklı kimselerin ön plana çıkartılmaları, güzel ahlakın
övülerek kötü ahlakın yerilmesi insanların ahlaksızlığa özenmelerini de tamamen
ortadan kaldıracaktır.
Dinsiz İradesizliğinin Bir Göstergesi:
Uyuşturucu
Uyuşturucu kullanımı özellikle son 10 yıldır büyük bir hızla
yayılmaktadır. Yapılan araştırmalar gençlerin önemli bir bölümünün uyuşturucu
kullandığını ve yine çok fazla sayıda insanın uyuşturucu bağımlısı olduğunu
ortaya koymaktadır. Örneğin 1992 yılında İngiltere'de yapılan bir araştırmaya
göre gençlerin %50'sinin uyuşturucu kullandığı, %30'unun ise bağımlı oldukları
ortaya çıkmıştır. Amerika'da yapılan bir diğer araştırma ise 1988 ve 1995
yılları arasında Amerikalıların uyuşturucu için toplam 57.3 milyar dolar harcadıklarını
ortaya koymuştur.9
Her türlü uyuşturucu madde, insan sağlığına çok büyük zarar verir.
Uyuşturucu kullanan bir insanın hayatı da olumsuz yönde etkilenir. Öncelikle
çalışarak para kazanması ve ihtiyaçlarını karşılaması imkansız hale gelir. Bir
yandan da uyuşturucu alabilmek için para bulması gerekir. Bu nedenle uyuşturucu
kullananların bir çoğu, hırsızlık, dolandırıcılık, fuhuş, uyuşturucu kuryeliği
gibi kanun dışı yöntemlerle para kazanma yoluna giderler. Her geçen gün
katlamalı olarak daha fazla batağın içine girerler.
Bir insanın kendisine göz göre göre ve kendi eliyle maddi ve manevi
yönden böyle büyük bir zarar verebilmesi aslında şaşırtıcıdır. Akıl ve vicdan
sahibi bir insan kendisini asla böyle bir duruma düşürmez ancak dinsizliğin
neden olduğu iradesizlik bir insanın kendisine çok daha büyük zararlar
verebilmesine neden olabilmektedir. Allah "Şüphesiz Allah, insanlara
hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar."
(Yunus Suresi, 44) ayetiyle dinsiz insanların bu yönünü bildirmektedir.
Uyuşturucu konusunda dinsizliğin etkisini gösterdiği bir başka nokta ise
gençleri ve insanları uyuşturucuya alıştıranlardır. Vicdan, merhamet, şefkat ve
acıma duygularını tamamen kaybeden bu insanlar, büyük bir özenle insanları bağımlı
hale getirmeye ve daha fazla uyuşturucu satarak, bu sayede para kazanmaya
çalışırlar. Hatta Latin Amerika veya Rusya gibi bazı ülkelerde uyuşturucu
ticareti bir gelir olarak görülmekte ve devlet eliyle yürütülmekte, yapan
kişilere de göz yumulmaktadır. Halbuki iki taraftan biri dindar olsa, Allah'a
ve ahiret gününe iman etse bu sorun tüm dünyadan kalkar. Örneğin Allah korkusu
nedeniyle uyuşturucu ticareti yapan kimse kalmasa veya Allah korkusu ile
uyuşturucu kullanacak kimse kalmasa bu sorun kesin olarak çözülür.
Bugün uyuşturucu ticaretini ve kullanımını ortadan kaldırmak için
kullanılan yöntemler kesinlikle kalıcı çözümler sunmamaktadır. Örneğin
hastanede zorla tedavi gören bir uyuşturucu bağımlısı, çıkar çıkmaz yine aynı
ortama girerek uyuşturucuya başlamaktadır. Uyuşturucu kaçakçılığından
tutuklanan biri ise hapishaneden uyuşturucu trafiğini yönlendirmeye devam
edebilmektedir. Uyuşturucu bağımlısını kurtarmanın tek yolu o kişiye irade
kazandırılmasıdır. Bir insana sarsılmaz irade veren tek güç ise dindir. En
iradeli insanın bile iradesini kırabilecek bir tutkusu mutlaka vardır. Ancak
Allah korkusunun ve cehennem azabından sakınmanın getirdiği iradeyi
sarsabilecek hiçbir güç yoktur.
Çirkin Bir Hayasızlık: Fuhuş
Fuhuşla kazanç sağlama yolu tüm dünyada çok büyük bir hızla
yayılmaktadır. Bunun yanı sıra fuhuş ticareti yapan gençlerin yaş sınırı da
büyük bir hızla düşmektedir. Bugün dünyanın bir çok ülkesinde çocuk denecek
yaştaki kız ve erkek çocuklar, para karşılığında, hatta kimi zaman bizzat aileleri
tarafından pazarlanmaktadırlar. Daha korunması ve bakılması gereken bir yaşta
bir meta olarak satılan bu çocukları kurtarmak için tüm dünyanın ayağa kalkması
gerekirken, Filipinler gibi çocuk fahişelerin yaygın olduğu ülkeler en gözde
turistik mekanlar olarak tanıtılmakta, dünyanın pek çok yerinden turistler
yalnızca bu amaçla söz konusu bölgelere akın etmektedirler.
National Certified Health Statistics
hesaplarına göre Amerika'da çocukların %32'si evlilik dışı ilişkilerden
doğmaktadır. Bu, her yıl 1.267.383 çocuk evli olmayan anne ve babalardan
meydana geliyor demektir.10 20-30 yıl önce
düşünülmesi bile imkansız olan bir olay bugün artık olağan karşılanmaktadır.
Fuhuş sonucunda meydana gelen maddi ve manevi zararlar ise toplumun
yapısını önemli ölçüde etkilemektedir. Evlilik dışı ilişkilerden doğan çocuklar
veya daha çocuk yaşta, üstelik evli olmadığı halde çocuk sahibi olan annelerin
oluşturduğu aile yaşantısının ne kadar bozuk ve çürük olacağı açıktır. Böyle
bir yapıda yetişen çocukların da akıbeti bellidir. Aile yapısındaki bu
dejenerasyon 9 Mart 1998 tarihinde yayınlanan "A Synopsis of Current World
Crisis Reports" (Mevcut Dünya Krizi Raporlarının Bir Özeti) da şöyle
açıklanmaktadır:
1960'lardan beri aile ve ahlak yapısında büyük bir
bozulma başladı. Bugün ülkeleri yöneten insanlar o günün hippileriydiler. En
önemli sloganları serbest aşktı. Ancak hiç kimse sürekli birileriyle kavga
ettiklerini ve aslında birbirlerini hiç sevmediklerini fark edemedi. Onların
yaşadıkları sevgi değil, ahlaksızlık ve dejenerasyondu.11
Fuhuş Allah'ın Kuran'da haram olarak açıkladığı ve karşılığında cehennem
azabını vaat ettiği bir ahlaksızlıktır.
Zinaya yaklaşmayın, gerçekten o, 'çirkin bir
hayasızlık' ve kötü bir yoldur. (İsra Suresi, 32)
Ve onlar, Allah ile beraber başka bir İlah'a
tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina
etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile' karşılaşır. (Furkan Suresi,
68)
Ancak dini telkin yerine ahlaksızlığın telkini verildiği için insanların
büyük bir bölümü cehennemle karşılık bulacakları bir fiili "modern"
ve "çekici" görebilmektedirler.
Ahlaki dejenerasyonun son haddinde yaşandığı bir başka konu da
homoseksüelliktir. Yakın bir geçmişe kadar "ahlaksızlık" olarak
nitelendirilen homoseksüellik bugün birçok toplumda normal karşılanmakta ve
hızla yayılmaktadır. Artık günümüzde bazı ülkelerde eşcinseller evlenebilmekte,
kiralık anneler aracılığı ile bebek sahibi olabilmekte, homoseksüel partiler ve
kulüpler kurabilmekte, eşcinsel kongreleri düzenleyebilmektedirler. Birçok
dergi veya yayında bu tür ilişkilerin revaçta olduğuna dair telkinler
yapılmaktadır. "İnsan cinsel kimliğini tespit etmekte serbesttir"
gibi sözlerle "entellik" ve "geçerlilik" kazandırılmaya
çalışılan homoseksüellik aslında açık bir sapıklıktır.
Dikkat edilirse homoseksüellerin ve fahişelerin aynı zamanda diğer
ahlaki yönleri de bozuktur. Saldırgan, küfürbaz, laf anlamayan, evleri ve
bedenleri pislik içinde olan, bulaşıcı hastalığını gözünü kırpmadan diğer
insanlara geçirebilecek kadar insanlara karşı kin ve nefret duyan, hiçbir
konuda sınır tanımayan, ar ve şerefini tamamen kaybetmiş insanlardır. Sahip
oldukları psikolojik bozukluklar sebebiyle intihara ve cinayete de son derece
eğilimli bir yapıları vardır. Bu insanların topluma hiçbir faydaları dokunmaz,
aksine sadece huzursuzluk, gerilim, hastalık ve ahlaksızlık getirirler. Bu
insanların sürekli gündemde tutulmalarının amacı; insanları iyice dejenere
ederek, hatta bunu maksimum seviyeye getirerek, zaman içinde ahlak kurallarının
iyice zayıfladığı bir toplum oluşturmaktır.
Ahlaki yönden dejenere olmuş bir toplumun en belirgin özelliği ise
dinsizliğidir. Homoseksüellik Allah'ın dünyada ve ahirette azap sebebi olarak
bildirdiği bir sapıklıktır. Allah Kuran'da, Lut kavmini yerin dibine geçirdiğini
ve tarihe geçen bir azapla azaplandırdığını bildirmiştir. Hz. Lut kavmini bu
sapkınlığı bırakmaları konusunda uyarmış ancak kavmi ona azgınlıkla karşılık
vermiştir. Bunun sonucunda ise Allah bu kavmi helak etmiştir:
"Siz insanlardan (cinsel arzuyla) erkeklere mi
gidiyorsunuz? Rabbinizin sizler için yaratmış bulunduğu eşlerinizi
bırakıyorsunuz. Hayır, siz sınırı çiğneyen bir kavimsiniz." Dediler ki:
"Ey Lut, eğer (bu söylediklerine) bir son vermeyecek olursan, gerçekten
(burdan) sürülüp çıkarılanlardan olacaksın." Dedi ki: "Gerçekten ben,
sizin bu yaptığınıza öfke ile karşı olanlardanım. Rabbim, beni ve ailemi
bunların yaptıklarından kurtar." Bunun üzerine onu ve bütün ailesini
kurtardık. Yalnızca geri kalanlar içinde bir kocakarı hariç. Sonra geride kalanları
yerle bir ettik. Ve üzerlerine bir yağmur yağdırdık; uyarılıp-korkutulanların
yağmuru ne kötü. Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş
değildirler. (Şuara Suresi, 165-174)
Asıl düşündürücü olan ise sosyal kurumların veya konuyla ilgili kişi ve
kuruluşların bu soruna yaklaşım şekilleridir.
Hiçbir kurumda bu sapkınlığın Allah Katında beğenilmeyen ve dünyada ve
ahirette azapla karşılık göreceği bildirilen bir günah olduğunun üzerinde
durulmamaktadır. Halbuki bu sapkınlığı işleyen insanların topluma verdikleri
zarar kadar, bu insanların içinde bulundukları durumdan kurtarılmaları da
önemlidir. Bugün tüm dünyada milyonlarca insan sapkınlık ve azgınlık içinde
yaşamaktadır. Bu kişiler aldıkları telkinler sonucunda çirkinliği, ahlaksızlığı,
itaatsizliği ve asiliği güzel görmeye başlamışlardır.
Dindar bir toplum ise insanları her zaman en güzele, en estetik olana,
en doğruya, en dürüst olanına, en haysiyetli ve şerefli olan hayata, en akıllı
olan tavra özendirir. Allah bir ayetinde imanı güzel ve ahlaksızlığı çirkin
görenlerin doğru yolu bulduklarını bildirir:
… Ancak Allah size imanı sevdirdi, onu kalplerinizde
süsleyip-çekici kıldı ve size inkarı, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi. İşte
onlar, doğru yolu bulmuş (irşad) olanlardır. (Hucurat Suresi, 7)
İnsanları kötülüklerden ve sapkınlıklardan alıkoyacak, güzel ahlakı
insanlar arasında hakim edebilecek tek güç dindir. Allah bir ayetinde şöyle
bildirir:
Sana Kitap'tan vahyedileni oku ve namazı dosdoğru kıl.
Gerçekten namaz, çirkin utanmazlıklar (fahşa)dan ve kötülüklerden alıkoyar.
Allah'ı zikretmek ise muhakkak en büyük (ibadet)tür. Allah, yaptıklarınızı
bilir. (Ankebut Suresi, 45)
Kumarın Zararları
Günümüzde kumar, tüm dünyada oldukça yaygın olan, hatta birçok kişi için
bir tür eğlence sayılan bir sektör haline gelmiştir. İnsanlar kumara çok büyük
miktarlarda paralar harcamaktadırlar. Öyle ki sırf zevk için yapılan bu para
tüketimi, birçok muhtaç insanın refaha kavuşmasına yetecek boyutlardadır.
Oysa kumarın insanlara ne kadar büyük zararlar verdiğini her gün
gazetelerde ve televizyonlarda, görmek mümkündür. Kumar borcu yüzünden intihar
eden, herşeyini kaybettiği için ailesi dağılan, senelerce uğraşıp kazandığı mal
varlığını birkaç saat içinde tamamen kaybedip bunalıma giren, bundan dolayı
gözünü kırpmadan cinayet işleyebilen insanların haberleri her gün karşımıza
çıkmaktadır. Yıkılan ailelerin, parçalanmış evliliklerin, haksız yolla
kazanılan paraların üzerine bina edilen bu sektör, ahlaki dejenerasyonun çok
önemli bir örneğidir.
Toplumsal yapıya ve aile ilişkilerine son derece zararlı olmasına rağmen
kumarın, bu şekilde teşvik edilmesi ise şaşırtıcıdır. Bunun ticaretini yaparak
para kazanmaya çalışmak, kumarı meşru bir fiil olarak kabul etmek ise kuşkusuz
son derece büyük bir vicdansızlıktır.
Tüm bu zararları görmezlikten gelerek böyle çirkin ve haram bir fiilin
yayılmasına izin verenler, kendileri de kumardan zarar gördüklerinde ne kadar
büyük bir hata yaptıklarını anlarlar. Ama onlar böyle bir olayla karşılaşana
kadar pek çok insanı hatta toplumları karanlığa sürüklemiş olurlar. Böyle bir
vicdansızlığın köklü olarak ortadan kaldırılması ise Allah'ın emrettiği Kuran
ahlakına uymaktır. Allah Kuran'da kumarı "şeytan işi bir pislik"
olarak tanıtmış ve insanları bundan uzak durmaya çağırmıştır:
Ey iman edenler, içki, kumar, dikili taşlar ve fal
okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan
kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla
aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah'ı anmaktan ve namazdan alıkoymak
ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? (Maide Suresi, 90-91)
İmanlı ve vicdanlı insanlara düşen görev de, kumarın insan ve toplum
yaşamına getirdiği zararları gözler önüne sermek, insanları bu
"pislik"ten kaçınmaya davet etmektir.
Dinsizliğin Neden Olduğu Cinayetler
Ve onlar, Allah
ile beraber başka bir ilah'a tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere
öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile'
karşılaşır. (Furkan suresi, 68)
İslam ahlakından
uzak olmanın getirdiği zararlardan biri de, insanlar arasında acımasızlığın,
kindarlığın, öfkenin, zulmün hakim olmasıdır. Bu yapıdaki insanlar, kendi
çıkarları söz konusu olduğunda veya bir kimseye duydukları öfke sebebiyle
rahatlıkla cinayet işleyebilmektedirler.
Haksız yere bir insanın canına kıyan, soğukkanlılıkla seri cinayetler
işleyen, ani bir öfke ya da kıskançlık sonucu en yakınını veya hiç tanımadığı
birisini öldüren, hatta bu işi parayla yapan insanların sayısı, günümüz
toplumlarında oldukça fazladır. Gazetelerden ve televizyonlardan bir gün bile
eksik olmayan cinayet haberleri toplumdaki, dinsizlikten kaynaklanan
dejenerasyonun çok açık bir göstergesidir.
Dünyada her gün binlerce insan öldürülmektedir. Birkaç milyon lira için
gece, taksisine bindiği şoförü haksız yere öldüren insanlar vardır. Veya
geçimlerini hiç tanımadıkları insanları öldürerek sağlayan, bunu artık sıradan
bir olay olarak değerlendiren insanların sayısı da azımsanmayacak
boyutlardadır. Bu insanlara sorulduğunda ise, kendilerine göre bir açıklama
yaparak "o parayı almasaydım ben açlıktan ölecektim" gibi ahlaksızca
ifadeler kullanırlar. İşte tüm bunlar, Allah'ın dinine uymadan yaşanan bir
hayatın sebep olduğu zalimliklerdir.
Üstelik bunların yanısıra sadece zevkten adam öldüren insanlar, seri
cinayetler işleyen katiller de dünya üzerinde insanların korku ve tedirginlik
içinde yaşamalarına neden olmaktadır. Ailelerini paralarını alabilmek için
öldürenler ya da öldürtenler, kıskançlıktan dolayı cinayet işleyenler,
kindarlıktan dolayı yıllarca bekleyip sonra en yakınını öldürenler, bakışını
beğenmediği için sokak ortasında hiç tanımadığı halde suçsuz bir adamı
öldürenler, kan davası uğruna çoluk çocuk demeden tüm aileyi katledenler, ani
bir öfke sebebiyle bir anaokulunu basıp çok sayıda çocuğu hedef alanlar... Bu
örnekler o kadar çoktur ki, haberleri gazetelerden birgün bile eksik olmaz.
Tüm bunların yaşanmasının en önemli sebeplerinden biri ise Allah'ın
aşağıdaki ayetinin gözardı edilmesidir:
Ve onlar, Allah ile beraber başka bir İlah'a
tapmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina
etmezler. Kim bunları yaparsa 'ağır bir ceza ile' karşılaşır. (Furkan Suresi,
68)
Haksız yere bir insanı öldüren kişiler büyük bir azapla tehdit
edilmişlerdir. Allah tek bir kişiyi öldürmenin, tüm insanları öldürmek kadar
ağır bir suç olduğunu haber vermiştir. Ancak günümüzde bu ayetlerin gözardı
edilmesi ve toplumlarda Allah korkusunun yerleşmemiş olması sebebiyle
rahatlıkla seri cinayetler işlenmektedir. Zalim insanlar ahirete iman
etmedikleri, bu yaptıklarının hesabını vereceklerini anlamazlıktan geldikleri
için böyle pervasız bir tutum sergileyebilmektedirler. Allah'ın sınırlarını
koruyan bir insanın bir öfke krizine kapılarak kontrolünü kaybetme ve bir
insana zarar verme ihtimali kesinlikle yoktur. Fakat dini yaşamayan toplumlarda
Allah korkusu olmadığından ve dünyadayken yaptıkları herşeyin hesabını mutlaka
vereceklerine dair inançları bulunmadığından tüm bu ahlaksızlıklar rahatlıkla
yapılmaktadır. Oysa dünyada belki adaletten kaçarak, cezadan kurtulduğunu
sananlar, öldükten sonra ahirette Allah'ın huzurunda verecekleri hesaptan asla
kaçamayacaklardır. Allah bu konuya bir ayetinde şöyle dikkat çekmiştir:
Allah'ın ayetlerini inkar edenler, peygamberleri
haksız yere öldürenler ve insanlardan adaleti emredenleri öldürenler; işte
onlara acıklı bir azabı müjdele. (Al-i İmran Suresi, 21)
Dinden Uzak İnsanlar Zalim Nesiller Yetiştirirler
Bu konunun tüm dünya toplumlarını ilgilendiren çok önemli bir yönü daha
vardır. Bahsettiğimiz türde cinayetler o kadar yaygınlaşmıştır ki, küçük
çocukların okullarda katliam yaptıklarına dahi şahit olmak mümkündür. Bunlarla
ilgili haberler zaman zaman basında yer almaktadır. Elbette bunların bir sebebi
bu çocukların izledikleri filmlerde, televizyon programlarında, okudukları
kitaplarda sık sık işlenen zalimlik telkinidir. Özellikle bazı filmlerdeki
öldürme sahnelerinin küçük yaştaki çocukları bu korkunç eylemlere özendirici
bir etkisi vardır. Bu da dinsizliğin karanlık yüzünü göstermesi açısından çok önemli
bir örnektir.
İnsanları çok küçük yaşlarından itibaren böylesine karanlık bir ortama
iten, zalimliğe yönlendiren ise yine dinden uzak yaşayan insanların varlığıdır.
Bu insanlar kendileri Allah'tan korkmadıkları gibi, yine Allah korkusu olmayan
zalim nesiller yetiştirirler. Çocuklarına İslam ahlakının emrettiği güzel
ahlakı, merhametli, şefkatli, adaletli, hoşgörülü, itidalli, akılcı yapıyı
değil, dinsizliğin getirdiği kötü ahlakı öğretirler. Bu konuyla ilgili olarak
Hz. Nuh'un Kuran'da bildirilen duası, tarih boyunca tüm inkarcıların aynı zalim
yapıyı sergilediklerini bize göstermektedir:
Nuh "Rabbim, yeryüzünde kafirlerden yurt edinen
hiç kimseyi bırakma." dedi. "Çünkü Sen onları bırakacak olursan,
Senin kullarını şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükten sınırı aşan
(facir'den) kafirden başkasını doğurmazlar." "Rabbim, beni, annemi,
babamı, mü'min olarak evime gireni, iman eden erkekleri ve iman eden kadınları
bağışla. Zalimlere yıkımdan başkasını artırma." (Nuh Suresi, 26-28)
Dünyanın Dört
Bir Yanında Yaşanan Savaşlar
Ey iman edenler, hepiniz topluca "barış ve
güvenliğe (Silm'e, İslam'a) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o,
size apaçık bir düşmandır. (Bakara Suresi, 208)
Yirminci yüzyıl
insanlık tarihine savaşların, soykırımların, çatışmaların yüzyılı olarak geçti.
Dünya tarihi boyunca en fazla kanın akıtıldığı bu yüzyılda, milyonlarca insan
sebepsiz yere hayatını yitirdi, milyonlarcası evinden yurdundan oldu, sakat
kaldı, yakınlarını kaybetti. Dünya tarihinde çok önemli etkileri olan, yeni
ülkelerin kurulması ve pek çoğunun da yıkılmasıyla sonuçlanan iki büyük dünya
savaşı bu yüzyılda yaşandı. Daha önceki dönemlerde yaşanan savaşlar sadece
birkaç ülke arasında, cephelerde gerçekleşirken, bu savaşlar dünyanın dört bir
tarafındaki ülkeleri içine aldı. Sadece Birinci Dünya Savaşı'nda 9 milyon kişi
öldü, 20 milyona yakın kişi yaralandı.
Bu yüzyıldaki savaşların bir başka özelliği de sivillerin doğrudan
bombalanması, çocukların, kadınların, yaşlıların katledilmesi oldu. Soykırım
kavramı da gerçek anlamıyla 20. yüzyılda insan hayatına girdi. Vietnam'da,
Filistin'de, Keşmir'de, Ruanda'da, Bosna ve Kosova'da, Çeçenistan'da yüz
binlerce silahsız insan hayatını kaybetti, kadınlar tecavüze uğradı, işkenceler
yapıldı, insanlar hayatlarını kamplarda devam ettirmeye çalıştılar.
Kuran'da bunlara benzer bir örnek Firavun dönemi ile ilgili olarak
verilmiştir. Firavun örneğinde gördüğümüz, bu vahşi katliamlarda her zaman
savunmasız, zayıf bırakılmış kişilerin hedef alınmasıdır. Kasas Suresi'nde
Firavun'un halkını fırkalara ayırdığı, zayıf bıraktığı ve savunmasız insanları
katlettiği şu şekilde ifade edilir.
Gerçek şu ki, Firavun yeryüzünde (Mısır'da)
büyüklenmiş ve oranın halkını birtakım fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir
bölümünü güçten düşürüyor, erkek çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri
bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı. (Kasas Suresi, 4)
Hani Musa kavmine şöyle demişti: "Allah'ın
üzerinizdeki nimetini hatırlayın; hani O sizi Firavun ailesinden kurtarmıştı,
onlar sizi en dayanılmaz işkencelere uğratıyor, kadınlarınızı sağ bırakıp erkek
çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir sınav
vardır. Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer şükrederseniz gerçekten
size arttırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz, şüphesiz, Benim azabım
pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 6-7)
Günümüzde ise basında tüm ayrıntılarıyla yer alan bu tür katliamlar,
bunları gerçekleştirenlerin insanlıktan ne kadar uzaklaştıklarını açıkça gözler
önüne sermektedir. Her türlü ahlaki duyarlılıktan, insani duygulardan,
merhametten, şefkatten, sevgiden, acıma duygusundan uzak olan bu insanların
belki kendilerinin bile ne uğurda savaştıklarından haberleri yoktur. Bu durum
günümüzde süregelen savaşlar için de geçerlidir. Savaşları planlayanların,
ateşleyenlerin ve bunlardan çıkar bekleyenlerin belli bir amaç doğrultusunda
yaptıkları bu çatışmaların sebepleri, savaşın bizzat içinde olan pek çok kişi
tarafından bilinmemektedir.
Bu vahşi katliamları gözlerini bile kırpmadan gerçekleştirebilecek kadar
insanlıktan çıkan kişilerin içinde bulundukları durumun nedeni ise,
önderlerinden aldıkları eğitimdir. İnsanın bir hayvan gibi görüldüğü,
işkencenin, vahşetin makul hale getirildiği bu sistemde her türlü ahlaki değer
önemini kaybetmiştir. Bu açıdan bakıldığında günümüzde vahşetlere öncülük eden
liderlerle Kuran'da anlatılan Firavun ve askerlerinin çok büyük benzerlikler
taşıdığı görülür. Allah onların cehennemde şiddetli bir azapla
karşılaşacaklarını bildirmiştir:
Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyamet
günü yardım görmezler. Bu dünya hayatında onların arkasına lanet düşürdük;
kıyamet gününde ise, onlar çirkinleştirilmiş olanlardır. (Kasas Suresi, 41-42)
Vahşetin Kökeni
Yapılan tüm katliamların ve insanların gözlerini kırpmadan birbirlerini
öldürmelerinin sebepleri incelendiğinde ise, karşımıza 19. ve 20. yüzyılın
düşünce hayatını etkisi altına alan maddeci (materyalist) yaklaşım çıkar.
Materyalizm tek gerçek varlığın madde olduğunu ve maddeden başka hiçbir şeyin
var olmadığını öne süren bir düşünce sistemidir. Bu sisteme göre madde ezelden
beri vardır ve sonsuza kadar da var olmayı sürdürecektir. Dolayısıyla Allah'ın
varlığı ve manevi hayata ilişkin tüm değerler ve güzel ahlak bu anlayışla
reddedilmektedir. Yine bu çarpık anlayışa göre insan, hayatını devam
ettirebilmek için vardır, kimseye karşı sorumlu değildir ve kendi menfaatlerini
gözetmelidir.
Materyalist felsefeciler tarafından savunulan evrim teorisi ise bu
çarpık anlayışa çok önemli bir dayanak teşkil etmektedir. Evrim teorisi ilk ortaya
atıldığı dönemden beri materyalist dünya görüşünü desteklerken, bir yandan da
özellikle insanlar arasında yaşanan katliamlara zemin hazırlamıştır. Darwin,
"yaşam mücadelesi" kavramıyla her zaman zayıf bireylerin eleneceğini
ve güçlü olanların ayakta kalacağını iddia etmiştir. Bu ırkçı görüş zamanla
"Sosyal Darwinizm" adını almış ve 19. yüzyıldaki ırkçı düşüncelere ve
vahşi kapitalizme dayanak teşkil etmiştir. Bu düzen içinde zayıf insanlar,
düşkünler, sakatlar ortadan kaldırılması gereken, evrimini tamamlayamamış
yaratıklar olarak ifade edilir. (Bkz. Darwin'in Türk Düşmanlığı, Harun Yahya)
Bu maddeci yaklaşım içinde insan hayatı hiçbir önem taşımaz. Özellikle
de zayıf insanların katledilmesinde, yok edilmesinde herhangi bir engel yoktur.
Sadece bir toprak parçası, kişisel hırslar ya da doğal kaynaklar uğruna
insanların öldürülmelerinin altında yatan sebep, işte insan hayatının bu derece
değersiz görülmesidir. Maddeyi mutlak sayan, Allah'ın varlığını inkar eden
insanlar, bu telkin altında her türlü suçu işleyebilmekte ve insanları da bu
zalimliğe yönlendirmektedirler.
Kuran ahlakında ise insan hayatı çok önemlidir. Kuran'da tek bir insanın
hayatına kast etmek bütün insanları öldürmekle bir tutulur:
Bu nedenle, İsrailoğullarına şunu yazdık: Kim bir
nefsi, bir başka nefse ya da yeryüzündeki bir fesada karşılık olmaksızın
(haksız yere) öldürürse, sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de onu
(öldürülmesine engel olarak) diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.
Andolsun, elçilerimiz onlara apaçık belgelerle gelmişlerdir. Sonra bunun
ardından onlardan bir çoğu yeryüzünde ölçüyü taşıranlardır. (Maide Suresi, 32)
Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı gibi, Kuran uyan
bir toplumda insanlar haksız yere öldürülmez, evlerinden sürülmez, işkence
görmez, haksızlığa uğratılmazlar. Daha önceki konularda da belirttiğimiz gibi,
Kuran, insanlar arasında adaletle ve güzellikle davranılmasını emretmektedir.
Bunun aksi davranışlardan, zulümden, çıkarcılıktan, başkalarının hakkına
tecavüz etmekten insanları sakındırmaktadır. Yeryüzündeki zulme ve
adaletsizliğe razı olmadığını söyleyen kişilerin yapması gereken de, Allah'ın
varlığını, hesap gününü ve Kuran ahlakını insanlara tebliğ etmektir. Doğru
olanın bu olduğunu bildiği halde tebliğden kaçınan, gördüğü zulümlere göz yuman
bir insan ise Allah'ın azabından korkmalıdır. Çünkü Allah insanları yeryüzüne
yerleştirmiş ve onların nasıl davranışlarda bulunacağını deneyeceğini haber
vermiştir:
Andolsun, sizden önceki nesilleri, resulleri
kendilerine apaçık deliller getirdiği halde, zulmettikleri ve iman etmeyecek
oldukları için yıkıma uğrattık. İşte Biz, suçlu-günahkar olan bir topluluğu
böyle cezalandırırız. Sonra, nasıl yapıp-davranacaksınız diye gözlemek için,
onların ardından sizi yeryüzünde halifeler kıldık. (Yunus Suresi, 13-14)
Savaşların Nedenleri
Dünya üzerinde gerçekleşen savaşların nedenlerini incelemek, bu
vahşetlerin ne kadar anlamsız sebeplerle başlatıldığını anlamak için
yeterlidir. Hiçbirinin binlerce insanın hayatını kaybetmesine, sakat kalmasına
değecek bir nedeni yoktur. Yıllarca süren, binlerce kişinin ölmesine ve
yaralanmasına, binlercesinin evlerini terk etmelerine, ülke ekonomilerinin çok
büyük bir yıkım yaşamasına neden olan bu savaşların en önemli sebebi, savaşları
örgütleyenlerin bozguncu karakterleri ve birbirlerinin hakkına tecavüz
etmeleridir. Bencil ve acımasız olan, merhamet, şefkat yardımlaşma gibi her
türlü insani duygudan uzak, kişisel hırslarını ve liderlik arzusunu tatmin
peşinde koşan insanları içine alan bu bozguncu karakter Kuran'da şu şekilde
tarif edilmektedir:
O, iş başına geçti mi (ya da sırtını çevirip gitti mi)
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya, ekini ve nesli helak etmeye çaba harcar.
Allah ise, bozgunculuğu sevmez. Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde,
büyüklük gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü
bir yataktır o. (Bakara Suresi, 205-206)
Bir ülke diğerine ait olan topraklarda geçmişe yönelik hak iddia eder, o
ülkeye saldırır ve savaşların bir bölümü bu şekilde başlar. Bir parça toprak
uğruna başlatılan bu savaş iki ülkeyi de geriye götüren çalkantılı bir dönem
halini alır. Savaş bir türlü bitmek bilmez, iki taraf da silahlanmak için tüm
maddi varlığını harcar. Ülkelerin bütçeleri sağlık ya da eğitim yerine
silahlanmaya ayrılır ve hiçbir sonuç elde edilmez. Bu çatışmalardan çıkar elde
eden gruplar, silah lobileri, büyük şirketler vardır. Zarar gören kesim ise
çoğunluğu oluşturan halktır. Sonuç genellikle her iki taraf için de çok büyük
bir yıkım olur. Çünkü yeryüzünde zorbalık yapan her kavim çeşitli sıkıntılarla
karşılaşır, dünya üzerinde rahatlık içinde yaşayamaz. Allah haksızlıkta
bulunanları acıklı bir azapla müjdeler:
Yol,
ancak insanlara zulmeden ve yeryüzünde haksız yere 'tecavüz ve haksızlıkta
bulunanların' aleyhinedir. İşte bunlara acıklı bir azap vardır. (Şura Suresi,
42)
Savaşların bir başka nedeni de yeraltı kaynakları, doğal zenginlikler,
madenler ya da sudur. Bazı ülkeler kendinde olmayıp, komşularında mevcut olan
bu kaynaklara göz diker ve bir şekilde elde etmek için çatışmalar çıkarmaya
çalışır. İyi bir planlama, yüksek bir teknoloji ile bu sorunların üstesinden
gelmek mümkünken savaş çıkarıp, hepsinin kendi kontrolünde olmasını ister.
Böyle bir durumda masum insanların, kadınların, çocukların ölmesini umursamaz.
O ülkede karışıklık çıkarır, su kanallarını bombalar, her türlü zulmü makul
karşılar.
Kuran Ahlakının Yaşanmamasının Sonuçları
Allah, Nisa Suresi'nde de belirtildiği gibi ihtiyaç içinde olan
insanlara yardım konusunda inanan her kişiye bir sorumluluk yüklemiştir:
Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: "Rabbimiz,
bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar, bize Katından bir veli (koruyucu sahib)
gönder, bize Katından bir yardım eden yolla" diyen erkekler, kadınlar ve
çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz? (Nisa Suresi, 75)
Kuşkusuz burada öncelikle yapılması gereken, insanlara Allah korkusunun
ve ahirette hesap vereceklerinin hatırlatılmasıdır. Bunun dışında yapılan
girişimlerin ise kesin bir sonuç vermesi zordur. Çünkü ancak Allah korkusu olan
bir insan zulümden, haksızlıktan, insanları katletmekten çekinebilir. Aksi
takdirde onu engelleyecek bir güç olmaz; her fırsat bulduğunda tekrar eski
tutumuna geri döner. Ancak Kuran ahlakının üstünlüğünün, güzelliğinin farkına
varacak olan insanlar sürdürmekte oldukları zulüm dolu hayattan vazgeçebilirler
ve diğer insanları da vazgeçirmek için çalışabilirler. Bu nedenle de tüm
Müslümanlara bu insanlara dini tebliğ etme sorumluluğu düşmektedir. Dinin
güzellikleri, insanlara kazandıracakları, vereceği zevk ve güven insanlara anlatılmalıdır.
Böylece bu savaşların devam etmesi için bir neden kalmayacak, her türlü
aksaklık barış içinde çözümlenecektir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki bu
barış, Kuran'ın çağırdığı ahlaka yalnızca belirli kişilerin icabet etmesiyle
olmaz. Dünya genelinde kesintisiz bir huzurun sağlanması yine dünya genelinde
bu ahlakın benimsenmesiyle mümkün hale gelir. Aksi takdirde yalnızca belirli
bölgeler Kuran'ın sunduğu güzelliklerden faydalanabilirler. Diğer insanlar yine
kargaşa, zulüm, savaş, yoksulluk, ezilmişlik dolu bir hayat yaşarlar.
Yardım Bekleyen Ülkelerden Yükselen Ses
Allah'a iman eden ve Kuran ahlakını hayatının her anında yaşayan
insanlar için çevrelerinde gerçekleşen her olayda çok büyük hikmetler ve
işaretler bulunmaktadır. Çünkü Allah her olayı bir sebep üzerine yaratmakta,
insanları da bunlar karşısındaki tavır ve tutumlarıyla denemektedir. İnanan her
insanın üzerine düşen sorumluluklar vardır. Allah'ın varlığını ve birliğini
anlatmak, insanları kötülükten men etmek, iyiliği emretmek ve Allah'ı inkar
eden her türlü akıma karşı fikri bir mücadele yürütmek. Böylece dinin gerektiği
gibi anlatılmasıyla güçlü vicdana sahip, Allah'tan korkan topluluklar oluşacak,
dinin yaşanmamasından kaynaklanan tüm problemlerin çözümü kendiliğinden ortaya
çıkacaktır. Allah, "(Yeryüzünde) Fitne kalmayıncaya kadar onlarla
savaşın. Eğer vazgeçerlerse, artık zulüm yapanlardan başkasına karşı düşmanlık
yoktur." (Bakara Suresi, 193) ayetiyle inananların üzerine düşen bu
sorumluluğu hatırlatmaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi günümüzde
yapılması gereken öncelikli mücadele, dini inkar eden maddeci felsefeyle
yapılan fikri mücadele olmalıdır. Elbette ki bu mücadele Kuran'da tarif edilen
barışçı ve uzlaşmacı yaklaşım içinde gerçekleştirilir. Bunun sonucunda, ideolojik
zeminleri ve dayanak aldıkları felsefeleri çökertilen tüm düşünce sistemleri
birer birer ortadan kalkacaktır. Allah, "Hayır, Biz hakkı batılın
üstüne fırlatırız, o da onun beynini darmadağın eder. Bir de bakarsın ki, o,
yok olup gitmiştir. (Allah'a karşı) Nitelendiregeldiklerinizden dolayı eyvahlar
size." (Enbiya Suresi, 18) ayetiyle bizlere hakkın karşısında batılın
kesinlikle ortadan kalkacağını bildirir.
Bu nedenle de dinin Kuran ahlakından uzak olan tüm insanlara
anlatılması, insanların dinsizliğin sonuçlarından biri olan karanlık dünyadan
çıkmaya teşvik edilmeleri gerekmektedir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde de
dünya üzerinde çatışmaların yaşandığı ülkelerden bahsedilmesinin sebebi, bu
konuda bilgi aktarmak değildir. Çünkü bu ülkelerle ilgili olarak yazılmış
binlerce kitap, onbinlerce tez bulmak mümkündür. Burada bu konu üzerinde
durulmasının amacı, çözüm bekleyen zayıf bırakılmış insanlara yardım elinin
uzatılmasıdır. İnananlara bu şerefli görevi bir kez daha hatırlatmak, dünya
üzerinde yaşanan tüm çatışmaları, zulüm gören insanları, kadınları, çocukları,
"zayıf bırakılmış" halkların durumunu düşündürmek açısından bu konu
çok büyük önem taşımaktadır. Kimse "bu savaş benim bulunduğum yerden çok
uzak, benim yapabileceğim birşey yok" diye düşünmemelidir. Yoksa bir savaş
bitecek bir diğeri başlayacak ve hiçbir zaman bir çözüm bulunamayacaktır.
Çözüm üretmek adına trilyonlar harcayarak kuruluşlar oluşturup,
buralarda yüzlerce kişiyi gereksiz yere istihdam etmenin çözüm olmadığını
herkes çok iyi bilmektedir. Çünkü bu tip bazı kuruluşların şu ana kadar ne
kadar çözüm ürettikleri, ne kadar insanın hayatını kurtardıkları ortadadır.
Bugün herkes çok iyi bilmelidir ki Kosova'da, Bosna'da, Keşmir'de, Filistin'de
zulüm gören ve "bir yardımcı" bekleyen bu kişiler için tek çözüm
Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
Çeçenistan'da Yaşananlar
2000'li yıllara girmek üzere olduğumuz şu günlerde dünya kamuoyunda yer
alan konulardan biri, yıllardır süregelen Çeçenistan-Rusya savaşıdır. Özellikle
de Rusya'nın sivillere yaptığı bombardımanlar, kadınlara, çocuklara ve silahsız
halka yaptığı saldırılar konuyu daha da önemli bir hale getirmektedir. Pazar
yerlerine, hastanelere, doğumevlerine yönelen bombalar, kadınları, çocukları,
yaşlıları en savunmasız hallerinde yakalamakta ve herşey tüm dünyanın gözleri
önünde gerçekleşmektedir. Sadece bir doğumevindeki bombalamada on beş bebek
hayatını yitirmiştir. Savaştan kaçıp, sınırı geçmeye çalışan masum halka karşı
askerlerine "vur" yetkisi veren, hatta mülteci konvoylarını bombalayan
Rus yönetiminin vurdumduymaz tavrı ise bu vahşeti daha açık bir şekilde ifade
etmektedir.
Masum halka uygulanan katliamın bir örneğine Kuran'da tarif edilen
Firavun döneminde de rastlarız:
Sizi, dayanılmaz işkencelere uğrattıklarında, Firavun
ailesinin elinden kurtardığımızı hatırlayın. Onlar, kadınlarınızı diri bırakıp,
erkek çocuklarınızı boğazlıyorlardı. Bunda sizin için Rabbinizden büyük bir
imtihan vardı. (Bakara Suresi, 49)
Kuran'da da dikkat çekildiği gibi savunmasız halk, her dönemde Firavun
karakterindeki bu kişiler tarafından birinci hedef olarak seçilmektedir.
Savunmasız halkı çok büyük tehlike altında olan bu ülkenin tarihine kısaca göz
atmak, yaşanan vahşeti anlamak açısından faydalı olacaktır.
Çeçenistan'ı da içine alan Kafkasya 1918 yılından itibaren Sovyet
Rusya'nın hakimiyeti altındaydı. Bu dönemde komünist Moskova çok geniş bir
bölgede hakimiyet kurarken, etnik grupların yoğun olarak yaşadığı toprakları da
suni sınırlarla birbirinden ayırmıştı. Hatta bazı halkların yerleri
değiştirilerek, etnik ayrım daha da arttırılmıştı. İkinci Dünya Savaşı'nda
komünist yönetim Kafkas halkları bir gecede trenlere bindirerek Sibirya'ya ve
Orta Asya'ya sürdü. Yüzbinlerce insan yollarda hayatını kaybederken, geride
kalan topraklara başka halklar yerleştirildi. Daha sonra yurtlarına dönen bu
topluluklar, evlerinde başka insanların yaşadıklarını gördüler. Bugün o bölge
içinde yaşanan anlaşmazlıklar, Moskova'nın o dönemdeki "böl ve yönet"
politikasına dayanmaktadır.
Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından Rusya içindeki etnik
gruplardan bazıları bağımsızlıklarını ilan ettiler. Kimileri ise Rusya içinde
kalarak, ekonomik ilişkilerinde bağımsızlaşma yoluna gitti. Yıllar süren
komünist Rus yönetimi altında çok büyük baskılar gören 1 milyon nüfusa sahip
Çeçenler, Johar Dudayev önderliğinde bağımsızlık savaşına başladılar. Yaşanan
on sekiz aylık şiddetli savaştan sonra Çeçenler 1996 yılında Rus ordularının
çekilmesiyle bağımsızlığını ilan etti. Fakat Çeçenistan'ın nihai statüsü 2001
yılında Moskova'yla Grozni arasında yeniden görüşülmek üzere rafa kaldırıldı.
Çatışmalar daha küçük çaplı olsa da devam etti.
Çeçenistan'ın bağımsızlık mücadelesi diğer cumhuriyetleri de
hareketlendirdi. Kuzey Kafkasya halkları 1998 yılında Çeçenistan'ın başkenti
Grozni'de Kuzey Kafkasya Halkları Şurası'nı topladı. Buluşmada Kuzey Kafkasya
halkları arasında çatışma çıkmaması konusunda fikir birliğine varıldı. 1999
yılında yaşanan çatışmaların kökeni işte bu toplantıda alınan kararlarla
ilgiliydi. Ruslar Dağıstan'da bazı köyleri kuşatarak bombardımana tutmaya
başladı. Toplam 1500 kişilik nüfusu olan bu köyler Çeçenistan'dan yardım
istediler. Çeçen gazisi Şamil Basayev 1999'un yaz aylarında Rus zulmünden
kurtulmak için kendilerinden yardım isteyen Dağıstan halkına yardıma başladı.
Bombardıman altında kalan köylerden sadece iki kişi kurtuldu ve Rusya ile
Çeçenistan arasındaki yeni savaş bu şekilde başladı.
Dağıstan, nüfusunun yüzde 80'i Müslüman olan, Çeçenistan'a komşu bir
Kafkas ülkesidir. Dağıstan'ın Çeçenistan'dan yardım istemesinin sebebi ise
Çeçenlerin 1996 yılında Ruslara karşı elde ettikleri büyük başarıydı.
Rusya'nın Çeçenistan konusunda bu kadar saldırgan bir yaklaşım
sergilemesinin altında çok farklı çıkarlar yatmaktadır.
Fakat savaşlarda neden her ne olursa olsun en büyük zulmü gören, en çok
kayıp veren her zaman için kadınlar, çocuklar ve zayıf bırakılan kişiler olur.
Yoklukla, açlıkla, hastalıklarla, susuzlukla boğuşan ve tüm bu yoklukların
içinde yaşamını devam ettirmeye çalışan hep onlardır. Rusların başından beri
istediği Çeçenlerin göç etmesini sağlamak, halkları asimile etmek ve
Çeçenistan'a farklı kökenlerden insanların iskan edilmesini sağlamaktır. Bu
amaçla binlerce masum insanın katledilmesi ise makul karşılanmakta, üstelik
dünya ülkelerinin gözü önünde gerçekleştirilen bu katliama açıkça göz
yumulmaktadır.
Keşmir'deki Savunmasız Halk
Keşmir, Hindistan ve Pakistan arasında yıllardır süregelen ve yine
binlerce sivilin hayatını kaybettiği bir savaşın yaşandığı bölgedir. Ülkede
İngiliz sömürgesi sona erdikten sonra Hintli Müslümanlar Hindistan'dan ayrılıp
Pakistan'ı kurdular. Pakistan ve Hindistan arasında nüfus mübadelesi yapıldı.
Hindistan sınırları içinde yaşayan çok sayıda Müslüman Pakistan'a göç etti.
Ancak nüfusunun ezici çoğunluğu Müslümanlardan oluşan Jammu/Keşmir eyaleti,
Hint yönetiminin oyunları ve İngilizlerin desteğiyle Hindistan egemenliğinde
kaldı. O tarihten bu yana Keşmir çok büyük katliamlara sahne olmaya devam
etmektedir. Keşmirliler Pakistan'a katılmak istemekte ve genelde bağımsızlık
talebi gütmemektedirler. Fakat Hinduların Müslümanlara yaptığı baskı gün
geçtikçe daha da artmaktadır. Hatta Hintliler Keşmirli Müslümanlara karşı
kimyasal silah kullanmaktadırlar.
Keşmirli Müslümanlar geçmişte Hint yönetimine direnmek ve
bağımsızlıklarını kazanmak istemişlerdi, bunun üzerine 1947, 1965, 1971
yıllarında üç büyük katliam gerçekleştirildi. On binlerce Keşmirli Müslüman
öldürüldü, kadınlara tecavüz edildi, çocuklar katledildi. 1990'dan bu yana da
aynı katliam, soykırım ve asimilasyon politikası devam etmektedir. Uluslararası
örgütlerin raporlarına göre yüzlerce kişi işkence sırasında ölmüş, binlerce
kişi sakat kalmış, evler kundaklanmış, gazeteler ve İslami eğitim veren okullar
kapatılmıştır. İnsanlar halen mağara benzeri yerlerde, çok zor şartlar altında
yaşamlarını devam ettirmeye çalışmaktadırlar.
Çoğu insan belki kendisinden kilometrelerce uzakta yaşanan bu katliamlar
için "ne yapabilirim ki" diye düşünebilir. Ama bu, son derece
insaniyetsiz ve Kuran ahlakından uzak bir düşünce tarzıdır. Çünkü kitabın
başında da vurguladığımız gibi inananların üzerine düşen sorumluluk en
yakınındaki kişilerden başlayarak dinin tüm dünyaya anlatılmasıdır. Aşağıda
Keşmir'deki mülteci kamplarını ziyaret eden bir gazetecinin izlenimlerine yer
verilmektedir. Yalnızca bu tasvirler dahi bir insanın vicdanını harekete
geçirmek için yeterli olmalıdır. Söz konusu gazetecinin yazısında, kamptaki
hayat şu şekilde tasvir edilmiştir:
Ambor mülteci kampı 1990 yılında Camu Keşmir'den kaçan
Keşmirliler için kurulmuş. Hayat standartları normalin çok çok altında. Küçük
küçük toprak evlere insanlar adeta tıkışmış. Girdiğimiz tek odalı bir evde bir
tek yatak var. Kaç kişi kaldığını sorduğumuzda aldığımız cevap "9
kişi" . Kampta toplam 1110 kişiden oluşan 214 aile yaşıyor. Hayat
standartlarının çok düşük olduğunu görmek için topraktan yapılmış evlerden bir
tanesine girmeniz yeterli. Evler genelde iki odalı. Odalarda birkaç tane
kullanılamayacak çanak çömlek. Bir veya iki tane yatak.. Yataklara yatak demek
için bin şahit gerekli. Köşede oturmuş bir anne, kucağında bebeği. Kimi zaman
içerisinde tutuşturulmuş üç beş dal parçasının bulunduğu toprak ocakta kaynayan
bir kazan. Etrafta kum veya yaş yiyecek adına hiçbir şey yok! Ama utandığımdan
hiçbir kazanın kapağını açma cesareti bulamadım. Hangi çadıra girdiysek ortada
ne yiyecek adına ne yatacak adına hiçbir şey görmedik! Çadırların birinde
ortada yerde küçük eski bir bez parçası seriliydi. Belli ki yatak olarak
kullanılıyordu. "Bu çadırda kaç kişi kalıyor.?" diye sorduğumda
aldığım cevap "11 kişi" idi... Ve dışarda yine tek tük kaynayan bir
saç kazan!
Kosova'da Yürütülen Etnik Temizlik
Kosova'nın içinde bulunduğu bölge 1912'deki Balkan Savaşı'na kadar
Osmanlı egemenliği altındaydı ve halkının çoğunluğu Müslümanlardan oluşuyordu.
Osmanlı hakimiyetinin sona ermesinden sonra da bölge halkları bu mirası devam
ettirmişlerdi. Soğuk Savaşın bitiminden sonra dünya üzerinde yeni bir dönem
başladı. Özellikle de Balkanlar'da rejim ve harita değişiklikleri yaşandı.
Osmanlı'nın mirasını devam ettiren kuşak da, bu değişimin tam merkezinde yer
aldı. Bosna'da ve Kosova'da yaşananlar bunun bir sonucudur. Kendi döneminde bir
"denge unsuru" olan Osmanlı Devleti'nin tarih sahnesinden
çekilmesinden sonra ortaya çıkan boşluğu Dünya Savaşları ve kurulan yeni
devletler dolduramadı ve yaşanan çatışmalar bu boşluğun bir göstergesi oldu.
Bosna'da Üç Yıl Devam Eden İnsanlık Dışı Katliam
Bosna'da üç yıl boyunca Müslümanlara karşı yürütülen vahşet, yeryüzünde
zulüm gören insanların durumunu anlatmak için önemli bir örnektir. Sırplar Nisan
1992'de başlattıkları bu savaş sayesinde Müslümanları birkaç haftada yok
edeceklerini ya da göçe zorlayacaklarını hesaplıyorlardı. Ama Bosnalı
Müslümanların oluşturduğu ordu çok kısa sürede toparlandı ve kimsenin ummadığı
bir direnç gösterdi. Savaş 1995 baharına kadar sürdü. Ve bu savaş boyunca
tarihte eşine az rastlanır bir vahşet yaşandı. Sırplar tarafından öldürülen
Bosnalı Müslümanların sayısı 200 bini aştı, 2 milyon insan evlerinden sürüldü,
50 bine yakın Müslüman kadına tecavüz edildi, Sırp toplama kamplarına alınan
Müslümanlara inanılması zor işkenceler yapıldı, on binlercesi sakat kaldı… İşin
en dikkat çeken yanı ise Bosnalılarla, onlara bu vahşeti uygulayan Sırplar'ın
aynı ırktan olması ve aynı dili konuşmasıdır. Tek fark dindir. Diğer bir deyişle
Bosna'da ve Kosova'da yaşananlar tam anlamıyla bir din ayrımcılığıdır.
(Ayrıntılı bilgi için bkz. Gizli El Bosna'da, Harun Yahya, Vural Yayıncılık)
En Büyük Müslüman Ülkede İslam Karşıtı Diktatörlük:
Endonezya
Uzakdoğulu Müslümanların yaşadığı zorlu hayat da dünyanın diğer savaş
halindeki ülkelerinden hiç farklı değildir. Endonezya dünyanın en büyük
Müslüman ülkesidir. Bu bölge Avrupa kıtası kadar geniş bir alana yayılmış olan
Uzakdoğu takımadalarından oluşur ve 200 milyonu aşkın nüfusa sahiptir. Halkın
%87'si Müslüman olan Endonezya'da 300'den fazla etnik grup yaşamakta ve
Müslüman topluluk çok büyük bir baskı görmektedir.
Uzun süre Hollanda sömürgesi olan Endonezya'da yönetim ülkenin %7'sini
oluşturan Java kökenlilerdedir. İktidara geldikten sonra ülkede tam bir
hakimiyet sağlamaya çalışan Javalılar, bunu başarabilmek için ülkenin etnik
yapısı son derece karmaşık olmasına rağmen, Endonezya milliyetçiliği -diğer bir
deyişle Java milliyetçiliği- kavramını ortaya attılar. Bu milliyetçilik
dayatmasına karşılık 1953 yılında Açe Sumatra Müslümanları bağımsız bir devlet
kurduklarını ilan ettiler. Bunun üzerine yönetim Müslümanları vatan haini ilan
etti ve katliamlara girişti. Bu arada 1968 yılında başa ABD destekli General
Suharto geçti ve Uluslararası Af Örgütü'nün verdiği rakamlara göre 1 milyona
yakın kişiyi katletti.
1998 yılında 7. kez devlet başkanlığına getirilen Suharto rejimi tüm
yönetime kendi yakınlarını getirdi. Bunun üzerine baskıcı rejime ve ekonomide
yaşanan her türlü zorluğa karşı yıllardır hayatını devam ettirmeye çalışan halk
sokaklara döküldü. Ülkedeki pek çok ürüne yüzde yüze varan zamların yapılması
zaten çok büyük bir yoksulluk içinde boğuşan halk için bardağı taşıran son
damla oldu ve başkent Jakarta savaş alanına döndü. Askeri yönetim silah
kullanarak bu ayaklanmayı durdurmaya çalıştı ve yine binlerce masum insanı
katletti. Ancak olaylar durulmak bilmiyordu. Oysa halkın istediği tek şey daha
iyi şartlar altında yaşamak, baskı ve zulümden kurtulmaktı.
Suharto'nun istifası da düzenin kurulması için yeterli olmadı. Bundan
sonra pek çok yönetim değişmesine rağmen, Endonezya'daki çatışmalar bir türlü
dinmek bilmedi.
Bu tip adaletsiz bir ortamın, zulmün, kargaşanın önünün alınmasının tek
yolu kitabın başından beri ifade ettiğimiz gibi Kuran ahlakının yaşanmasıdır.
Çünkü Kuran ahlakının yaşanması, fikir ayrılıkları, maddi eşitsizlik,
adaletsizlik, şiddet gibi olayları ortadan kaldırır. Bu tarz olayların
yaşanmadığı toplumlarda da zulüm ortamı oluşmaz.
Dünyayla Tüm Bağlantıları Koparılan Bir Müslüman Topluluk:
Doğu Türkistan'da Yaşayan Uygur Türkleri
Doğu Türkistan, belki çoğu kişinin adını duymadığı ya da yerini bile
bilmediği bir ülkedir. Türkiye'nin iki katı kadar yüzölçümüne sahip bu bölgede
dinini yaşamak isteyen Müslüman halkın komünist Çin rejiminden çektiklerinden
ise insanların haberi bile yoktur. Topraklarına giriş ve çıkışın yasak olduğu
bu Müslüman Türk topluluğun bir adı Uygur, Çinliler'e göre ise Sincan
Eyaleti'dir. Kesin bir bilgi edinmek mümkün olmamasına rağmen, ilgili dernek ve
kuruluşların tahminlerine göre Doğu Türkistan'da bugün 20 ila 30 milyon Uygur
yaşamaktadır.
Doğu Türkistan'ı Çin açısından bu kadar değerli kılan doğal
kaynaklarıdır. Tarım Ovası'nda keşfedilen petrol yataklarına yeni
araştırmalarla her geçen gün yenileri katılmaktadır. Çin resmi kaynaklarına
göre bu bölgede 20 ila 40 milyar ton arasında petrol rezervi bulunmaktadır.
Bazı batılı petrol şirketleri de bu potansiyelin Suudi Arabistan'ın petrol
rezervlerine eş değerde olduğunu iddia etmektedirler.
Doğu Türkistan yaklaşık 250 yıldır Çin egemenliği altında yaşıyor.
Bağımsızlık için giriştikleri her türlü çaba şiddetle bastırıldı. Çinliler bir
İslam toprağı olan Doğu Türkistan'ı kendi toprakları olarak tanımladılar. 1949
yılında Mao önderliğindeki komünistlerin Çin'in yönetimini ele geçirmesinden
sonra Doğu Türkistan'daki Müslüman halklar üzerindeki baskılar daha da arttı.
Asimile olmayı reddeden Müslüman halklar vahşice katledildi, her türlü hakları
ellerinden alındı. 1949 yılından günümüze yaklaşık olarak 35 milyon kişi
öldürüldü. Halkın hayatta kalan bölümü ise çok büyük işkence ve eziyetlere
maruz kaldı. İnsanlar diri diri toprağa gömüldü, kadınlara tecavüz edildi… 1953
yılında bölgede % 75 Müslüman'a karşılık % 6 Çinli varken bu sayı 1990 yılında
% 40 Müslüman'a karşılık % 53 Çinli olmuştur. Bu sayı yaşanan soykırımın çok
önemli bir göstergesidir.
Bu bölgede yaşananların Kosova'da ya da Bosna'da yapılanlardan tek farkı
ise dünya ile bağları tamamen koparıldığı için bilgi almanın çok zor olmasıydı.
Çin, internet üzerinde bilgi alışverişini dahi çok sıkı kontrol altında tutmuş,
yani bu ülkede yaşananların duyulmaması için çok büyük bir çaba sarf etmişti.
Dünyadaki birçok ülke ise buradaki masum, savunmasız halkın yaşadıklarını
görmezlikten gelmiş ve Çin'in bir iç sorunu olarak tanımlamıştır. Kısaca Doğu
Türkistan'da gerçekleştirilen soykırım, komünizm ve dinsizliğin yaşandığı Çin
gibi ülkelerde insan hayatının ne kadar "ucuz" görüldüğünün çok açık
bir göstergesidir. Kendi kültüründen farklı özelliklere sahip olan insanları
yok etmek, kobay gibi kullanarak üzerlerinde deneyler yapmak, en insafsız
işkenceleri uygulamak bu karakterdeki insanlarca çok makul görülebilmektedir.
Vahalarla Kaplı Fakir Bir Ülke: Çad
Çad bağımsızlığını kazandıktan sonra, ülkenin çoğunluğunu Müslümanların
oluşturmasına rağmen eski sömürgeci yönetimlerle güçlü bağlantıları olan
Hıristiyanlar iktidara getirilmişti. Bakanlıklar da sekiz Hıristiyan, sekiz
Müslüman olarak ikiye bölünmüştü. Oysa ülkede 2 milyon Müslüman, 800.000 kadar
da Hıristiyan yaşamaktaydı.
Ülke içindeki ilk çatışmalar Hıristiyan yönetimin İsrail'le diplomatik
ilişki kurmasıyla başladı. Çünkü Müslüman Çadlılar Filistin olayı nedeniyle bu
konuda çok hassastılar. İsrail'le kurulan ilişkiyi Filistinliler'in haklı
davasına karşı yapılan bir tavır olarak düşünüyorlardı. İktidardaki Müslüman
kadronun İsrail'e karşı tutum alması, bir sabah tüm Müslüman bakanların
görevden alınmasıyla sonuçlandı. Pek çok kişi tutuklandı, sürgüne gönderildi,
mallarına el kondu. Bu olaylardan sonra Müslümanlara yönelik çok büyük bir
baskı dönemi başladı. Bu da 1000 kişinin ölümüne ve binlerce kişinin
yaralanmasına yol açan başarısız bir halk ayaklanmasına neden oldu.
Filipinler
Filipinler yüzyılın başında Amerikan egemenliği altına girmişti. 1946 yılında
Amerika Filipinler'e bağımsızlığını verdi. Amerikalılar'ın çekilmesinden sonra
adaya Amerikan ekolü olan Filipinolar hakim oldular. Böylece adadaki
Müslümanlar Filipinolar'ın egemenliği altına girmiş oluyordu. Filipinolar
ülkedeki egemenliklerini sağlamlaştırmaya ve özellikle de Müslümanların
topraklarını ellerinden almaya yönelik bir politika izlemeye başladılar.
Çıkarılan bir yasayla bir Müslüman'a bir Filipino'ya verilenin üçte biri kadar
toprak veriliyordu. Bunun sonucunda 10 yıl içinde 3.5 milyon Filipino göçmeni
Müslümanların topraklarına yerleşti. Bunun üzerine Müslümanlarla Filipinolar
arasında çatışmalar başladı. Kendi haklarını korumak isteyen Müslümanlar
Cumhurbaşkanı Ferdinand Marcos ile uzlaşamadılar. Marcos yönetimi ise
Müslümanları tamamen sindirmek için geniş kapsamlı bir operasyon başlattı.
Marcos kendini Silahlı Kuvvetler Komutanı ve Başkan ilan etti, anayasayı askıya
aldı ve sıkıyönetim ilan etti.
Moro Ulusal Kurtuluş Cephesi (MNLF) ve yönetim arasında çok kanlı
çarpışmalar yaşandı. 50 binin üstünde Müslüman hayatını yitirdi. Bunların çoğu
sivillerdi. On binlerce kadın, çocuk ve yaşlı öldürüldü. Müslümanları yok etmek
için özel eğitilmiş terör timleri kuruldu. Öldürdükleri kişilerin beyinlerini
parçalayıp, kanlarını içen bu vahşi gerillalar öldürdükleri her kişide özel
işkence yöntemleri uyguluyorlardı. İşkencelerle öldürülen bu kişilerin her
türlü mal varlıkları da yağmalanıyordu.
Marcos'dan sonra yönetime gelen diğer yönetimler sırasında da bu vahşi
tutum hiçbir şekilde değişikliğe uğramamıştır ve etnik soykırım aynı hızla
devam etmektedir.
Lübnan
Dünya üzerindeki Müslüman ülkeler yıllardır çok büyük çatışmalara,
savaşlara sahne olmaktadır. Fakat bunların içinde en uzun süredir devam edeni,
Filistin halkının radikal Siyonist liderlerce başlatılan işgale karşı
yürüttükleri mücadeledir.
Bu görüşe sahip liderlerin başka devletlerin de desteği ile başlattığı
bu işgal, yıllar süren planlı bir işgal olup, arkasında yüzbinlerce ölü,
mülteci ve kanlı bir tarih bırakmıştır. Bu işgal boyunca çok büyük
çatışmalarla, savaşlarla, katliamlarla karşı karşıya kalan Lübnan'da yaşananlar
ise masum halkın çektiklerinin sadece bir kısmını yansıtmaktadır.
İsrail'in yakın komşusu olan Lübnan, 1950'lerden sonra sık sık radikal
siyonist liderler tarafından yönetilen İsrail kuvvetlerinin müdahalesi altında
kalmıştır. Bu liderlerin desteklediği ve bilinçli olarak çıkardığı iç
çatışmalar sonucunda çok büyük bir dağılma sürecine giren Lübnan, zamanla her
türlü işgale açık duruma gelmiştir. Lübnan'da yaşayan Ortodoksları, Katolik
Maruniler'i, Şiiler'i, Dürziler'i, Sünniler'i kışkırtan bu radikal siyonist
liderler böl-yönet politikasının sonuçlarını yavaş yavaş almış, ülkedeki bu
gibi grupları birbirine düşürmüştür.
28 yıl kadar devam eden bu işgal planı, 1982 yılındaki işgale kadar
sürmüştür. İç savaş Lübnan'da her azınlığın kendisine ait küçük bölgelerde
sıkışıp kalması ile sonuçlandı. Burada ilginç olan her azınlığın radikal
siyonist liderlerden destek alması, silahlarını yine onlardan temin etmesiydi.
Özellikle de daha sonra iktidarı ele geçirecek olan Falanjistler bu kesimle çok
büyük bir dostluk yaşıyordu.
Lübnan'daki iç savaşın görünüşteki sebebi Kral Hüseyin tarafından
Ürdün'den çıkarılan Filistinliler'in Lübnan'a yerleştirilmeleriydi. Radikal
siyonist liderler tarafından Lübnan'dan Filistinliler'i çıkarmanın
gerekliliğine inandırılan Hıristiyanlar, onları kovmak için şiddetli bir
mücadeleye giriştiler. Bu çatışma sırasında mücadele edenler Hıristiyanlarla
Müslümanlar gibi görülse de onlar da kendi aralarında parçalara ayrılmışlardı.
Bu iç hesaplaşmalar sırasında radikal siyonistler tarafından yönetilen İsrail
de zaman zaman Lübnan sınırına tecavüzlere başladı. Bu arada koyu bir Müslüman
görüntüsü veren Suriye'nin de ABD ve İsrail desteğiyle Lübnan'a saldırması
durumu daha da kötüleştirdi.
Arkasına İsrail'in desteğini alan Falanjistler'in iktidara gelmesi
ülkeyi tamamen kana buladı. Ülkedeki Filistinliler ve Müslüman Lübnanlılar çok
büyük baskılar gördüler. 1978 yılında başlattığı işgalini 1982 yılındaki ikinci
girişimiyle daha da güçlendiren İsrail, Filistinli mülteci kamplarında çok
büyük katliamlar gerçekleştirdi ve Lübnan'ı tanınmaz hale getirdi. El Hevle,
Sabra ve Şatilla'da sivillere karşı yapılan bu vahşi katliamlarla insanlık dışı
görüntüler yer aldı.
"Öfkeli Soy Koruyuculuğu": Irkçılık
Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy
koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu'
kılıp-kışkırttıkları zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine
'(kalbi teskin eden) güven ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva
sözü" üzerinde 'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna
layık ve ehil idiler. Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
Dünya üzerinde
gerçekleşen pek çok bölgesel savaşın, iç savaşların ya da çatışmaların altında
farklı ırklar arasında süregelen düşmanca duygular yatmaktadır. Birçok ülkede
halen devam etmekte olan beyaz ırkın siyah ırka karşı saldırgan tutumunda,
yakın tarih içinde milyonlarca insanın ölümüyle sonuçlanan Nazi kökenli Ari ırk
fikrinde ya da Afrika'daki ülkelerde görülen kabile çatışmalarında karşımıza
çıkan, işte bu "soy koruyuculuğu"dur. Bu anlayış içinde bir ırkın
diğerinden fiziksel ya da zeka açısından üstün olduğu, üstün olanın diğerine
saygı, sevgi, merhamet duymasının gereksiz olduğu, hatta ikisinin bir arada
bulunmasının bile yanlış olacağı düşünülür. Oysa bu, son derece çarpık ve
vahşice bir yaklaşımdır. Çünkü bu anlayışa göre farklı halkların var olmalarına
gerek yoktur ve tüm "farklı olanlar" ortadan kaldırılmalıdırlar.
Kuran ahlakında ise farklı halkların ve kabilelerin yaratılmasının
nedeni insanların birbirleriyle tanışmaları olarak bildirilir. Bu çeşitlilik
Allah'ın yaratışındaki bir güzelliktir. Bir insanın daha uzun boylu, birinin
kısa boylu olması, bir kişinin teninin beyaz diğerinin sarı renk olmasının
hiçbir önemi yoktur. Bunlar Allah'ın takdir etmesiyle olmuştur ve her bir
yaratılışta çok büyük güzellikler, hikmetler ve incelikler saklıdır. İnanan bir
insan tek üstünlüğün takva ile yani Allah korkusu, Allah'a imandaki üstünlükle
olduğunu çok iyi bilmektedir. Allah Hucurat Suresi'nde bu gerçeği şu şekilde
bildirir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler
(şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız,
(ırk ya da soyca değil) takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah,
bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Bir vahşet olarak karşımıza çıkan ırkçı anlayışın bilimsel dayanağı üzerinde
durmakta da yarar vardır. Çünkü bu dayanak, Dünya üzerinde hüküm süren pek çok
çarpık ideolojininkiyle aynıdır. Materyalizm, komünizm ve vahşi kapitalizm de
aynı sözde bilimsel dayanaktan temel bulmakta ve onunla güç kazanmaktadır. İşte
bu sözde bilimsel dayanak, Darwin'in evrim teorisidir. Evrim teorisinin adını
ilk kez duyanlar bunun sadece biyolojinin ilgi alanına girdiğini ve kendi
yaşamları açısından bir önem taşımadığını düşünebilirler. Oysa evrim teorisi
biyolojik bir kavram olmanın ötesinde, yaygın kitleleri etkisi altına almış
çarpık birçok felsefenin altyapısını oluşturur.
Irkçılığın "Sözde" Bilimsel Dayanağı
Darwin, teorisini ilk ortaya attığı zaman dönemin bilim adamları
arasında yaygın bir kabul görmemişti. Özellikle fosil bilimciler, onun bu
iddiasının hayal ürününden başka bir şey olmadığının farkındaydılar. Ancak buna
rağmen Darwin'in teorisi giderek daha fazla destek buldu. Çünkü Darwin, bu
teoriyle birlikte, 19. yüzyılın hakim güçlerine bulunmaz bir temel sağlamış
oluyordu.
Evrim fikri, Darwin'in Türlerin Kökeni isimli kitabıyla yaygınlık
kazanırken, Avrupalılar da diğer kıta ve medeniyetlere yayılmayı
sürdürüyorlardı. Başta İngiltere ve Fransa olmak üzere, Avrupalı devletler
Güney Asya'nın önemli bir bölümünü, Afrika'nın neredeyse tümünü ve Latin
Amerika'nın bir kısmını kolonileştirmekle uğraşıyorlardı. Kuzey Amerika'da ise
kızılderili katliamı sürüyordu. Kısacası 19. yüzyılın ikinci yarısında, Batılı
medeniyetler diğer medeniyetleri yağmalıyorlardı. Hiçbir hak sahibi olmadıkları
bir ülkeyi zorla ele geçiriyorlar, sonra bu ülkedeki insanları baskı altına
alıyorlar ve ülkenin kaynaklarına el koyuyorlardı. Ancak Batı, yaptıklarına
meşruiyet sağlayacak bir açıklama bulmak zorunda hissediyordu kendini. İşte
Darwinizm bu noktada emperyalistlere büyük bir fırsat sundu. Bu teoriyle
birlikte sömürülen halkların "bir tür hayvan" oldukları düşüncesine
"sözde" bilimsel bir dayanak göstermek mümkün hale gelmişti.
Darwin, teorisinin insan hakkındaki kısmını, 1871 yılında yayınlanan İnsanın
Türeyişi adlı kitabında açıkladı. Bu kitapta, insanın maymunlarla ortak bir
atadan geldiklerini öne sürüyordu. Ancak Darwin'in ilginç bir düşüncesi daha
vardı. Ona göre bazı ırklar, diğer insanlara göre daha çok evrimleşmiş ve
ilerlemişlerdi. Bazı ırklar ise, neredeyse hala maymunlarla aynı düzeydeydi.
Darwin'in teorisinin ikinci bir önemli yönü daha vardı. Darwin,
canlıların ve insanların gelişimini "yaşam mücadelesi" kavramına
dayandırıyordu. Ona göre, doğada acımasız bir yaşam mücadelesi, daimi bir
çatışma vardı. Güçlüler her zaman güçsüzleri alt ediyor ve gelişme de bu sayede
mümkün oluyordu.
Darwin, bu yaşam mücadelesi kavramının insan ırkları arasında da geçerli
olduğunu öne sürdü. Türlerin Kökeni kitabına koyduğu alt başlık bile, onun
insanlığa ırkçı bir açıdan baktığını gösteriyordu: "Türlerin Kökeni, Doğal
Seleksiyon ve Yaşam Mücadelesinde Kayırılmış Irkların Korunması Yoluyla".
Darwin'e göre kayırılmış ırklar, Avrupalılardı. Kızılderililer,
Afrikalılar ve diğer her türlü yerli halk ise evrim sürecinde geri kalmış
ırkları oluşturuyorlardı. Bu çarpık anlayışa göre, insanların maymunları ya da
diğer hayvanları ehlileştirmeleri ve kullanmaları nasıl meşruysa, bu geri
ırkları ehlileştirmeleri, onları köle olarak kullanmaları, topraklarına el
koymaları, hatta öldürmeleri de o kadar meşruydu. Darwin kitabında bu ırklarla
ilgili şöyle söylüyordu:
Belki de yüzyıllar kadar sürmeyecek yakın bir
gelecekte, medeni insan ırkları, vahşi ırkları yeryüzünden tamamen silecek ve
onların yerine geçecek. Öte yandan insansı maymunlar da kuşkusuz elimine
edilecekler. Böylece insan ile en yakın akrabaları arasındaki boşluk daha da
genişleyecek.12
Bu ifadelerinden de anlaşıldığı gibi, Darwin tam bir ırkçıydı.
Avrupalılar'ın, dünyanın diğer ırklarından üstün olduğunu ve onları zaman
içinde köleleştirip yok edeceklerini düşünüyordu.
Darwin'in ileri sürdüğü evrim kuramının toplumlara uygulanması ile
gelişen bu teori, Sosyal Darwinizm olarak adlandırıldı ve hem emperyalizmin en
büyük meşruiyet gerekçesi, hem de ırkçılığın en büyük dayanağı haline geldi.
Sosyal Darwinizm'in en büyük popülarite kazandığı ülkelerden biri ise Almanya
oldu.
Naziler ve Darwinizm
Neo-Naziler'in Darwin'in evrim teorisinden ilham almaları bir rastlantı
değildir. Çünkü Darwinizm, en başından beri Nazi ideolojisinin ayrılmaz bir
parçası olmuştur.
Nazizm, I. Dünya Savaşı'ndan yenik çıkan Almanya'da doğdu. Nazi
Partisi'nin lideri, hırslı ve saldırgan bir kişiliğe sahip olan Adolf
Hitler'di. Hitler'in dünya görüşünün temelini ise ırkçılık oluşturuyordu. Hitler
Alman milletinin asli unsurunu oluşturan Ari ırkın, diğer tüm ırklardan üstün
olduğuna ve onları yönetmesi gerektiğine inanmıştı. Ari ırkın yakında bin
yıllık bir dünya imparatorluğu kuracağını hayal ediyordu. Hitler'in bu ırkçı
teorilerine bulduğu bilimsel dayanak ise, Darwin'in evrim teorisiydi.
Hitler'in fikirlerine değer verdiği kişilerden biri, ırkçı Alman tarihçi
Heinrich von Treitcshke idi. Treitcshke, Darwin'in evrim teorisinden şiddetle
etkilenmiş ve ırkçı görüşlerini de Darwinizm'e dayandırmıştı. "Uluslar
ancak Darwin'in yaşam kavgasına benzer şiddetli bir rekabetle
gelişebilirler" diyordu. Treitcshke'nin diğer bir ifadesi ise onun diğer
ırklara bakışını ifade ediyordu:
Sarı uluslar sanat yeteneklerinden ve siyasal özgürlük
anlayışından yoksundurlar. Siyah ırkların görevleri ise beyazlara hizmet etmek
ve sonsuza dek beyazların tiksintilerine hedef olmaktır… (çünkü) yamaklar
olmaksızın hiçbir kültür var olamaz…13
Darwinizm'in ve Nazizm'in gelişmesinde büyük bir rolü olan, bu Sosyal
Darwinizm'in faşist yorumu, Friedrich Nietzsche'nin Darwin'i benimsemesiyle ilk
önemli adımlarından birini atmıştı. Nietzsche, insanların çoğunu "köle
ahlakı"na sahip sefiller olarak görüyor, ancak aralarındaki az sayıda bir
grubun "üstün-insan" olduğunu düşünüyordu. Aynı ayrım ırklar arasında
da vardı; ırkların çoğu sefildi, ancak bir tanesi "üstün ırk"tı. Bu
vasıfların oluşabilmesi için de sürekli bir savaş ve mücadelenin gerekliliğine
inanıyordu. Savaşın zaruri olarak gerçekleşen bir kötülük olarak değil de,
ırkların ya da milletlerin gelişmesini sağlayan bir iyilik olarak algılanması,
Nietzsche'den sonra, her türlü ırkçılığın ve nasyonalizmin de temel
inançlarından biri haline gelecekti. Nietzsche'nin aşağıdaki sözü de bu
yaklaşımı çok açık ifade eder:
Vicdandan, merhametten, bağışlamadan, insanların bu
dahili zalimlerinden kurtulunuz; güçsüzleri baskı altına alınız, cesetleri
üzerinden yukarıya tırmanınız…14
Bu sözlerden de anlaşılmaktadır ki, dinsiz bir yapının oluşturduğu
mantık bozuklukları sınır tanımamaktadır. Bu ifadelerde, Allah korkusu olmayan
insanların zalimlikte, insaniyetsizlikte, bencillikte kısacası her türlü
şeytani vasıfta ne kadar ileri gidebilecekleri görülmektedir.
Hitler de teorilerini geliştirirken Darwin'in yaşam mücadelesi fikrinden
ilham aldı. Ünlü kitabı Kavgam'ın adını, bu yaşam mücadelesi fikrinden
esinlenerek belirlemişti. Hitler de, aynı Darwin gibi, Avrupalı olmayan ırkları
maymunlarla aynı statüye koyuyor ve şöyle diyordu:
Kuzey Avrupa Almanlarını insanlık tarihinden çıkarın,
geriye maymun dansından başka bir şey kalmaz.15
Naziler'in evrimci görüşlerinin temelinde, "öjeni" kavramı
yatıyordu. Öjeni, sakat ve hasta insanların ayıklanması ve sağlıklı bireylerin
çoğaltılması yoluyla bir insan ırkının "ıslah edilmesi" anlamına
geliyordu. Bu teoriyi ortaya atan kişiler de tahmin edilebileceği gibi
Darwinistler'di: Charles Darwin'in oğlu Leornard Darwin ve kuzeni Francis
Galton.
Öjeniyi Almanya'da ilk benimseyen ve yayan kişi ise, ünlü evrimci
biyolog Ernst Haeckel oldu. Haeckel, Darwin'in yakın bir dostuydu ve ona
sürekli fikirler veriyordu. Bunlardan biri de sakat bebeklerin zaman
geçirilmeden öldürülmesi, böylece evriminin hızlandırılmasıydı. Haeckel'in bir
başka fikri cüzzamlıların, kanserlilerin ve akıl hastalarının acısız bir
biçimde öldürülmeleri gerektiğiydi. Eğer bu insanlar öldürülmezlerse topluma
yük olmaları kaçınılmazdı.
Hitler iktidara geldikten sonra Haeckel'in fikirlerini kendi resmi
politikası haline getirdi. Akıl hastaları, sakatlar, doğuştan körler ve
kalıtsal hastalıklara sahip olanlar, özel merkezlerde toplandılar. Bu çarpık
anlayışa göre, Alman ırkının saflığını ve "sözde" evrimsel
ilerleyişini bozan bu kişilere parazitler olarak bakılıyordu. Nitekim bir süre
sonra toplumdan soyutlanan bu insanlar, Hitler'den gelen gizli bir talimatla
öldürülmeye başlandı.
II. Dünya Savaşı'nı kaybeden Nazi imparatorluğu, ardında milyonlarca
masum insanın kanını bırakarak tarihe karıştı. Ama Nazi ideolojisine zemin
hazırlayan toplumsal Darwinizm düşüncesi, yaşamaya devam etti.
Burada anlatılanlar birçok insanın bildiği konulardır. Ancak tarihte
yaşanan ve günümüze kadar etkisi devam eden bu olaylardan ibret alan insanların
sayısı çok azdır. İnsanların sadece farklı bir ırka mensup oldukları veya
fiziksel olarak bir eksikliğe sahip oldukları için vahşi ve acımasız
yöntemlerle katledilmeleri, bunu yapan insanların sahip oldukları hasta ve
sapkın ruhun en açık delilidir. İnsanların hasta ve sapkın bir ruha sahip
olmalarının nedeni ise dinsizliktir. Dinsizlik olduğu sürece insanlardan her
türlü anormallik, acımasızlık, sapkınlık beklenmelidir. Böyle insanların
peşinden sürüklenen ve kayıtsız şartsız bu "hasta" zihniyetli
insanlara itaat eden milyonlarca insan olması da dinsizliğin bir başka
göstergesidir.
Allah'tan korkup sakınan ve tüm gücün Allah'a ait olduğunu bilerek O'na
dayanıp güvenen bir insan asla böyle zalimliklere ve sapkınlıklara boyun eğmez.
Diğer insanları da bu tür insanların boyunduruğundan kurtarmak, onlara doğru
olanı göstererek onları uyandırmak için cesaretli ve etkili bir çaba gösterir.
Örneğin Hz. Musa, Hitler ve Mussolini ile aynı ırkçı ve zalim diktatör
zihniyetine sahip olan Firavun'a karşı tek başına karşı koymuş ve
İsrailoğulları'nı onun zulmünden kurtarmıştır. Hz. Musa'ya bu gücü veren onun
Allah'a olan güçlü imanı ve bu imanın ona kazandırdığı üstün ahlakı ve
vicdanıdır. Hz. Musa'nın Firavun'un karşısına çıktığında söyledikleri onun
Allah'a olan imanını ve teslimiyetini açıkça göstermektedir:
Sonra bunların (peygamberlerin) ardından Musa'yı
ayetlerimizle Firavun'a ve önde gelen çevresine gönderdik; onlar ona
(ayetlerimize) haksızlık ettiler. İşte bozgunculuk çıkaranların nasıl bir sona
uğradıklarına bir bak. Musa dedi ki: "Ey Firavun, gerçekten, ben alemlerin
Rabbinden (gönderilme) bir elçiyim. Benim üzerimdeki yükümlülük, Allah'a karşı
ancak gerçeği söylemektir. Rabbinizden size apaçık bir belge ile geldim. Artık
İsrailoğullarını benimle gönder." (Araf Suresi, 103-105)
"Irkçılığın" Afrika Kıtasına Getirdiği Şiddet Dolu Yıllar
Yıllardan bu yana Afrika kıtasının adı hep çatışmalar, savaşlar, açlık
ve sefaletle bir tutulmuştur. Hak dinin yaşanmamasından, batıl fikirlerin
peşinden gidilmesinden kaynaklanan çıkar çatışmaları sebebiyle bölgede kargaşa
son bulmamaktadır. Bu kıtanın insanları, 1950'li yıllara kadar sömürgeci ülkelerin
her türlü zulmü ve ırkçı yaklaşımlarıyla yüzyüze kalmışlardı. 1950'lerde
Afrika'nın tümünde sadece 4 resmi bağımsız ülke vardı. 1962'de ise bu sayı
otuza çıkmıştı. 1977'de ise birkaç ülke dışında tüm kıta bağımsızdı. Ancak bu
bağımsızlık sadece görünüşteydi, özellikle de halk açısından. Çünkü eski
sömürgeci yönetimler gitmişti ama ülkenin yönetimi yine de halkın elinde
değildi. Çoğu Afrika ülkesi son derece otoriter, baskıcı ve zalim diktatörlerin
yönetimi altına girmişti. Bu diktatörlerin hepsi de eski sömürgeci güçlere,
yani Batılı büyük devletlere bağlıydılar. Dolayısıyla bağımsızlaşmak ülkelere
özgürlük getirmemiş, tam tersine askeri baskıcı yönetimlerle yüzyüze
bırakmıştı. Bunun üzerine bu diktacı yönetimlere karşı birleşen halklarla
yönetimler arasında savaşlar başladı. Ancak bu yönetimler de bu arada boş
durmuyor, halkın içindeki etnik ayrılıkları körükleyerek onların arasında bir
savaş çıkarmayı hedefliyorlardı.
Zaire'de iki kabile arasında yaşanan savaş, 20. yüzyılda ırklar arasında
yaşanan çatışmalara çok önemli bir örnektir. 1997 yılının ilkbaharında 5 büyük
ülkeyi, Zaire, Ruanda, Uganda, Burundi ve Tanzanya'yı içine alan bir bölgeyi
etkileyen bu savaş, iki büyük kabile arasında yaşandı: Hutu ve Tutsi
kabileleri.
Çok büyük bir sefaletin yaşandığı bölgede 1960'lı yıllarda bağımsızlık
ilan edilmiş, fakat ülke sömürgeci batılı devletlerin boyunduruğundan bir türlü
çıkamamıştı. 1964 yılında Amerika desteğiyle iktidara gelen Albay Joseph Mobutu
ise ülkesinin elindeki tüm maden kaynaklarını batılı ülkelere özellikle de
ABD'ye açtı. Ülkenin sosyal düzeni için hiçbir şey yapmayan Mobutu yıllarca
kendi servetini artırdı ve dikta sistemiyle halkın tüm taleplerini ve yükselen
seslerini bastırdı. Ülkedeki enflasyonun yüzde 6000'lere tırmandığı dönemde ise
bölgeyi oluşturan iki kabile arasında çok büyük bir çatışma başladı. Bu kabile
savaşları çok büyük bir soykırıma da sahne oldu. Bir milyona yakın insan öldü.
Göç eden onbinlerce kişi ormanlarda açlıkla, sefaletle, salgın hastalıklarla
mücadele etti ve çok büyük bir bölümü öldü. Vahşice katliamlar gerçekleşti.
Öyle ki küçük çocuklar, bebekler bile başka bir kabileden oldukları için
öldürüldüler.
Etnik ırklar arasında yaşanan savaşlar, yani "soy
koruyuculuğu", pek çok ülke içinde vahşi sahnelerin yaşanmasıyla
sonuçlandı. Allah Kuran'da dinden uzak cahiliye insanlarının bu nefret dolu soy
koruyuculuklarına şöyle dikkat çekmiştir:
Hani o inkar edenler, kendi kalplerinde, 'öfkeli soy
koruyuculuğu'nu (hamiyeti), cahiliyenin 'öfkeli soy koruyuculuğunu' kılıp-kışkırttıkları
zaman, hemen Allah; elçisinin ve mü'minlerin üzerine '(kalbi teskin eden) güven
ve yatışma duygusunu' indirdi ve onları "takva sözü" üzerinde
'kararlılıkla ayakta tuttu." Zaten onlar da, buna layık ve ehil idiler.
Allah, herşeyi hakkıyla bilendir. (Fetih Suresi, 26)
Gerek burada örneklerini gördüğümüz Afrika ülkelerinde, gerekse dünyanın
dört bir yanında yaşanan ırkçı akımlar, işte dinsizliğin bu karanlık yüzünü
açığa çıkarmaktadır. Bu karanlık yüzün yok edilmesi ise ancak hak dinin dünya
üzerinde yaşanması ve yaşatılması ile mümkün olabilir.
Dinsiz Toplumlarda Yaşanan Zulüm ve Kargaşa
Eğer Allah, insanları zulümleri nedeniyle sorguya
çekecek olsaydı, onun üstünde (yeryüzünde) canlılardan hiçbir şey bırakmazdı;
ancak onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir. Onların ecelleri
gelince ne bir saat ertelenebilirler, ne de öne alınabilirler. (Nahl Suresi,
61)
Önceki bölümlerde
incelediğimiz gibi, dünyanın dört bir yanında, Kosova'da, Keşmir'de,
Filistin'de, Çeçenistan'da ve daha pek çok ülkede Müslümanlar kesintisiz ve
amansız zulümlere, büyük sıkıntılara maruz kalmaktadır. Yapılan bu
uygulamaların birbirinden bağımsız geliştiğini düşünmek çok yanlış bir
yaklaşımdır. Bu çatışmaların ülkelerin siyasi ve coğrafi konumlarından kaynaklandığını
düşünmek ise çok sınırlı bir bakış açısı olacaktır. Çünkü Dünya tarihi boyunca
gerçekleşen tüm savaşlar bize göstermiştir ki, her nerede olursa olsun yapılan
bu zulümlerin arkasında duranlar ve bu kargaşalardan çıkar sağlayanlar vardır.
Tüm bunların Müslümanlar tarafından görülmesi, bilinmesi tespit edilmesi
gerekmektedir. Aksi takdirde gelişen olaylar basit ve sıradan nedenlere
bağlanır ve kimse bunlara bir çözüm bulmak için herhangi bir girişimde
bulunmaz.
Özellikle 20. yüzyıl bu zalimliklerin en üst seviyeye çıktığı asır
olmuştur. Savaşların, zulümlerin arkasında duran akımlar içinde başta gelen ise
materyalist felsefeyi savunan, dini, ahlakı, aile kurumunu kökünden reddeden
komünizmdir. Komünizmin uygulandığı ülkelerde din olmayınca neler yaşanacağını
tarih, belgeleriyle tüm insanlığa kanıtlamıştır. Bu zorba sistemi daha iyi
anlayabilmek için sadece komünist bir sistemi ülkesinde senelerce zorla
uygulayan Rusya'nın tarihine ve şu anki durumuna biraz göz atmak yeterlidir.
Tüm Uygulamalarını Dinsizlik Üzerine Kuran
Komünizmin Tarihte Bıraktığı İzler
Diyalektik materyalizmin kurucuları ve komünizmin fikir babaları olan
Marx ve Engels koyu birer ateisttiler. Evrendeki tüm gelişmelerin çatışmalar
sayesinde elde edildiğini iddia etmişlerdi. Bu düşünceden yola çıkarak
amaçlarına ancak komünist bir devrim yaparak ulaşabilecekleri sonucuna
varmışlardı. Dine karşı çok büyük düşmanlık besleyen bu iki ideolog,
fikirlerini hayata geçirebilmek için öncelikli olarak dinin ortadan
kaldırılması gerektiğini savunmuşlardı. Marx ve Engels'in bu planlarına göre
komünist eylemler öncelikle Allah inancı ve din engeli aşılarak
başlayabilecekti. Marx belki bu fikirlerini hayata geçirememişti ancak onun
ölümünden sonra bu devrim projesini uygulamaya geçiren kişi Lenin olmuştu.
Komünist militanlarıyla birlikte gerçekleştirdiği kanlı bir iç savaştan
sonra iktidarı ele geçiren Lenin, kendinden sonra da nasıl kanlı bir politika
izleneceğinin de işaretlerini vermişti. Kendisine ve komünist sisteme karşı
gelen herkesi kurşuna dizdirmiş, ülke içinde yaşanan iç savaşlar tam üç yıl
sürmüş, Rusya tam bir harabeye dönüşmüştü. Lenin bu kanlı savaş sonunda
dünyanın ilk totaliter tek parti diktatörlüğünü kurmuştu.
Bu dönemde Rusya ekonomik açıdan tam bir felce uğramıştı, fakir halktan
zorla vergi alınıp açlık ve sefaletin dozu giderek artırılıyordu. Üretim
alanları, fabrikalar, işletmeler devletleştirilmiş ve bu girişimlere de kimse
karşı koyamamıştı. Karşı koyanların sonu herkes tarafından çok iyi biliniyordu.
Uyguladığı politikalarla yakın çevresinin dahi nefretini kazanan
Lenin'in 1924'teki ölümü sonrası Komünist Parti'nin başına dünyanın en kanlı
diktatörü sayılan Stalin geçti.
Stalin 30 yıl süren iktidarı boyunca, adeta komünizmin ne denli acımasız
bir sistem olduğunu ispatlarcasına görevini sürdürdü. Katliamların,
cinayetlerin, işkencelerin ardı arkası kesilmiyordu. Ülkeyi "komünizm
projesini" gerçekleştirme adı altında açlık ve sefalete sürükleme, baskıcı
yönetim, köylü halkın zorla çalıştırılması, dini yaşama haklarının tamamen elden
alınması hepsi bu kanlı diktatör döneminde hızlandırılmıştı. Stalin'in ilk
önemli icraatı, Rusya nüfusunun yüzde 80'ini oluşturan köylülerin tarlalarına
devlet adına el koymak oldu. Özel mülkiyeti yok etmeye yönelik bu politika
gereği, Rus köylülerinin bütün mahsulü silahlı görevliler tarafından toplandı.
Bunun sonucunda, çok şiddetli bir açlık baş gösterdi. Yiyecek hiçbir şey
bulamayan milyonlarca kadın, çocuk ve yaşlı açlıktan yaşamını yitirdi.
Kazakistan nüfusunun yüzde 20'si açlıktan öldü. Kafkasya'daki ölü sayısı bir
milyonu aştı.
Stalin, bu politikasına direnmeye çalışan yüz binlerce insanı ise,
Sibirya'daki çalışma kamplarına yolladı. Tutsakların çok ağır şartlarda ölesiye
çalıştırıldıkları bu kamplar, bu insanların çoğuna mezar olacaktı. Öte yandan
on binlerce insan, Stalin'in gizli polisi tarafından idam edildi. Aralarında
Kırım ya da Türkistan Türkleri'nin de bulunduğu milyonlar, Rusya'nın uzak
köşelerine zorla göç ettirildi.
Stalin, tüm bu kanlı politikaları sonucunda yaklaşık 20 milyon insanı
katletti. Tarihçilerin bildirdiğine göre, bu vahşetten özel bir zevk duyuyordu.
Kremlin'deki çalışma masasına oturup, toplama kamplarında öldürülen ya da idam
edilen insanların sayılarını içeren listeleri incelemekten büyük keyif
alıyordu.
Stalin döneminde anarşi ve terör sadece sistemi eleştirenlere ve
aydınlara zarar vermekle kalmamış, komünist militanların saldırıları öylesine
şiddetlenmişti ki, herkes kendini tehdit altında hissediyordu. Halk kitleler
halinde "Gulag" adı verilen toplama kamplarına dolduruluyordu ve
katlediliyordu. Stalin terör sayesinde ülkenin tümü üstünde mutlak iktidarını
kurdu. 30 yıl iktidarda kalan Stalin öldükten sonra geride kalan, fakir ve
zavallı bir halktı.
Rusya örneğinde gördüğümüz gibi, dinsizliğin hakim olduğu toplumlarda
insanların huzur ve mutluluk bulması, güzel bir hayat yaşamaları mümkün
değildir. Çünkü dinsizlik insanları kendi çıkarları için her türlü suçu
işlemeye, hatta yeri geldiğinde zevk için adam öldürmeye, insanlara, çocuklara
zulmetmeye yönlendirir. Bugünkü Rus toplumuna baktığımızda da uzun yıllar
yaşadıkları din karşıtı sistemin yıkıcı etkileri görülmektedir. Ciddi anlamda
dejenere olmuş, ahlaki değerlerden uzaklaşmış insanlar mevcuttur. İşte bu
bozulmuş yapının düzeltilebilmesi de ancak İslam ahlakının öğretilmesi ve bu
yolla insanlara manevi değerlerin kazandırılmasıyla mümkün olabilecektir.
Mao'nun Ülkesinde Yıllardır Süregelen Zulüm
Stalin, komünist devrim projesini Rusya'da hayata geçirdi ve bu şekilde
arkasında 20 milyon ölü bıraktı. Bunun ardından bir başka komünist rejim de
Çin'de kuruldu.
Mao Che Tung'un önderliğindeki komünistler, uzun bir iç savaş sonucunda,
1949 yılında, iktidara geldiler. Mao, 1949'dan 1976 yılına kadar kendisine
büyük destek veren müttefiki Stalin gibi, baskıcı ve kanlı bir rejim kurdu.
Maocu dönem olarak bilinen sürede Çin, sayısız politik idama sahne oldu.
Orduyu, Komünist Parti tarafından kurulan kadın ve erkekli komünist birlikler
oluşturuyordu. İlerleyen yıllarda Mao'nun "Kızıl Muhafızlar" adını
verdiği genç militanları, ülkeyi tam bir terör ortamına sürükledi.
"Sosyalist değişme ve eşitlik hakları" adı altında daha önce
Rusya'da uygulanan ekonomik rezaletlerin bir kopyası Çin'de de yaşanmaya
başlandı. Hikaye yine aynıydı. "Sınıfsal mücadele" adı altında halkın
her türlü haklarının ellerinden alınması ve mallarının devlet yararına
alıkonması. İşte Çin'de de, kendilerini yoksulların sığınağı ve halkın
kurtarıcıları olarak gösteren komünist dikta yönetimi, Rusya örneğinde olduğu
gibi halkın tarlalarına, hayvanlarına, ürünlerine ve tüm mülklerine el koydu.
Tüm bunların "sosyalist değişme"nin gereği olduğunu söyleyip,
herşeyi devlet mülkiyetine aldılar. "Sosyal adalet"leri
iktidardakileri ve yandaşlarını beslemeye ve zenginleştirmeye yararken,
"hakları savunulduğu" iddia edilen halk ise açlıktan ölüyordu. Ülkede
ekonomik sorunlar gitgide büyüdü ve sorunların çözülmesi için radikal
reformlara gidildi. Denenen her reform toplumsal kargaşayı daha da artırdı. Her
başarısızlığın karşılığında yüzbinlerce hatta milyonlarca insan öldü. Coğrafi
dağılımı son derece geniş olan ülkede Mao kendi halkına ve özellikle de
azınlıklara karşı büyük bir soykırım uyguladı.
Her türlü yetkiyi elinde bulunduran komünist parti hiyerarşisi ve
diktatör lider Mao, ülkeyi tamamen içe kapatarak, basın-yayın ve haberleşme
özgürlüğünü kendi tekeline aldı. En ufak bir eleştiri veya hükümet
politikasının sözlü bir protestosunun karşılığı ise idam oldu. Azınlıkların
kültürünü, tarihini, dil zenginliğini anlatan ve yazan yazarlar, sanatçılar ve
bilim adamları bu kanlı dikta tarafından toplu halde yok edildiler. Halen daha
Komünist Çin'de gelişen olayları BM dahil hiçbir kurum ve kuruluş doğru ve
eksiksiz olarak öğrenememektedir. Bu konudaki en önemli örnek önceki bölümlerde
bahsettiğimiz Doğu Türkistan'da Uygur Türkleri'ne karşı yürütülen soykırımdır.
Dini inançların yok edilmesi her komünist rejimin temel hedefidir. Bunun
için sistemli bir baskı ve propaganda yöntemi uygulanır. Dini inançların yerini
ilahlaştırılmış liderlerin ürettikleri felsefeler alır. İşte Uzakdoğu'nun en
önemli İslam karşıtı güçlerinden biri olan Çin'de de Mao döneminden itibaren
insanların elinden din ve vicdan hürriyetleri alındı. Din adamları korkunç
işkencelere maruz kaldılar, camiler ve ibadethaneler kapatıldı. Materyalist
sistemin önünde en büyük ve yıkılmaz engel olarak duran dinin anlatılması
yasaklandı.
Her yerde anlatılan ve konuşulan tek şey totaliter ve baskıcı liderin
yanılmazlığı ve üstünlükleri oldu. Okullarda öğrencilere Mao'nun sapkın
felsefesini anlatan "Kızıl kitap" okutuldu. Ahlak kavramını insanın
gelişmesine en zararlı şey olarak gören materyalist felsefe gençlere ve
çocuklara aşılandı. Komünist sistemin menfaati için her türlü ahlaksızlığın
yapılabileceği, hatta annesi dahi olsa umumi yarar için cinayet işlenebileceği
öğretildi.
Komünist ideoloji aile kavramını da ülkenin genel anlamda zararına
görmüştür. Bu da Çin'de milyonlarca ailenin parçalanmasıyla sonuçlanmıştır.
Sözde devlet ekonomisinin ihtiyaçları ön planda olduğu için aileler bölünmüş,
çocuklar kreşlerde büyütülmüş ve aileler senede ancak bir defa biraraya
gelmiştir.
Aslında tüm bunlar her insan için önemli ibretler taşımaktadır. Çünkü
bugün dünyanın dört bir yanında hala komünizmin yayılması için çabalar
yürütülmektedir. Komünizmin geldiği bir ülkenin uğrayacağı son ise Rusya'dan
veya Çin'den farklı olmayacaktır. Bir milleti katliamların, zulümlerin, açlığın
ve insaniyetsizliğin egemen olduğu bu sistemden korumanın tek yolu ise,
özellikle gençlerin din konusunda bilinçlendirilmeleridir. Gerçek dini bilmeyen
ve dolayısıyla dinin getirdiği ahlaktan yoksun olan dinsiz insanlar komünizmi
kolaylıkla benimseyebilirler. Bu nedenledir ki, materyalistler dini
karşılarındaki en önemli ve etkin güç olarak görmektedirler. Hurafelerden
arınmış gerçek dinin anlatılmasının yanısıra, komünizmin temel felsefesinin
yanılgıları ve nasıl bozuk bir temel üzerine kurulduğunun delilleri ile
anlatılması da bir milleti böyle bir felaketten koruyacak önlemler arasındadır.
"Gerçek kurtuluşa götürecek tek yol" aldatmacasıyla hareket eden
komünist rejim, "kesintisiz ve durmaksızın komünizme varış" hedefi
için insanlık dışı işkenceler yaptı, halka acımasızca zulmetti. Etnik
toplumlara, özellikle de Çin sınırı içinde yaşayan Müslüman azınlıklara halen
devam etmekte olan işkenceler, Uluslarası Af Örgütü tarafından incelenmekte ve
raporlara geçmektedir. Tutuklananlar, kendilerini savunamamakta, askerler
tarafından başlarını sürekli olarak eğik tutmaya zorlanmaktadırlar.
Müslümanlara toplu cezalandırma geçitleri ve tutuklulara infazdan önce geçitten
geçirilme gibi zalimce ve insanlık dışı uygulamalar yapılmaktadır.
Din Karşıtı Komünist Sistemin İnsanlara Verdiği Zararlar
1. Ahlak ve vicdanın üstün geldiği her türlü anlayış kaldırılıp, yerine
hak ve hürriyetleri elinden alınmış, baskıcı ve totaliter rejim altında ezilen
bir toplum oluşturulmuştur. Ahlak kavramı kökünden reddedilmiş, yararcılık
mantığı oluşmuştur. Mevcut dinsiz sistemin çıkarına uymayan hiçbir faaliyete
izin verilmemiştir.
2. İktidardaki diktatörün asla yanılmayacağı ve her zaman doğru kararlar
alacağı yönünde telkinler yapılmıştır. Tüm dine karşı rejimlerde (faşizm,
komünizm) başta olan liderin ilahlaştırılması sapkınlığı komünist sistemde en
üst seviyede mevcuttur.
3. Düşünce ve din özgürlüğü tamamen ortadan kaldırılmıştır. İbadet
yerlerine girişler ve dini anlatımlar tamamen yasaklanmıştır. Hatta din ile
mücadele etmek için devlet bütçesinden önemli bir fon ayrılmıştır.16
4. Ekonomi tamamen devlet kontrolüne geçmiş, yatırımlar durmuş,
fabrikalar, üretim alanları, işletmeler, bankalar devletleştirilmiştir.
5. Özel mülkiyete komünist askerler tarafından el koyulmuş, halkın
tarlaları, kazançları, ürünleri "ülkenin menfaatleri" adı altında
devletleştirilmiştir.
6. Açlık ve kıtlıktan milyonlarca yaşlı, kadın, erkek, çocuk kıvranarak
ölmüş, ekmek elde etmek isteyenler karnelere bağlanarak, upuzun kuyruklarda
günlerce bekletilmiştir.
7. İnsanlar kamplarda toplanmış, toplu olarak katledilmiş,
öldürülmeyenler de çok zor şartlarda çalıştırılmıştır. Hatta çalışma
koşullarına uymayan kişiler Sibirya kamplarına sürülmüştür.
8. İç isyanlar kanlı şekilde komünist militanlar tarafından bastırılmış,
asiler halkın gözü önünde kurşuna dizilmiştir.
9. Sistemi eleştirenler, aksi yönde fikir beyan edenler ister
politikacı, ister ileri gelen, isterse fikir adamı olsun asılarak
öldürülmüştür.
10. İktidardakiler zenginleşmiş, çok rahat bir hayat sürmüş, halk ise
sefalet içinde yaşamıştır. Örneğin, komünist iktidarı sırasında Sovyetler'de
vasat bir işçinin geliri ile yüksek bir memurun geliri arasında ortalama
25.000-30.000 ruble arası fark olduğu bilinmektedir. Komünist Partisi üyeleri
25.000 rubleden 100.000 rubleye kadar maaş almaktaydılar. Halkın büyük bir
kısmının maaşı ise yalnızca 150 rubleydi. Ayrıca bunun dışında parti üyeleri
köşk, otomobil, sanatoryum gibi her türlü ücretsiz imkana da sahiptiler. Oysa
gerçekte emek harcayan, çalışan halka bu imkanların hiçbiri sunulmamıştır.17
11. Baskıcı rejimin polisleri ülke içinde çok büyük korku yaratmıştır.
Halk her an başına bir bela geleceği korkusu içinde yaşamak zorunda
bırakılmıştır.
12. Ülkede çatışmaların, kavgaların, kargaşaların ardı arkası
kesilmemiştir.
13. Okullarda baskıcı ve totaliter eğitim oluşturulmuştur. Eğitimin
‘tarafsız, objektif ve politika dışı olamayacağı' Lenin tarafından her fırsatta
vurgulanıyordu. 25 Ağustos 1918'de düzenlenen Sovyet öğreniminin birinci
kongresinde söyledikleri bunu açıkça ortaya koymaktadır: "Okul sahasında
çalışmalarımızın asıl gayesi burjuvaziyi yok etmektir. Biz açıkça ilan ediyoruz
ki siyaset dışı okul yoktur. Aksini iddia etmek yalan ve ikiyüzlülüktür."18 Amaç komünist sisteme hizmet eden, bu yolda
mücadeleden başka bir şey düşünmeyen, kafaları uyuşturulmuş, inançsız ve
ahlaksız nesiller elde etmektir.
14. Gençlerin beyinleri dinsizlikle yıkanmış, barışçıl bir nesil yerine
savaşçı militanlar yetiştirilmiştir.
15. Aile kavramı tamamen ortadan kaldırılmış, yeni doğan çocuklar
ailelerinin yanından alınıp kreşlerde büyütülmüş, komünist düşünceye ve
"devlet menfaatlerine" uygun düşmeyen aile kavramı ortadan
kaldırılmıştır. Hatta Komünist partinin birçok toplantısında, "aile
bağları ve aile kavramları yaşadığı sürece devrim güçsüz kalacaktır"
şeklinde ve benzeri çarpık mantıklar açıkça ifade edilmiştir.19
16. Sanat ve bilimde hiçbir ilerleme olmamış, paralar silahlanmaya ve
insan öldürmeye yatırılmıştır.
17. Hiçbir amaç ve gayesi olmayan genç nesil uyuşturucu ve alkol
bağımlısı haline getirilmiş, intihar oranları yükselmiştir.
18. Basın yayın özgürlüğü tamamen ortadan kalkmış, yayınların sistemi ve
lideri övücü şekilde olması zorunluluğu getirilmiştir. Aksi şekilde yayın
yapanlar mutlaka susturulmuştur.
Sonuç
Bizim üzerimizde
de (sorumluluk ve görev olarak) apaçık bir tebliğden başkası yoktur. (Yasin
Suresi, 17)
Bu kitapta, açlık
ve sefaletten ahlaki dejenerasyona kadar bugün dünyada var olan ve çözüm
bekleyen birçok sorundan söz edildi. Burada bahsi geçen konular aslında tüm
insanların bildikleri ve şahit oldukları konulardır. Ancak insanların büyük bir
çoğunluğu bu sorunların hiçbirini çözme sorumluluğunu üzerine almaz, hatta
üzerinde düşünme ihtiyacı bile hissetmez. Bir kısım insan ise bu sorunları sık
sık gündeme getirir, hatta üzerinde düşünür ve bu sorunlardan dolayı sıkıntı
duyar.
Yüzyıllardır insanların karşı karşıya oldukları sorunlara çözüm getirilememesinin
nedeni çözümün hep yanlış sistem ve inançlarda aranmış olmasıdır. Oysa çözüm
Allah'ın insanlar için seçip beğendiği Kuran ahlakındadır. Dünyayı bu
çözülmemiş sorunları ile kabullenmek, olaylara seyirci kalmak veya tüm bu
sorunların çözülmesini uzak ve erişilmezmiş gibi görmek büyük bir hata olur.
Çünkü tüm insanları yaratan Allah onların en rahat edecekleri, refah, huzur ve
güven duygusu içinde yaşayacakları sistemi de yaratmış ve bunu insanlara Kuran
aracılığı ile bildirmiştir. Allah'ın "Biz Kitab'ı sana, herşeyin
açıklayıcısı, Müslümanlara bir hidayet, bir rahmet ve bir müjde olarak
indirdik." (Nahl Suresi, 89) ayetinde de bildirdiği gibi Kuran her
konuda insanlara yol gösterici bir Kitap'tır.
Allah'ın Kuran'da bildirdiği ahlak, tüm hurafelerden arınmış olarak
insanlara anlatıldığı ve insanlar Kuran ahlakını yaşamaya özendirildikleri
takdirde, dünya üzerinde var olan tüm sorunlar çözülecektir.
Unutulmaması gereken ve son derece önemli olan bir diğer nokta da şudur:
İmanı ve Kuran ahlakını yaşamanın bir sırrı olarak Allah insanlara dünyada da
güzel bir hayat vaat etmektedir. Dolayısıyla Kuran ahlakı hem sorunlara çözüm
olacaktır hem de sonsuz merhamet sahibi olan Allah Kuran ahlakını yaşayan
insanları dünyada güzel ve sorunsuz bir hayatla mükafatlandıracaktır:
Sizin yanınızda olan tükenir, Allah'ın Katında olan
ise kalıcıdır. Sabredenlerin karşılığını yaptıklarının en güzeliyle Biz
muhakkak vereceğiz. Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir
amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların
karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 96-97)
Çözüm Kuran ahlakında olduğuna göre Kuran'ın tüm insanlara anlatılması
vicdan sahibi insanların üzerinde büyük ve önemli bir sorumluluktur:
Bizim üzerimizde de (sorumluluk ve görev olarak)
apaçık bir tebliğden başkası yoktur. (Yasin Suresi, 17)
Zulüm gören, işkenceyle öldürülen insanlar, masum bebekler, bir ekmek
alacak parası dahi olmayanlar, soğuk havada, bezden çadırlarda neredeyse
sokakta yatanlar, hastalıklarını tedavi ettirecek para bulamayanlar veya
ihtiyar ve güçsüz olmalarına rağmen hastane kapılarında saatlerce hatta
günlerce tedavi sırası bekleyenler, sadece belli bir kabileye mensup oldukları
için katledilenler, inançlarından dolayı evlerinden, yurtlarından çıkartılan
kadınlar, çocuklar ve yaşlılar, bir tarafta ardı arkası gelmeyen israf, diğer
tarafta ise açlıktan ve bakımsızlıktan yok olan, ölüme terk edilen zavallı
insanlar, sokağa atılan, kendi başının çaresine bakamayacak kadar küçük ve
savunmasız çocuklar, ailesini geçindirebilmek için küçük yaşta okula gitmeyip,
oyun oynamayıp çalışan veya dilenen çocuklar, her an hasımları tarafından
öldürülme korkusuyla yaşayan insanlar…
Bu insanları kurtarmak, tüm dünyanın adalet, huzur, güven ve zenginlik
içinde yaşanan, refah dolu bir yer olmasını sağlamak için öncelikle insanların
vicdan sahibi olmaları gerekir. Vicdan sahibi olmanın yegane yolu ise imandır.
Ancak imanlı insanlar, sürekli olarak vicdanlarını kullanarak hareket ederler.
Sonuç olarak, dünyadaki adaletsizliğin, kargaşanın, terörün,
katliamların, açlığın, sefaletin ve zulmün tek bir çözümü vardır: Kuran Ahlakı.
İşte bu kitapta, Kuran ahlakı yaşandığında ne kadar aydınlık, huzur ve mutluluk
dolu bir dünyanın meydana geleceği anlatılmaktadır.