EVRENİN
YARATILIŞI
“O, göklerin ve yerin Yaratıcısı’dır…”
(Şura Suresi, 11)
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
Materyalizmin Bilimsel Çöküşü
I. BÖLÜM
Evrenin Yoktan Yaratılışı
II. BÖLÜM
Patlamadaki Denge
III. BÖLÜM
Atomların Ritmi
IV. BÖLÜM
Göklerdeki Düzen
V. BÖLÜM
Mavi Gezegen
VI. BÖLÜM
Işığın Yapısı
VII. BÖLÜM
Suyun Yapısı
VIII. BÖLÜM
Yaşama Özel Elementler
SONUÇ
Akla Davet
GİRİŞ
MATERYALİZMİN BİLİMSEL ÇÖKÜŞÜ
Materyalizmin,
bilimsel bir düşünce olduğunu artık kimse daha fazla iddia edemez.
Arthur
Koestler, ünlü düşünür1
İçinde yaşadığımız uçsuz bucaksız evren nasıl var oldu?
Bu evrendeki denge, ahenk ve düzen nasıl ortaya çıktı?
Üzerinde yaşadığımız dünya, nasıl bizim yaşamımız için bu
denli uygun bir barınak olabildi?
İşte bu sorular, tarihin başından bu yana insanların
ilgisini çekmiştir. Akıl ve sağduyu ile bu soruları inceleyen bilim adamlarının
ya da düşünürlerin vardıkları sonuç ise hep şu olmuştur: Evrendeki bu düzen,
tüm evrene hakim, üstün bir Yaratıcı olan Yüce Allah’ın varlığının delillerinden
biridir.
Akıl, vicdan ve deliller yoluyla ulaşabildiğimiz bu
sonuç, doğrunun ta kendisidir. Allah, insanlara yol gösterici olarak 14 asır
önce Peygamber Efendimiz (sav)’e vahyetmiş olduğu Kuran'da, bu gerçeği
insanlara bildirir. Allah, Kuran’da evreni yoktan yarattığını ve belirli bir
amaca göre düzen verdiğini, evrendeki tüm sistem ve dengeleri insan yaşamı için
var ettiğini haber verir.
Allah ayetlerinde insanı bu önemli gerçek üzerinde
düşünmeye şöyle çağırmaktadır:
Yaratmak bakımından
siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? Onu bina etti.
Boyunu yükseltti,
ona belli bir düzen verdi.
Gecesini kararttı,
kuşluğunu açığa-çıkardı.
Bundan sonra
yeryüzünü serip döşedi. (Naziat Suresi, 27-30)
Allah ayrıca, evrendeki tüm sistem ve dengeleri insan
için yarattığını ve insanın bunu fark ederek, bu gerçek üzerinde düşünmesi ve
ders alması gerektiğini bildirir:
Geceyi, gündüzü,
Güneş’i ve Ay’ı sizin emrinize verdi; yıldızlar da O'nun emriyle emre hazır
kılınmıştır. Şüphesiz bunda, aklını kullanabilen bir topluluk için ayetler
vardır. (Nahl Suresi, 12)
Kuran'daki bir diğer ayette ise Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır:
(Allah) Geceyi
gündüze bağlayıp-katar, gündüzü de geceye bağlayıp-katar; Güneş’i ve Ay’ı emre
amade kılmıştır, her biri adı konulmuş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte
bunları (yaratıp düzene koyan) Allah sizin Rabbiniz'dir; mülk O'nundur. O'ndan
başka taptıklarınız ise, 'bir çekirdeğin incecik zarına' bile malik olamazlar.
(Fatır Suresi, 13)
Kuran'da haber verilen bu gerçek, çağdaş astronominin
kurucusu olan pek çok saygın bilim adamı tarafından da kabul edilmiştir.
Galilei, Kepler, Newton gibi isimler, evrenin, Güneş Sistemi'nin yapısını,
fiziğin kanun ve dengelerini keşfettikçe, tüm bunların Allah tarafından
yaratıldığını anlamışlardır.
Materyalizm: 19. Yüzyıl Yanılgısı
Buraya kadar açıkladığımız Yaratılış gerçeği, tarihin
eski çağlarından beridir, bir felsefi görüş tarafından reddedilir. Bu
felsefenin adı materyalizmdir, yani maddecilik. İlk olarak Eski Yunan'da ortaya
çıkan, sonra da farklı bazı kültürler ya da kişiler tarafından zaman zaman
savunulan bu felsefe, maddenin sonsuzdan beri var olduğunu savunur. Dolayısıyla
evrenin de sonsuzdan beri geldiği, yani Allah tarafından yaratılmadığı
yanılgısındadır. (Allah’ı tenzih ederiz).
Materyalistler, evrenin sonsuzdan beri var olduğunu
savundukları gibi, evrende bir amaç ve özellikle yaratılmış kusursuz bir düzen
olmadığını da iddia ederler. Evrendeki tüm denge, ahenk ve uyumun sadece
tesadüflerin bir eseri olduğunu öne sürerler. Bu "tesadüf" iddiası,
daha sonra canlıların nasıl ortaya çıktığı sorusu karşısında da kullanılmıştır.
Evrim teorisi ya da Darwinizm olarak bilinen iddia, işte materyalizmin bu
şekilde doğaya uyarlanmasından ibarettir.
Çağdaş astronominin
kurucularının evrenin Allah tarafından yaratıldığına ve düzenlendiğine
iman eden kişiler olduğunu belirtmiştik. Ancak 19. yüzyılda bilim dünyasının bu
yapısında bir değişim olmuştur. Materyalizm, birtakım çevreler tarafından
kasıtlı olarak bilim dünyasının gündemine getirilmiştir. 19. yüzyıldaki siyasi
ve sosyal birtakım şartlar materyalizme destek sağladığı için, bu felsefe bilim
dünyasında da yaygın bir kabul görmeye başlamıştır. Ancak bilimsel bulgular,
söz konusu materyalizm yanılgısının ne kadar gerçek dışı olduğunu bugün ortaya
çıkarmış bulunmaktadır.
20. Yüzyıl Biliminin Sonuçları
Materyalizmin evren hakkında az önce belirttiğimiz iki
iddiasını hatırlayalım:
Evrenin sonsuzdan beri geldiği, yani yaratılmadığı
iddiası.
Evrende hiçbir düzen, plan, amaç olmadığı, her şeyin
tesadüf ürünü olduğu iddiası.
İşte 19. yüzyıl materyalistlerinin, o dönemin ilkel bilim
düzeyi içinde büyük hararetle savundukları bu iki iddia da, 20. yüzyıldaki
bilimsel bulgular tarafından yıkılmıştır.
Önce, evrenin sonsuzdan beri geldiği iddiası tarihe
karışmıştır. 1920'li yıllardan itibaren evrenin yapısı hakkında elde edilen
bilgiler, evrenin belirli bir zaman önce bir "Büyük Patlama" (Big Bang) ile yoktan var hale geldiğini
ispatlamıştır. Yani evren sonsuz değildir, Allah tarafından yoktan
yaratılmıştır.
20. yüzyıl biliminin çökerttiği ikinci iddia ise,
"tesadüf" iddiasıdır. 1960'lı yıllardan itibaren yapılan
araştırmalar, evrendeki tüm fiziksel dengelerin insan yaşamı için çok hassas
bir biçimde ayarlandığını ortaya koymaktadır. Araştırmalar derinleştirildikçe,
evrendeki fizik, kimya ve biyoloji kanunlarının, yerçekimi, elektromanyetizma
gibi temel kuvvetlerin, atomların ve elementlerin yapılarının tümünün, insanın
yaşamı için tam olmaları gereken şekilde düzenlendikleri birer birer
bulunmuştur. Batılı bilim adamları bugün bu olağanüstü düzene "İnsani İlke" (Anthropic
Principle) adını vermektedirler. Yani evrendeki her ayrıntı, insan yaşamını
gözeten bir amaçla var edilmiştir.
Kısacası günümüzde materyalizm bilimsel olarak
çökertilmiş durumdadır. 19. yüzyılda bilimsellik adına ortaya çıkmış, ama kısa
zamanda büyük bir hezimete uğramıştır.
Böyle olması da doğaldır. Çünkü, Allah'ın "Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi
arasında bulunan şeyleri batıl olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin
zannıdır" ifadesiyle buyurduğu gibi (Sad Suresi, 27), evrenin
"batıl", yani boşu boşuna ve amaçsız olarak yaratıldığı düşüncesi,
gerçek dışı bir zandan ibarettir. Bu zanna dayanan her türlü iddianın ise
gerçekler karşısında iflas etmesi kaçınılmazdır.
Bu kitapta bu gerçeklerin delillerini birlikte
inceleyeceğiz. Materyalizmin bilim karşısındaki çöküşünü görecek ve evrenin
Allah tarafından ne kadar üstün ve kusursuz bir yaratılışla yaratıldığına şahit
olacağız.
1. BÖLÜM
EVRENİN YOKTAN YARATILIŞI
Klasik
olarak, Big Bang teorisi, evrenin tüm parçalarının aniden genişlemeye
başladığını kabul eder. Ama evrenin tüm parçaları genişlemeye nasıl aynı anda
başlayabilmişlerdir?
Emri veren
kimdir?
Andrei
Linde, kozmoloji profesörü2
Evrenin yaratılışı, bundan bir asır önce, astronomların
önemli bir bölümü tarafından gözardı edilen bir kavramdı. Bunun nedeni ise, 19.
yüzyıldaki bilim anlayışının, evrenin sonsuzdan beri var olduğu varsayımını
benimsemesiydi. Evreni inceleyen bilim adamlarının çoğu, zaten sonsuzdan beri
var olan bir maddeler bütünüyle karşı karşıya olduklarını sanıyor ve evren için
bir "yaratılış", yani başlangıç olduğunu akıllarından bile
geçirmiyorlardı.
Bu "sonsuzdan beri var olan evren" fikri, Batı
düşüncesine materyalist felsefe ile birlikte girmişti. Eski Yunan'da gelişen bu
felsefe, maddeden başka bir varlık olmadığını savunuyor ve evrenin sonsuzdan
gelip sonsuza gittiğini öne sürüyordu. Aslında materyalizm, Kilise'nin hakim
olduğu dönemde rafa kaldırılmıştı. Ama Rönesans'tan sonra Batılı bilim ve fikir
adamlarının yeniden Eski Yunan kaynaklarına merak sarmaları ile birlikte,
materyalizm de yeniden kabul görmeye başladı.
Materyalist evren anlayışını Yeni Çağ'da ilk kez savunan
kişi ise, ünlü Alman düşünür Immanuel Kant oldu. Kant, evrenin sonsuzdan beri
var olduğunu ve bu sonsuzluk içinde her olasılığın mümkün sayılması gerektiğini
öne sürdü. Kant'ın yolunu izleyenler, sonsuz evren fikrini materyalizmle
birlikte savunmaya devam ettiler. 19. yüzyıla gelindiğinde ise, evrenin bir
başlangıcı, yani yaratılış anı olmadığı şeklindeki yanılgı, geniş bir kabul
görür hale gelmişti. Karl Marx, Friedrich Engels gibi diyalektik
materyalistlerin şiddetle sahiplendikleri bu iddia, 20. yüzyıla da taşındı.
Söz konusu "sonsuz evren" fikri, her zaman için
ateizmle içiçe oldu. Çünkü evrenin bir başlangıcı olması, Allah tarafından
yaratıldığı anlamına geliyordu ve buna karşı çıkmanın tek yolu da, hiçbir
bilimsel dayanağı olmadığı halde, "evren sonsuzdan beri vardır"
iddiasını öne sürmekti. Bu iddiayı ısrarla sahiplenenlerden biri, 20. yüzyılın
ilk yarısında yazdığı kitaplarla materyalizmin ve Marksizm'in ünlü bir
savunucusu haline gelen Georges Politzer idi. Politzer, Felsefenin Başlangıç
İlkeleri adlı kitabında, "sonsuz evren" modelinin sözde geçerliliğine
güvenerek Yaratılış’a kendince şöyle karşı çıkıyordu:
Evren yaratılmış bir şey değildir. Eğer yaratılmış
olsaydı, o takdirde, evrenin Tanrı tarafından belli bir anda yaratılmış olması
ve evrenin yoktan varedilmiş olması gerekirdi. Yaratılışı kabul edebilmek için,
her şeyden önce, evrenin var olmadığı bir anın varlığını, sonra da, hiçlikten
(yokluktan) bir şeyin çıkmış olduğunu kabul etmek gerekir. Bu ise bilimin kabul
edemeyeceği bir şeydir.3
Politzer, Yaratılış’a karşı sonsuz evren fikrini
savunurken, bilimin kendi tarafında olduğunu sanıyordu. Oysa bilim, çok
geçmeden, Politzer'in "eğer öyle olsa, bir Yaratıcı olduğunu kabul etmek
gerekir" dediği gerçeği, yani evrenin bir başlangıcı olduğu gerçeğini
ispatladı.
Evrenin Genişlemesi ve Big Bang'in Doğuşu
1920'li yıllar, modern astronominin gelişimi açısından
çok önemli yıllardı. 1922'de Rus fizikçi Alexandre Friedmann, Einstein'in genel
görecelik kuramına göre evrenin durağan bir yapıya sahip olmadığını ve en ufak
bir etkileşimin evrenin genişlemesine veya büzüşmesine yol açacağını hesapladı.
Friedmann'ın çözümünün önemini ilk fark eden kişi ise Belçikalı astronom
Georges Lemaitre oldu. Lemaitre, bu çözümlere dayanarak evrenin bir başlangıcı
olduğunu ve bu başlangıçtan itibaren sürekli genişlediğini öngördü. Ayrıca, bu
başlangıç anından arta kalan radyasyonun da saptanabileceğini belirtti.
Bu bilim adamlarının teorik hesaplamaları o zaman çok
ilgi çekmemişti. Ancak 1929 yılında gelen gözlemsel bir delil, bilim dünyasına
bomba gibi düşecekti. O yıl California Mount Wilson gözlemevinde, Amerikalı astronom
Edwin Hubble astronomi tarihinin en büyük keşiflerinden birini yaptı. Hubble,
kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken, yıldızların uzaklıklarına bağlı
olarak kızıl renge doğru kayan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş, o
zamana kadar kabul gören evren anlayışını temelden sarsıyordu.
Çünkü bilinen fizik kurallarına göre, gözlemin yapıldığı
noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı
noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. (Gözlemciden uzaklaşmakta
olan bir trenin düdük sesinin gittikçe incelmesi gibi.) Hubble'ın gözlemi ise,
bu kanuna göre, gök cisimlerinin bizden uzaklaşmakta olduklarını gösteriyordu.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha buldu; yıldızlar ve galaksiler
sadece bizden değil, birbirlerinden de uzaklaşıyorlardı. Her şeyin birbirinden
uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç ise, evrenin
"genişlemekte" olduğuydu.
Kısa bir zaman önce Georges Lemaitre tarafından öngörülen
bu gerçek, aslında yüzyılın en önemli bilim adamı sayılan Albert Einstein tarafından da daha önceden dile getirilmişti.
Einstein 1915 yılında ortaya koyduğu genel görecelik kuramıyla yaptığı
hesaplarda evrenin durağan olamayacağı sonucuna varmıştı. Ancak bu buluş
karşısında son derece şaşıran Einstein bu sözde "uygunsuz" sonucu
ortadan kaldırmak için denklemlerine "kozmolojik sabit" adını verdiği
bir faktör ilave etmişti. Çünkü o sıralar, astronomlar ona evrenin statik
olduğunu söylüyorlardı, o da kuramının bu modele uymasını istemişti. Ancak
sonradan bu kozmolojik sabiti "kariyerinin en büyük hatası" olarak
tanımlayacaktı.
Hubble'ın ortaya koyduğu evrenin genişlediği gerçeği,
kısa bir süre sonra yeni bir evren modelini doğurdu. Evren genişlediğine göre,
zamanda geriye doğru gidildiğinde çok daha küçük bir evren, daha da geriye gittiğimizde
"tek bir nokta" ortaya çıkıyordu.
Yapılan hesaplamalar, evrenin tüm maddesini içinde
barındıran bu "tek nokta"nın, olağanüstü büyük çekim gücü nedeniyle "sıfır hacme" sahip olacağını
gösterdi. Evren, sıfır hacme sahip bu noktanın patlamasıyla ortaya çıkmıştı. Bu
patlamaya "Big Bang"
(Büyük Patlama) dendi ve bu teori de aynı isimle bilindi.
Big Bang'in gösterdiği önemli bir gerçek vardı: Sıfır
hacim "yokluk" anlamına geldiğine göre, evren "yok" iken
"var" hale gelmişti. Bu ise, evrenin bir başlangıcı olduğu anlamına
geliyor ve böylece materyalizmin "evren sonsuzdan beri vardır"
varsayımını geçersiz kılıyordu.
"Sabit Durum" Denemesi
Big Bang teorisi, kendisini destekleyen delillerin gücü
nedeniyle, kısa sürede bilim dünyasında kabul görmeye başladı. Ancak
materyalist felsefeye ve bu felsefenin temelindeki "sonsuz evren"
fikrine bağlı kalmaya kararlı olan astronomlar, Big Bang'e karşı direnmeye ve
sonsuz evren fikrini ayakta tutmaya çalıştılar. Bu çabanın nedeni, önde gelen
materyalist fizikçilerden Arthur Eddington'ın "felsefi olarak doğanın şu
anki düzeninin birdenbire başlamış olduğu düşüncesi bana itici
gelmektedir" sözünden anlaşılıyordu.4
Big Bang teorisinden rahatsız olanların başında dünyaca
ünlü ateist İngiliz astronom Fred Hoyle geliyordu. Hoyle, bu yüzyılın
ortalarında "steady-state" (sabit durum) adında, 19. yüzyıldaki
sonsuz evren fikrinin bir devamı olan yeni bir evren modeli ortaya attı. Hoyle
evrenin genişlediğini kabul etmekle birlikte, evrenin boyut ve zaman açısından
sonsuz olduğunu iddia ediyordu. Bu modele göre, evren genişledikçe madde,
gerektiği miktarda, birdenbire, kendi kendine var olmaya başlıyordu. Tek
görünür amacı materyalist felsefenin temeli olan "sonsuzdan beri var olan
madde" dogmasını desteklemek olan bu teori, evrenin başlangıcı olduğunu
savunan Big Bang kuramıyla taban tabana zıttı.
Sabit durum teorisini savunanlar uzunca bir süre Big
Bang'e karşı direndiler. Ama bilim aleyhlerine işledi.
Big Bang'in Zaferi
1948 yılında George Gamov, Georges Lemaitre'in
hesaplamalarını geliştirdi ve Big Bang'e bağlı olarak yeni bir tez ortaya
sürdü. Buna göre evrenin büyük patlama ile oluşması durumunda, evrende bu
patlamadan arta kalan belirli oranda bir radyasyonun olması gerekiyordu.
Üstelik bu radyasyon evrenin her yanında eşit olmalıydı.
"Olması gereken" bu kanıt çok geçmeden bulundu.
1965 yılında Arno Penzias ve Robert Wilson adlı iki araştırmacı bu dalgaları
keşfettiler. "Kozmik Fon
Radyasyonu" adı verilen bu radyasyon uzayın belli bir tarafından gelen
radyasyondan farklıydı. Olağanüstü bir eşyönlülük sergiliyordu. Başka bir ifade
ile yerel kökenli değildi, yani belirli bir kaynağı yoktu, evrenin tümüne
dağılmış bir radyasyondu. Böylece uzun süredir evrenin her yerinden eşit ölçüde
alınan ısı dalgasının, Big Bang'in ilk dönemlerinden kalma olduğu ortaya çıktı.
Üstelik bu rakam bilim adamlarının önceden öngördükleri rakama çok yakındı.
Penzias ve Wilson, Big Bang'in bu ispatını deneysel olarak ilk gösteren kişiler
oldukları için Nobel Ödülü kazandılar.
1989 yılına gelindiğinde ise, George Smoot ve onun Nasa
Ekibi, Kozmik Geriplan Işıma Kaşifi Uydusu'nu (COBE) uzaya gönderdiler. Bu
gelişmiş uyduya yerleştirilen hassas tarayıcıların, Penzias ve Wilson'ın ölçümlerini
doğrulaması yalnızca sekiz dakika sürdü. Sonuçlar, tarayıcıların kesinlikle
evrenin başlangıcındaki büyük patlamanın sıcak, yoğun konumunun kalıntılarını
gösterdiğini kanıtladı. Bilim adamları COBE'nin başarısını Big Bang'in
olağanüstü bir şekilde onaylanması olarak yorumladı.
Big Bang'in bir diğer önemli delili ise, uzaydaki
hidrojen ve helyum gazlarının miktarı oldu. Günümüzde yapılan ölçümlerde
anlaşıldı ki, evrendeki hidrojen-helyum gazlarının oranı, Big Bang'den arta
kalan hidrojen-helyum oranının teorik hesaplanmasıyla uyuşuyordu. Eğer evren,
bir başlangıcı olmadan, sonsuzdan
geliyor olsaydı, evrendeki hidrojen tamamen yanarak helyuma dönüşmüş olurdu.
Tüm bunlarla birlikte Big Bang bilim dünyasında kesin bir
kabul gördü. Scientific American
dergisinin Ekim 1994 sayısındaki bir makaleye göre, evren sürekli, düzenli
olarak genişliyordu ve Big Bang modeli yüzyılımızın kabul görmüş tek modeliydi.
Fred Hoyle ile birlikte uzun yıllar sabit durum teorisini
savunan Dennis Sciama, ardı ardına gelen ve Big Bang'i ispatlayan tüm bu
deliller karşısında içine düştükleri durumu şöyle anlatır:
Sabit durum teorisini savunanlarla onu test eden ve bence
onu çürütmeyi uman gözlemciler arasında, bir dönem çok sert çekişme vardı. Bu
dönem içinde ben de bir rol üstlenmiştim. Çünkü gerçekliğine inandığım için
değil, gerçek olmasını istediğim için 'sabit durum' teorisini savunuyordum.
Teorinin geçersizliğini savunan kanıtlar ortaya çıkmaya başladıkça Fred Hoyle
bu kanıtları karşılamada lider rol üstlenmişti. Ben de yanında yer almış, bu
düşmanca kanıtlara nasıl cevap verilebileceği konusunda fikir yürütüyordum. Ama
kanıtlar biriktikçe artık oyunun bittiği ve sabit durum teorisinin bir kenara
bırakılması gerçeği ortaya çıkıyordu.5
Evreni Yoktan Kim Var Etti?
Big Bang'in bu zaferi ile birlikte, materyalist dogmanın
temeli olan "sonsuz evren" kavramı da tarihe karışmış oluyordu. Peki
o zaman Big Bang'den önce ne vardı ve "yok" olan evreni büyük
bir patlama ile "var" hale
getiren güç neydi?
Elbette ki bu soru, Arthur Eddington gibi diğer materyalistlerin
de hoşuna gitmeyen gerçeği, yani ‘yaratılış gerçeği’ni göstermektedir. Önceleri
ateist olan fakat daha sonra Yaratılış’ı kabul eden tanınmış felsefecilerden
Anthony Flew, geçmişte bu konuda şunları söylemiştir:
İtiraflarda bulunmanın insan ruhuna iyi geldiğini
söylerler. Ben de bir itirafta bulunacağım: Big Bang modeli, bir ateist açısından oldukça sıkıntı vericidir.
Çünkü bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat etmiştir:
Evrenin bir başlangıcı olduğu iddiasını.6
Kendisini ateist olmak için körü körüne şartlandırmayan
pek çok bilim adamı, bugün evrenin yaratılışında sonsuz güç sahibi olan
Allah'ın varlığını kabul etmiş durumdadır. Örneğin ünlü Amerikalı astrofizikçi
Hugh Ross evrenin Yaratıcı'sının tüm boyutların üzerinde olduğunu şöyle
açıklar:
"Zaman, olayların meydana geldiği boyuttur. Eğer
madde, patlamayla birlikte ortaya çıkmışsa, o zaman evreni meydana getiren
nedenin evrendeki zaman ve mekandan tamamen bağımsız olması gerekir. Bu bize
Yaratıcı'nın evrendeki tüm boyutların üzerinde olduğunu gösterir. Aynı zamanda
Yaratıcı'nın bazılarının savunduğu gibi evrenin kendisi olmadığını ve evreni
kapladığını, sadece evrenin içindeki bir güç olmadığını kanıtlar." 7
Yaratılış Gerçeğine İtirazlar ve
Geçersizlikleri
Bu noktaya kadar incelediğimiz gibi, Big Bang'in evrenin
yoktan var edilişi anlamına geldiği, yani Yaratılış’ı ispatladığı açıktır. Bu
nedenle de materyalist felsefeyi benimsemiş olan astronom ve fizikçiler, bu
gerçeğe karşı koyabilmek için bazı alternatif açıklamalar getirmeye
çalışmışlardır. Bunlardan biri olan "sabit durum" teorisine önceki
sayfalarda değinmiş ve bu teorinin aslında "evrenin yaratılması fikrinden
felsefi olarak rahatsızlık duyan" birtakım bilim adamlarının umutsuz bir
çabası olduğunu belirtmiştik.
Materyalistlerin getirmeye çalıştıkları diğer iki
alternatif ise, Big Bang'i kabul eden, ama Big Bang'i Yaratılış gerçeği dışında
yorumlamaya çalışan modellerdir. Bunların birincisi "açılır-kapanır evren
modeli", ikincisi ise "kuantum evren modeli"dir. Şimdi sırasıyla
bu teorileri ve neden geçersiz olduklarını inceleyelim.
Açılır-kapanır evren modeli, Big Bang'i
evrenin başlangıcı olarak kabul etmeyi bir türlü hazmedemeyen astronomlar
tarafından ortaya atılmıştır. Bu modelde, evrenin Big Bang'den sonra tekrar
kendi içine çökerek tek bir noktaya toplanacağı, sonra yeniden patlayıp
açılacağı, tekrar kapanacağı ve bu döngünün sonsuza kadar devam edeceği öne
sürülür. Yine bu modele göre Big Bang'den önce de sonsuz kez evren patlayıp
büzülmüştür. Yani iddiaya göre evren ve madde sonsuzdan beri vardır, ama
belirli zaman aralıklarında patlamalar ve sonra içine çökmeler yaşanmaktadır.
Şu an içinde yaşadığımız evren ise bu kısır döngünün içinde yer alan sonsuz
sayıdaki evrenden bir tanesidir.
Bu modeli ortaya atanların yaptıkları şey, sadece
"Big Bang'i nasıl sonsuz evren fikrine uyarlayabiliriz" şeklinde
düşünmek ve bir senaryo yazmaktan başka bir şey değildir. Ama bu bilim dışı bir
senaryodur, çünkü son 15-20 yılın araştırmaları, açılır-kapanır bir evren
modelinin mümkün olmadığını ortaya koymuştur. Çünkü, evren kendi içine çökecek
olsa bile, bilinen hiçbir fizik kanununun böyle bir Büyük Çökme'yi geri
çevirmesi ve evreni yeni bir Büyük Patlama ile yeniden oluşturması mümkün
değildir.8
Bu modeli geçersizliğe uğratan en önemli faktör ise, eğer
gerçekten evren sürekli kapanıp-açılıyor olsa bile, bu çevrimin sonsuza kadar
süremeyecek oluşudur. Çünkü hesaplamalar, çevrimsel evrenlerin birbirlerine
entropi aktaracaklarını göstermektedir. Yani enerji her evrende biraz daha
yararsız hale gelecek ve her yeni "açılan" evren biraz daha yavaş
açılıp biraz daha geniş bir çapa sahip olacaktır. Bu ise zamanda geri
gidildiğinde giderek daha küçük evrenler olmasını gerektirecek ve yine bir
"ilk evren"de kilitlenecektir. Yani eğer sürekli kapanıp-açılan
evrenler olsa bile, bunların ilk başta yine yokluktan var olmaları
gerekecektir.9
Kısacası "açılır-kapanır" sonsuz evren modeli,
gerçekleşmesi fiziksel olarak imkansız bir fanteziden başka bir şey değildir.
Big Bang'i kendilerince Yaratılış gerçeğinin dışında
açıklayabilmek için öne sürülmüş olan ikinci model ise, başta belirttiğimiz
gibi "kuantum evren modeli"dir.
Bu teoriyi savunanlar, kuantum (atom altı) fiziğinde yapılan bir gözleme
dayanarak bir senaryo üretmişlerdir. Kuantum fiziğinde, atom altı
parçacıkların, boşluk (vakum) içinde aniden oluştukları ve yok oldukları
gözlemlenmektedir. Bu gözlemi, "madde kuantum düzeyinde yoktan var
olabilmektedir, bu maddenin kendine ait bir özelliktir" diye yorumlayan
bazı fizikçiler, evrenin yaratılışı sırasında maddenin yoktan var olmasını da
"maddenin kendine ait bir özellik" olarak tanımlamaya ve doğa
kanunlarının bir parçası gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Bu kuantum modeli
içinde, bizim yaşadığımız evren, çok daha dev bir evrenin bir atom altı parçacığı
gibi yorumlanmaktadır.
Oysa kuantum fiziğine yapılan benzetme, kesinlikle
ilgisizdir ve evrenin yaratılışını açıklamaktan uzaktır. Big Bang, Theism and
Atheism (Büyük Patlama, Tektanrıcılık ve Ateizm) kitabının yazarı olan William Lane Craig, bu
konuyu şöyle açıklar:
İçinde parçacıkların dalgalandığı (bir belirip bir yok
olduğu) mekanik kuantum vakumu, aslında gerçek bir "vakum", yani
"yokluk" kavramından çok uzaktır. Bir kuantum modelinde sürekli
olarak oluşup yok olan parçacıklar, var oldukları kısa süre için etraflarında
bulunan enerjiden çalarlar. Bu "yokluk" değildir ve dolayısıyla madde
parçacıkları da yoktan var hale gelmemektedirler.10
Yani kuantum fiziğinde de aslında madde "yoktan
var" hale gelmemektedir. Sadece ortamda var olan enerji, ani bir biçimde
maddeye dönüşmekte, sonra bu madde dağılarak tekrar enerji şeklini almaktadır.
Kısaca, "kendiliğinden yoktan var olma" gibi bir durum söz konusu
değildir. Ancak, bütün bilim dallarında olduğu gibi fizik alanında da, ateist
bilim adamları çeşitli kritik noktaları ve detayları gözardı ederek, gerçekleri
materyalist bakış açısına göre saptırmaktan çekinmemektedirler. Çünkü onlar
için materyalizmin, dolayısıyla ateizmin ayakta tutulması bilimsel gerçeklerin
ortaya çıkartılmasından ve açıklanmasından çok daha hayati bir önem taşır.
Üstte anlattığımız gerçeğin anlaşılması, kuantum evren
modelinin çoğu bilim adamı tarafından reddedilmesine yol açmıştır; ünlü fizikçi
C. J. Isham'ın ifadesiyle "teorinin önüne çıkan ölümcül zorluklar
nedeniyle, kuantum evren modeli yaygın kabul görmemiştir".11
Öyle ki bu model, bugün onu ilk kez ortaya atan R. Brout ve Ph. Spindel gibi
fizikçiler tarafından bile terk edilmiş durumdadır.12
Kuantum modelinin son yıllarda ün kazanmış bir versiyonu
ise, fizikçi Stephen Hawking'den
gelmektedir. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi adlı kitabıyla ilgi toplayan
modelinde, Big Bang'in "yokluktan var olma" anlamına gelmediğini
iddia etmektedir. Big Bang öncesinde zaman olmadığı gerçeği karşısında ise, "hayali zaman" gibi birtakım
kavramlar türetmiştir. Hawking'e göre Big Bang'in 10-43 saniyesine
kadar sadece "hayali zaman" vardır ve gerçek zaman bu andan sonra
ortaya çıkmıştır. Hawking'in umudu, bu "hayali zaman" kavramı ile Big
Bang'den önce sadece "zamansızlık" olduğu gerçeğini reddedebilmektir.
Oysa "hayali zaman", "bir odadaki hayali
insanların sayısı" ya da "bir yoldaki hayali arabaların toplamı"
gibi gerçekte sıfıra, yokluğa karşılık gelen bir kavramdır. Hawking bununla
sadece bir kelime oyunu yapmaktadır. Hayali zamanla kurduğu matematiksel
denklemlerin doğru olduğunu öne sürmektedir, ama bunun hiçbir manası yoktur.
Gerçekte var olmayan şeylerin matematikte doğru gibi gösterilebilmesinin mümkün
olduğunu, ünlü matematikçi Sir Herbet Dingle şöyle açıklar:
Matematiğin lisanı içinde, biz doğrular kadar yalanlar da
söyleyebiliriz. Ve matematiğin sınırları içinde, bunların birini diğerinden
ayırma şansı yoktur. Bu ayrımı ancak deneyle ya da matematik dışında kalan bir
akıl yürütme ile yapabiliriz; matematiksel çözüm ile onun fiziksel karşılığı arasındaki
muhtemel ilişkiyi inceleyerek.13
Kısaca, matematikte soyut, teorik olarak varılan bir
sonuç, bunun gerçek bir karşılığının olmasını gerektirmez. İşte Hawking
matematiğin bu soyut özelliğini kullanmakta ve hiçbir gerçekliğe karşılık
gelmeyen varsayımlar üretmektedir. Peki acaba bu çabasının nedeni ne olabilir?
Cevabı kendi sözlerinde bulmak mümkündür. Hawking, Big Bang'e alternatif olarak
öne sürülen evren modellerinin çoğunlukla Big Bang'in "İlahi Yaratılış’ı
çağrıştırması nedeniyle" ortaya atıldığını kabul etmektedir.14
Tüm bunlar göstermektedir ki, Big Bang'e alternatif
olarak öne sürülen; sabit durum teorisi, açılır-kapanır evren modeli, kuantum
evren modelleri ve Hawking modeli gibi arayışlar, gerçekte sadece
materyalistlerin felsefi ön yargılarından kaynaklanmaktadır. Bilimsel bulgular
açıkça Big Bang'in doğru olduğunu ve "yokluktan var olma" anlamına
geldiğini göstermektedir. Ve evrenin yoktan var edilmiş olması, Allah
tarafından yaratılmış olduğunun kesin göstergesidir, ancak materyalistler bunu
kabul edemezler.
Big Bang'e yönelik bu materyalist tepkinin bir örneği,
materyalist bilim dergilerinin en ünlülerinden biri olan Nature'ın editörü John
Maddox'un 1989 yılında yazdığı bir makalede ifade edilmiştir. Maddox, "Kahrolsun Big Bang" (Down with
the Big Bang) başlığıyla yazdığı makalede "Big Bang'in felsefi olarak
kabul edilemez olduğunu" çünkü "Big
Bang ile birlikte teologların Yaratılış fikrine güçlü bir destek
bulduklarını" belirtmiş ve "Big Bang önümüzdeki on yılı
çıkaramayacak" kehanetinde bulunmuştur.15 Oysa Maddox'un bu ümit dolu
beklentisine rağmen, Big Bang o günden bu yana geçen 10 yıl içinde çok daha
güçlenmiş, evrenin yaratılışını ispatlayan daha pek çok bulgu elde edilmiştir.
Bazı materyalistler ise bu konuda biraz daha
"sağduyulu" davranmaktadırlar. Örneğin İngiliz materyalist fizikçi H.
P. Lipson, Yaratılış’ın bilimsel bir gerçek olduğunu "istemeden de
olsa" şöyle kabul eder:
Bence, bu noktadan daha da ileri gitmek ve tek kabul edilebilir açıklamanın Yaratılış
olduğunu onaylamak zorundayız. Bunun ben dahil çoğu fizikçi için son derece
itici olduğunun farkındayım, ama eğer deneysel kanıtlar bir teoriyi destekliyorsa,
bu teoriyi sırf hoşumuza gitmediği için reddetmemeliyiz.16
Sonuçta günümüzde bilimin ulaştığı gerçek şudur: Madde ve
zamanı yaratan, her ikisinden de bağımsız olan, sonsuz güç sahibi Allah’tır.
Kuran'daki İşaretler
Big Bang modeli, insanlığın evreni tanımasına yardımcı
olurken, çok önemli bir işlev daha gerçekleştirmiştir. Önceki sayfalarda
sözlerini aktardığımız, önceleri ateist olan fakat sonradan Yaratılış’ı kabul
eden ünlü felsefeci Anthony Flew'un ifadesiyle, Big Bang ile birlikte
"bilim, dini kaynaklar tarafından savunulan bir iddiayı ispat
etmiştir."
Bu gerçek, evrenin yoktan yaratıldığı gerçeğidir. Bu,
bilimin keşfinden binlerce yıl önce, Allah'ın insanlara yol gösterici olarak
indirdiği mukaddes kitaplarda bildirilmiştir.
Tüm İlahi kaynakların içinde tahrifata uğramamış yegane
kitap olan Kuran'da ise, hem evrenin yoktan yaratılışı, hem de bu yaratılışın
biçimi konusunda bilgiler verilmektedir. 14 asır önce vahyedilmiş olan bu bilgiler,
20. yüzyıl biliminin bulgularına tamamen paraleldir.
Öncelikle evrenin "yok" iken "var"
hale geldiği, Kuran'da şöyle haber verilir:
O (Allah) gökleri
ve yeri bir örnek edinmeksizin yaratandır... (Enam Suresi, 101)
Zamanımızdan tam 14 asır önce insanların evrenle ilgili
bilgilerinin son derece kısıtlı olduğu zamanlarda yine Kuran'da bildirilen bir
başka gerçek de, aynı Big Bang teorisinin ortaya koyduğu gibi, tüm evrenin, çok
küçük bir hacimde bir arada iken ayrılıp genişlemesiyle ortaya çıkmış
olduğudur:
O inkar edenler
görmüyorlar mı ki (başlangıçta) göklerle yer birbiriyle bitişikken, Biz onları
ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık. Yine de onlar inanmayacaklar mı? (Enbiya
Suresi, 30)
Üstteki ayetin Arapça orjinalinde çok önemli bir kelime
seçimi vardır. Ayetin "birbiriyle
bitişik" olarak tercüme edilen kelimesi ratk, Arapça sözlüklerde "birbiriyle
içiçe, ayrılmaz durumda, kaynaşmış" anlamlarına gelir. Yani tam bir
bütün oluşturan iki madde için kullanılır. Ayetteki "ayırdık" ifadesi ise Arapça fatk fiilidir ki, bu fiil ratk
halindeki bir nesnenin yarıp, parçalayıp dışarı çıkması anlamına gelir.
Örneğin tohumun filizlenerek topraktan dışarı çıkması bu fiille ifade edilir.
Bu bilgiyle ayete tekrar bakalım. Ayette göklerle yerin ratk durumunda olduğu bir durumdan bahsedilmektedir.
Ardından bu ikisi fatk fiili ile
ayrılmışlardır. Yani biri diğerini yararak dışarı çıkmıştır. Gerçekten de Big
Bang'in ilk anını hatırladığımızda, kozmik yumurta denilen noktanın evrenin tüm
maddesini içerdiğini görürüz. Yani her şey, bir başka deyişle tüm "gökler
ve yer" bu noktanın içinde, ratk
halindedirler. Ardından bu kozmik yumurta şiddetle patlamış, bu yolla maddeler fatk olmuş, yani dışarı çıkarak tüm
evreni oluşturmuşlardır.
Kuran'da bildirilen bir başka gerçek ise, bilim
tarafından ancak 1920'lerin sonunda fark edilen evrenin genişlemesi gerçeğidir.
Hubble'ın, yıldızların ışık tayflarının kızıla kaymasını fark etmesiyle ilk kez
ortaya çıkan bu gerçek, Kuran'da şöyle bildirilir:
Biz göğü 'büyük bir
kudretle' bina ettik ve şüphesiz Biz, (onu) genişleticiyiz. (Zariyat Suresi,
47)
Kısacası modern bilimin bulguları bir yandan materyalist
dogmayı geçersiz kılarken, öte yandan da Kuran ayetleri ile haber verilen
gerçekleri bir kez daha ortaya koymaktadır. Çünkü evren materyalistlerin
sandığının aksine, maddenin içindeki birtakım tesadüfler ile değil, Allah'ın
yaratmasıyla var olmuştur ve Allah'tan gelen bilgi, kuşkusuz evrenin kökeni
hakkındaki en doğru bilgidir.
2. BÖLÜM
PATLAMADAKİ DENGE
Evrenin
patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir. Bu
nedenle Big Bang herhangi bir patlama değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve
düzenlenmiş bir oluşumdur.
Paul Davies,
fizik profesörü 17
Önceki bölümde evrenin Big Bang ile, yani dev bir patlama
ile yoktan var edildiğini inceledik. Şimdi bu bilgiyi aklımızda tutarak bir
düşünelim. Evrenin şu andaki yapısını gözden geçirerek akıl yürütelim.
Önceki sayfalarda değinmiştik; evrenin içinde yaklaşık
300 milyar galaksi vardır. Bu galaksilerin belirli şekilleri vardır, spiral
galaksiler, eliptik galaksiler gibi. Bu galaksilerin her birinde bir o kadar da
yıldız vardır. Bu yıldızlardan biri olan Güneş'in ise etrafında büyük bir uyum
içinde dönmekte olan 9 gezegen vardır. Bunlardan üçüncüsünün üzerinde şu anda
birlikte yaşıyoruz.
Bu evren acaba size bir patlama sonucunda etrafa rastgele
saçılmış bir madde yığını gibi geliyor mu? Rastgele saçılan madde nasıl düzenli
galaksiler oluşturabilir? Neden madde belirli noktalarda sıkışıp toplanarak
yıldızları meydana getirmiştir? Sadece Güneş Sistemi'nin hassas dengesi bile,
korkunç bir patlama ile ortaya çıkmış olabilir mi? Bu sorular önemli sorulardır
ve bizi Big Bang'in ardından evrenin nasıl şekillendiği sorusuna götürür.
Big Bang bir patlama olduğuna göre, beklenmesi gereken,
bu patlamanın ardından maddenin uzay boşluğunda "rastgele" dağılması
olacaktır. Bu rastgele dağılan maddenin evrenin belirli noktalarında birikip galaksiler,
yıldızlar ve yıldız sistemleri oluşturması ise, bir buğday ambarına atılan bir
el bombasının, buğdayları toplayıp, düzenli balyalara sarıp üst üste
istiflemesi kadar "anormal" bir durumdur. Big Bang teorisine uzun
yıllar karşı çıkmış olan Sir Fred Hoyle, bu durum karşısında duyduğu şaşkınlığı
şöyle ifade eder:
Big Bang teorisi evrenin tek ve büyük bir patlama ile
başladığını kabul eder. Ama bildiğimiz gibi patlamalar maddeyi dağıtır ve
düzensizleştirirler. Oysa Big Bang çok gizemli bir biçimde bunun tam aksi bir etki
meydana getirmiştir: Maddeyi birbiriyle birleşecek ve galaksileri oluşturacak
hale getirmiştir.18
Gerçekten de Big Bang ile oluşan madde
"olağanüstü" bir biçimde şekil ve düzen almıştır. Böyle bir düzenin
oluşabilmesi ise bizi tek bir gerçeğe götürmektedir: Evrenin üstün kudret
sahibi Allah tarafından kusursuzca yaratıldığı gerçeğine…
Bu bölümde, söz konusu kusursuzluğu ve olağanüstülüğü
birlikte inceleyeceğiz.
Patlama Hızı
Big Bang kavramını duymuş olan ancak konuyu fazla
incelemeyen kimseler, evreni başlatan bu patlamanın ardında olağanüstü bir
hesaplama olduğunu pek düşünmezler. Çünkü "patlama" kavramı, adı
üstünde, insana düzen, hesap, plan gibi kavramları çağrıştırmaz. Oysa Big
Bang'de akıllara durgunluk verecek kadar hassas bir düzenleme vardır.
Bu düzenlemenin bir boyutu, patlamanın hızıdır. Big
Bang'le birlikte var olan madde, elbette etrafa korkunç bir hızla yayılmaya
başlamıştır. Ama burada bir noktaya dikkat etmek gerekir. Patlamanın bu ilk
anında, bir de şiddetli bir çekim gücü vardır. Evrenin tümünü bir noktada
toplayabilecek kadar büyük bir çekimdir bu.
Dolayısıyla Big Bang'in ilk anında birbirine zıt olan iki
güçten söz etmek gerekir: Patlamanın gücü ve bu patlamaya direnen, maddeyi
yeniden bir araya toplamaya çalışan çekim gücü. Bu iki güç arasında bir denge
oluştuğu için evren ortaya çıktı. Eğer ilk anda çekim gücü patlama gücüne
baskın çıksa, o zaman evren genişleyemeden tekrar içine çökecekti. Eğer bunun
tersi gerçekleşse ve patlama gücü çok fazla olsa, bu kez de madde birbiriyle bir
daha asla birleşmeyecek şekilde savrulacaktı.
Peki bu denge ne kadar hassastı? İki güç arasında ne
kadarlık bir oranda farklılığa izin verilebilirdi?
Avustralya'daki Adelaide Üniversitesi'nden ünlü
matematiksel fizik profesörü Paul Davies, bu soruyu cevaplamak için uzun
hesaplar yaptı ve şaşırtıcı bir sonuca ulaştı: Davies'e göre, Big Bang'in
ardından gerçekleşen genişleme hızı eğer milyar
kere milyarda bir oranda (10-18) bile farklı olsaydı, evren
ortaya çıkamazdı. Davies bu sonucu şöyle anlatıyor:
Hesaplamalar, evrenin genişleme hızının çok kritik bir
noktada seyrettiğini göstermektedir. Eğer evren biraz bile daha yavaş genişlese
çekim gücü nedeniyle içine çökecek, biraz daha hızlı genişlese kozmik materyal
tamamen dağılıp gidecekti. Bu iki felaket arasındaki dengenin ne kadar
"iyi hesaplanmış" olduğu sorusunun cevabı çok ilginçtir. Eğer patlama
hızının belirli hale geldiği zamanda, bu hız gerçek hızından sadece 10-18 kadar
bile farklılaşsaydı, bu gerekli dengeyi yoketmeye yetecekti. Dolayısıyla
evrenin patlama hızı inanılmayacak kadar hassas bir kesinlikle belirlenmiştir.
Bu nedenle Big Bang herhangi bir patlama
değil, her yönüyle çok iyi hesaplanmış ve düzenlenmiş bir oluşumdur.19
Evrenin başlangıcındaki bu muhteşem denge, ünlü Science
dergisindeki bir makalede ise şöyle ifade edilir:
Eğer evren maddemizin yoğunluğu, bir parça daha fazla
olsaydı, o zaman Einstein'ın genel görecelik kuramına göre evren, atomik
parçacıkların birbirini çekme kuvvetleri dolayısıyla bir türlü genişleyemeyecek
ve tekrar küçülerek bir noktacığa dönüşecekti. Eğer yoğunluk başlangıçta bir
parça daha az olsaydı, o zaman evren son hızla genişleyecek, fakat bu takdirde
atomik parçacıklar birbirini çekip yakalayamayacak ve yıldızlarla galaksiler
hiçbir zaman oluşamayacaktı. Doğaldır ki bizde olmayacaktık! Yapılan hesaplara
göre, evrenimizin başlangıçtaki gerçek yoğunluğu ile ötesinde oluşması imkanı
bulunmayan kritik yoğunluğu arasındaki fark, yüzde birin bir kuvadrilyonundan
azdır. Bu, bir kalemi sivri ucu üzerinde
bir milyar yıl sonra da durabilecek biçimde yerleştirmeye benzer...
Üstelik, evren genişledikçe, bu denge daha da hassaslaşmaktadır.20
Stephen Hawking de, her ne kadar evrenin kökenini
rastlantılarla açıklamaya çalışsa da, Zamanın
Kısa Tarihi isimli eserinde evrenin genişleme hızındaki bu olağanüstü
dengeyi şöyle kabul eder:
Evrenin genişleme hızı o kadar kritik bir noktadadır ki,
Big Bang'ten sonraki birinci saniyede bu oran eğer yüz bin milyon kere milyonda
bir daha küçük olsaydı evren şimdiki durumuna gelmeden içine çökerdi.21
Peki bu denli olağanüstü bir denge neyi göstermektedir?
Elbette böyle hassas bir ayarlama tesadüfle açıklanamaz ve Yaratılış’ı ispat
eder. Paul Davies, gerçekte materyalist yaklaşımı benimseyen bir fizikçi
olmasına karşın, bu gerçeği şöyle kabul etmektedir:
Çok küçük sayısal değişikliklere hassas olan evrenin şu
andaki yapısının, çok dikkatli bir bilinç tarafından ortaya çıkarıldığına karşı
çıkmak çok zordur... Doğanın en temel dengelerindeki hassas sayısal dengeler, kozmik bir tasarımın varlığını kabul
etmek için oldukça güçlü bir delildir."22
Dört Kuvvet
Aslında Big Bang'deki patlama hızı, evrenin ilk anında
oluşan sayısal dengelerden yalnızca bir tanesidir. Big Bang'in ardından, şu an
içinde yaşadığımız evrenin yapısını belirleyen "ölçüler" ortaya çıkmıştır
ve bunlar tam olmaları gerektiği değerde belirlenmişlerdir.
Bu ölçüler, bugün modern fiziğin kabul ettiği "dört
temel kuvvet"tir. Evrendeki tüm fiziksel hareketler ve yapılar, bu dört
kuvvetin birbiri ile iletişimi ve dengesi sayesinde olur. Bunlar; yerçekimi
kuvveti, elektromanyetik kuvvet, güçlü nükleer kuvvet ve zayıf nükleer
kuvvettir. Güçlü ve zayıf nükleer kuvvetler sadece atomun yapısını belirlerler.
Diğer iki kuvvet, yani yerçekimi ve elektromanyetizma ise, atomların arasındaki
ilişkiyi ve dolayısıyla tüm maddesel objeler arasındaki dengeyi belirlerler. Bu
dört temel kuvvet Big Bang'in sonrasında ortaya çıkmışlar ve evrene dağılan
madde, bu dört temel kuvvete göre belirlenmiştir.
Ancak ilginç olan, bu kuvvetlerin birbirleri ile
karşılaştırıldıklarında ortaya çıkan tablodur. Çünkü bu kuvvetler,
birbirlerinden olağanüstü derecede farklı değerlere sahiptirler. Eğer tüm bu
kuvvetlerin birbirlerine olan oranlarını ortak bir birim kullanarak ifade etmek
istersek şöyle yazmamız gerekir:
Güçlü nükleer kuvvet : 15
Zayıf nükleer kuvvet : 7.03 x 10-3
Yerçekimi kuvveti : 5.90 x 10-39
Elektromanyetik kuvvet : 3.05 x 10-12
Dikkat edilirse, üstteki sayılar arasında çok büyük
uçurumlar vardır. Örneğin güçlü nükleer kuvvetin değeri, yerçekimi kuvvetinin değerinden
yaklaşık "milyar kere milyar kere milyar kere milyar kere milyar"
kadar daha büyüktür. Peki acaba bu kadar farklı bir güç dağılımının amacı
nedir?
Ünlü moleküler biyolog Michael Denton, Nature's Destiny: How the Laws of Biology
Reveal Purpose in the Universe (Doğanın
Kaderi: Biyoloji Kanunları Evrendeki Amacı Nasıl Gösteriyor) adlı kitabında
bu soruyu şöyle cevaplar:
Eğer yerçekimi kuvveti bir trilyon kat daha güçlü
olsaydı, o zaman evren çok daha küçük bir yer olurdu ve ömrü de çok daha kısa
sürerdi. Ortalama bir yıldızın kütlesi, şu anki Güneşimiz'den bir trilyon kat
daha küçük olurdu ve yaşama süresi de bir yıl kadar olabilirdi. Öte yandan,
eğer yerçekimi kuvveti birazcık bile daha güçsüz olsaydı, hiçbir yıldız ya da
galaksi asla oluşamazdı. Diğer kuvvetler arasındaki dengeler de son derece
hassastır. Eğer güçlü nükleer kuvvet birazcık bile daha zayıf olsaydı, o zaman
evrendeki tek kararlı element hidrojen olurdu. Başka hiçbir atom olamazdı. Eğer
güçlü nükleer kuvvet, elektromanyetik kuvvete göre birazcık bile daha güçlü
olsaydı, o zaman da evrendeki tek kararlı element, çekirdeğinde iki proton
bulunduran bir atom olurdu. Bu durumda evrende hiç hidrojen olmayacak ve
yıldızlar ve galaksiler, eğer oluşsalar bile, şu anki yapılarından çok farklı olacaklardı.
Açıkçası, eğer bu temel güçler ve
değişkenler şu anda sahip oldukları değerlere tam tamına sahip olmasalar,
hiçbir yıldız, süpernova, gezegen ve atom olmayacaktı. Hayat da olmayacaktı.23
Paul Davies ise, evrendeki temel fizik yasalarının insan
yaşamına en uygun biçimde belirlenmiş olduğu gerçeği karşısında şu yorumu
yapar:
Eğer doğa biraz daha farklı sayısal değerler seçmiş
olsaydı, evren çok daha farklı bir yer olacaktı. Ve büyük olasılıkla onu görmek
için biz burada olamayacaktık... Ve insan kozmolojiyi araştırdıkça,
inanılmazlık giderek daha belirgin hale gelir. Evrenin başlangıcı hakkındaki
son bulgular, genişlemekte olan evrenin,
hayranlık uyandırıcı bir hassasiyetle düzenlenmiş olduğunu ortaya
koymaktadır.24
Big Bang'in büyük bir delili olan kozmik fon radyasyonunu
ilk Robert Wilson ile birlikte gözlemleyen ve bu nedenle 1965'te Nobel ödülü
kazanan Arno Penzias, evrendeki bu olağanüstü düzen karşısında şu yorumu
yapmıştır:
Astronomi bizleri çok olağanüstü bir olaya götürmektedir;
hiç yoktan yaratılmış bir evren. Hayatın oluşmasına izin verecek gerekli
şartları tam olarak sağlayacak hassas bir denge ile kurulmuş, bu amaca yönelik
bir plana sahip olan bir evren.25
Şu ana kadar kendilerinden alıntı yaptığımız bilim
adamları önemli bir gerçeğin farkına varmışlardır. Evrendeki hayret verici
dengeleri ve düzeni inceleyen her insanın karşısına çıkan bu gerçek son derece
açıktır: Tüm evrende üstün bir Yaratılış, kusursuz bir düzen sergilenmektedir.
Bu düzenin sahibi elbette her şeyi kusursuzca var eden Allah'tır. Allah evrenin
yaratılışındaki düzen ve "belli bir ölçüyle" hesaplanmış dengeler
için bir ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Göklerin ve yerin
mülkü O'nundur; çocuk edinmemiştir. O'na mülkünde ortak yoktur, her şeyi
yaratmış, ona bir düzen vermiş, belli bir ölçüyle takdir etmiştir. (Furkan
Suresi, 2)
Olasılık Hesapları "Tesadüf"ü
Yalanlıyor
Şu ana kadar incelediğimiz bilgiler, evrenin Big Bang'in
hemen ardından belirlenen sayısal dengelerinin, insan yaşamı için olağanüstü
derecede uygun olduğunu göstermektedir. Patlama hızı, dört temel kuvvetin
değerleri ve ilerleyen bölümlerde inceleyeceğimiz tüm diğer değişkenler, içinde
yaşanabilir bir evren oluşması için uygundur ve bu uygunluk, olağanüstü bir
hassasiyetle belirlenmiştir. Bu noktada materyalizmin "tesadüf"
iddiasını ele alalım. Tesadüf matematiksel bir terimdir ve bir şeyin tesadüfen
gerçekleşip gerçekleşemeyeceği olasılık hesapları ile anlaşılır. Biz de
olasılık hesaplarına bakalım.
Acaba bize hayat imkanı veren bir evrenin tesadüfen
oluşması, bütün fiziksel değişkenler bir arada düşünüldüğünde, kaçta kaç
ihtimaldir? Milyar kere milyarda bir mi? Ya da trilyar kere trilyar kere
trilyar ihtimalde bir mi? Ya da daha büyük bir sayı mı?
Bu sayıyı ünlü İngiliz matematikçi -ve Hawking'in yakın
çalışma arkadaşı- Roger Penrose hesaplamıştır. Tüm fiziksel değişkenleri hesaba
katmış, bunların kaç farklı biçimde dizilebileceğini dikkate almış ve içinde
canlıların yaşayabileceği bir ortamın oluşmasının, Big Bang'in diğer muhtemel
sonuçları içinde kaçta kaç ihtimale sahip olduğunu tespit etmiştir.
Penrose'un bulduğu ihtimal şudur: 10 10123 de
bir ihtimal!
Bu sayının ne anlama geldiğini düşünmek bile zordur.
Matematikte 10123 şeklinde yazılan bir rakam, 1 sayısının yanına 123
tane sıfır gelmesiyle oluşur. (Bu evrendeki tüm atomların sayısının
toplamından, yani 1078'den bile büyük, astronomik bir sayıdır.) Ama
Penrose'un bulduğu sayı, bunun çok çok daha üstündedir. Çünkü Penrose'un
bulduğu sayı, 10123 tane sıfırın 1 rakamının yanına gelmesiyle
oluşmaktadır.
Bu sayıyı birkaç örnekle de açıklayabiliriz: 103,
1000 sayısını ifade eder. 10103 ise, 1 rakamının yanına 1000 tane
sıfır gelmesiyle oluşan sayı demektir. 1 rakamının yanına 9 tane sıfır gelse, bu bir milyar
yapar. 12 tane sıfır gelse, bu kez 1 trilyon olur. Ama burada 1 rakamının
yanına, 10123 tane sıfır gelmektedir ki, bunun matematikte bile bir
tanımı, adı yoktur.
Matematikte 1050'de 1'den daha küçük
olasılıklar, "sıfır ihtimal" sayılır. Ama sözünü ettiğimiz sayı, 1050'de
1'in trilyar kere trilyar kere trilyar katından bile çok daha büyüktür.
Kısacası bu sayı bizlere, evrenin tesadüfle açıklanmasının kesinlikle imkansız
olduğunu göstermektedir. Roger Penrose, akıl sınırlarını çok aşan bu sayı
hakkında şu yorumu yapar:
Bu sayı, yani 10 10123 de bir ihtimal, Yaratıcı'nın
amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu bize göstermektedir. Bu gerçekten
olağanüstü bir sayıdır. Bir kimse bunu doğal sayılar şeklinde bile yazmayı
başaramaz, çünkü 1 rakamının yanına 10123 tane sıfır koyması
gerekecektir. Eğer evrendeki tüm protonların ve tüm nötronların üzerine birer
tane sıfır yazsa bile, yine de bu sayıyı yazmaktan çok çok geride kalacaktır.26
Evrendeki denge ve düzeni tanımlayan bu gibi rakamlar,
bizim akıl sınırımızı aşarlar, ancak çok önemli bir işleve sahiptirler. Evrenin
asla bir tesadüf ürünü olmadığını ispatlarlar ve Penrose'un ifade ettiği gibi,
bize "Yaratıcı'nın amacının ne kadar keskin ve belirgin olduğunu"
gösterirler. Aslında evrenin "tesadüf ürünü" olmadığını anlayabilmek
için, buraya kadar anlattığımız ihtimal hesaplarının bilinmesine de gerek
yoktur. Çünkü etrafına şöyle bir göz
atan her insan, evrende gördüğü apaçık Yaratılış’ı kavrayabilir. Elbette
tesadüfi bir patlamanın ardından, atomların kendiliğinden dizilimiyle böyle
kusursuz bir evren, evren içindeki sistemler, Güneşler, Dünya, üzerindeki
insanlar, evler, arabalar, ağaçlar, hayvanlar, çiçekler, böcekler ve diğerleri
oluşamaz. Gözümüzü çevirdiğimiz her yerde gördüğümüz detaylar Yaratılış’ın ve
Allah'ın üstün kudretinin delilleridir. Ancak bu delilleri düşünen insanlar
kavrayabilir:
Şüphesiz, göklerin
ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün art arda gelişinde, insanlara
yararlı şeyler ile denizde yüzen gemilerde, Allah'ın yağdırdığı ve kendisiyle
yeryüzünü ölümünden sonra dirilttiği suda, her canlıyı orada üretip-yaymasında,
rüzgarları estirmesinde, gökle yer arasında boyun eğdirilmiş bulutları evirip
çevirmesinde düşünen bir topluluk için gerçekten ayetler vardır. (Bakara
Suresi, 164)
Açık Olanı Görmek
Buraya dek incelediğimiz gibi, 20. yüzyıl bilimi, evrenin
Allah tarafından yaratıldığını ispatlayan açık deliller ortaya koymuş
bulunmaktadır. Kitabın girişinde belirttiğimiz "İnsani İlke" (Anthropic Principle) kavramı, evrenin her
detayının canlılığın varolabilmesi için ayarlandığını ve bu sistemde tesadüfe
yer olmadığını göstermektedir.
İlginç olan, söz konusu bulguları ortaya çıkaran ve
"evren tesadüfle açıklanamaz" sonucuna varan bilim adamlarının çok
büyük bölümünün, aslında bu sonuca varmayı pek de istemeyen, çünkü materyalist
bakış açısına sahip olan bilim adamları oluşudur. Önceki sayfalarda sözlerini
aktardığımız Paul Davies, Arno Penzias, Fred Hoyle, Roger Penrose gibi bilim
adamlarının hiçbiri dindar bilim adamları değildir. Bilim yaparken Allah'ın
varlığına delil aramak gibi bir niyetle hareket etmemişlerdir. Ama hepsi, belki
de çoğu bunu hiç istemediği halde, evrenin ancak olağanüstü bir Yaratılış’la
açıklanabileceği sonucuna varmışlardır. Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren)
adlı kitabında bu gerçeği şöyle itiraf eder:
Bu, (fizik kanunlarının yaşam için özel olarak
tasarlanmış oluşu) nasıl mümkün olabildi?... Kanıtları inceledikçe, ısrarla
önemli bir gerçekle karşı karşıya geliyoruz; bir doğa üstü Akıl devreye girmiş
olmalıdır. Yoksa acaba bir anda, hiç de o niyeti taşımamamıza rağmen, bir İlahi
Varlık'ın var olduğuna dair bilimsel delillerle mi yüzyüze geliyoruz?27
Bir ateist olan Greenstein "acaba" diye
başlayan sorusuyla, gördüğü apaçık gerçeği anlamazlıktan gelmeye çalışmaktadır.
Ama konuya daha ön yargısız yaklaşan pek çok bilim adamı, evrenin Allah
tarafından insanın yaşamı için özel olarak yaratıldığını kabul etmektedir.
Amerikalı astrofizikçi Hugh Ross, "Dizayn ve İnsani İlke" başlıklı
bir makalesini şöyle bitirir:
Akıllı ve üstün bir Yaratıcı evreni yoktan var etmiş
olmalıdır. Akıllı ve üstün bir Yaratıcı evreni dizayn etmiş olmalıdır. Akıllı
ve üstün bir Yaratıcı Dünya gezegenini dizayn etmiş olmalıdır. Ve yine akıllı
ve üstün bir Yaratıcı hayatı tasarlamış olmalıdır.28
Bilim böylelikle Yaratılış’ı ispatlamaktadır: Allah
vardır ve etrafınızda gördüğünüz veya göremediğiniz bütün varlıkların
Yaratıcısı'dır. O, göklerin ve yerin, evrendeki muazzam denge ve düzenin tek
sahibidir.
Materyalizm ise, artık bilimin sınırları dışına itilmiş
batıl bir inanç olarak yaşamaktadır. Amerikalı genetikçi Robert Griffiths, bu
gerçeği, "kendisiyle tartışmak için bir ateist aradığımda,
(üniversitedeki) felsefe bölümüne gidiyorum. Ama fizik bölümünden pek öyle
kimse çıkmıyor artık" diyerek esprili bir biçimde ifade etmektedir.29
Özetle, evrendeki hangi fiziksel kural, hangi değişken incelense, bunların
insan yaşamına izin verebilecek özel değerlere sahip olduğu görülmektedir. Paul
Davies, bunun sonucunu The Cosmic
Blueprint (Kozmik Plan) adlı kitabının son paragrafında "bir tasarım
olduğu düşüncesi, ezici biçimde üstün gelmektedir" diye açıklar.30
Elbette evrenin "tasarlanmış" olması, Allah
tarafından yaratılıp düzenlenmiş olması demektir. Evrendeki hassas dengeler, canlı
cansız tüm varlıklar Allah'ın üstün yaratma sanatının apaçık delillerindendir.
Günümüzde bilimin ulaştığı bu sonuç ise, Kuran'da bundan 14 yüzyıl önce haber
verilmiş olan bir gerçeğin teyidinden başka bir şey değildir. O gerçek,
Kuran'da şöyle ifade edilmektedir:
Gerçekten sizin
Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır.
Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş'e, Ay’a ve
yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir. Haberiniz olsun, yaratmak da, emir
de (yalnızca) O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir. (Araf Suresi,
54)
3. BÖLÜM
ATOMLARIN RİTMİ
Eğer doğanın
derinliklerinde gerçekleşen işlerin kompleksliği, dünyanın en zeki beyinleri
tarafından bile zor anlaşılıyorsa, bu işlerin sadece birer kaza, birer kör
tesadüf eseri olduğunu nasıl düşünebiliriz?
Paul Davies,
fizik profesörü31
Big Bang, bilim adamlarının hesaplamalarına göre
günümüzden yaklaşık 17 milyar yıl önce gerçekleşti. Şu an evreni oluşturan
maddenin tümü, önceki bölümlerde incelediğimiz gibi, "yoktan var"
edildi ve olağanüstü bir denge içinde şekillendi. Ancak Big Bang'den sonra
ortaya çıkan evren, şu an içinde yaşadığımız evrenden çok daha farklı bir yer
olabilirdi.
Örneğin önceki bölümde değindiğimiz dört temel kuvvetin
değerleri biraz farklı olsalar, evren sadece radyasyondan oluşabilirdi. Bir
ışık karmaşasından ibaret olacak olan bu evrenin içinde de elbette galaksiler,
yıldızlar, gezegenler ve biz insanlar var olamazdık. Ama dört temel kuvvetin
olağanüstü derecede kusursuz bir biçimde yaratılması sayesinde, Big Bang'den
sonra bugün "madde" dediğimiz şeyin temel yapıtaşı olan atomlar
oluştu.
Bilim adamlarının ortak kabulüne göre, Big Bang'den
sonraki ilk 14 saniye içinde, evrenin en basit iki atomu oluşmaya başladı:
Hidrojen ve helyum. Big Bang'in ardından evrenin ısısı hızla düşüp, madde büyük
bir hızla etrafa dağılırken, hidrojen ve helyum atomları ortaya çıktı. Bir
başka deyişle, Big Bang'in ardından ortaya çıkan "ilk evren", sadece
hidrojenden ve helyumdan oluşan bir "gaz yığını"ydı. Eğer evren hep
böyle kalsaydı, içinde hayat olamazdı. İçinde hiçbir yıldız, gezegen, taş,
toprak, ağaç ve insan da olamazdı. Sadece boşluk içinde yüzen iki tür gazdan
ibaret bir evren, yani ölü bir evren olurdu.
Peki nasıl oldu da sadece gazlardan oluşan bu evrenin
içinde daha ağır elementler, örneğin tüm canlı yaşamın en temel yapıtaşı olan
karbon ortaya çıktı?
Bu soruyu araştıran bilim adamları, 20. yüzyılın en
şaşırtıcı bilimsel bulgularından biriyle karşılaştılar.
Elementlerin Yapısı
Kimya, maddenin iç yapısını inceleyen bilim dalıdır.
Kimyanın temeli ise periyodik tablodur. İlk kez Rus kimyager Dmitry Ivanovich
Mendeleyev tarafından oluşturulan periyodik tablo, Dünya'da bulunan elementlerin
atom yapısına göre şekillenmiştir. Periyodik tablonun en başında hidrojen yer
alır. Çünkü hidrojen, tüm elementlerin en basitidir. Çekirdeğinde tek bir
proton vardır. Bu protonun etrafında ise tek bir elektron döner.
Protonlar, atomların çekirdeklerinde yer alan ve artı (+)
elektrik yükü taşıyan parçacıklardır. Hidrojende tek bir proton varken,
periyodik tablonun ikinci sırasında yer alan helyumda iki proton vardır.
Karbonun altı, oksijenin sekiz protonu bulunur. Çekirdeklerindeki proton
sayısına göre elementler birbirlerinden ayrılırlar.
Atom çekirdeğinde protonun yanısıra yer alan bir başka
parçacık ise nötrondur. Nötronlar elektrik yükü taşımazlar; zaten
"nötron" kelimesi de "yüksüz" anlamına gelir.
Atomu oluşturan üçüncü temel parçacık ise eksi (-)
elektrik yüküne sahip olan elektronlardır. Elektronlar diğer iki parçacığın
aksine çekirdekte değil, çekirdeğin dışında yer alırlar. Her atomda,
çekirdekteki proton sayısı kadar elektron yer alır. Zıt elektrik yükleri
birbirlerini çektikleri için, elektronlar merkezdeki protonlar tarafından
çekilir, ama hızları sayesinde de bu çekimden korunurlar.
Elementler, az önce de belirttiğimiz gibi, atomlarının
yapısıyla birbirinden ayrılırlar. Bir hidrojen atomunu demirden ayıran fark,
hidrojenin proton ve elektron sayısının 1, demirinkinin ise 26 olmasıdır.
İşin önemli olan yönü, elementleri birbirine
dönüştürmenin doğal Dünya koşullarında imkansız oluşudur. Çünkü bir elementin
bir başka elemente dönüşmesi için, çekirdeğindeki proton sayısının değişmesi
gerekir. Oysa protonlar, evrendeki en büyük fiziksel güç olan güçlü nükleer
kuvvet tarafından birbirlerine bağlanırlar ve ancak "nükleer"
reaksiyonlarla yerlerinden oynatılabilirler. Fakat doğal dünya şartlarında
gerçekleşen reaksiyonların hepsi, elektron alışverişlerine dayanan ve çekirdeği
etkilemeyen kimyasal reaksiyonlardır.
Simya, Ortaçağ'da çok popüler olmuş bir uğraşıdır.
Simyacılar, üstte belirttiğimiz gerçeği bilmedikleri için, hep elementleri
birbirine dönüştürme hayalleri kurmuşlar, demir gibi metalleri altına çevirmek
için uğraşmışlardır. Oysa simya dünya koşullarında imkansızdır. Çünkü elementlerin
birbirine dönüşümü, ancak çok yüksek ısılarda gerçekleşir.
Gereken bu ısı o kadar yüksektir ki, sadece yıldızlarda
bulunur.
Simya Merkezleri: Kırmızı Devler
Elementleri birbirine dönüştürmek için gereken ısı,
yaklaşık 10 milyon derecedir. Bu yüzden gerçek anlamda bir "simya",
sadece yıldızlarda gerçekleşir. Bizim Güneşimiz gibi orta büyüklükte
yıldızlarda sürekli olarak hidrojen helyuma çevrilmekte ve böylece yüksek
enerji açığa çıkmaktadır.
Şimdi belirttiğimiz bu temel kimya bilgilerini düşünerek
Big Bang sonrasını hatırlayalım. Big Bang'den sonra evrende sadece hidrojen ve
helyum atomlarının ortaya çıktığını belirtmiştik. Astronomlar, bu atomlardan
oluşan dev bulutların, özel olarak ayarlanmış koşulların etkisiyle sıkışarak
Güneş tipi yıldızları oluşturduklarını öne sürerler. Ama bu durumda bile evren
yine iki tür elementten oluşan ölü bir gaz yığını olmaya devam edecektir. Bir
başka işlemin, bu iki gazı daha ağır elementlere çevirmesi gerekmektedir.
Bu ağır elementlerin üretim merkezleri, kırmızı
devlerdir, yani Güneş'ten ortalama 50 kat daha büyük olan devasa yıldızlar.
Kırmızı devler, Güneş tipi normal yıldızlardan çok daha
sıcaktırlar ve bu nedenle de normal yıldızların yapamadığı bir şey yaparlar:
Helyum atomlarını karbon atomlarına dönüştürürler. Ama bu dönüşüm pek öyle
basit bir şekilde gerçekleşmez. Amerikalı astronom Greenstein'in ifadesiyle "bu yıldızların derinliklerinde çok
olağanüstü bir işlem gerçekleşmektedir."32
Helyumun atom ağırlığı 2'dir; yani çekirdeğinde 2 proton
yer alır. Karbonun atom ağırlığı ise 6'dır; yani 6 protonu vardır. Kırmızı
devlerin olağanüstü sıcaklıkları içinde, üç helyum atomu biraraya gelir ve bir
karbon atomu oluşturur. Bu, Big Bang'den sonra evrenin ağır elementlere
kavuşmasını sağlayan en temel "simya" sürecidir.
Ancak bir noktayı hemen belirtmek gerekir. Helyum
atomları, yan yana geldiklerinde birbirleriyle mıknatıs gibi birleşen maddeler
değildirler. Hele üç tanesinin yan yana gelip bir anda tek bir karbon atomu
oluşturmaları imkansız gibidir. Peki o zaman karbon nasıl üretilir?
İki aşamalı bir işlemle. Önce iki helyum atomu birbiriyle
birleşir ve böylece ortaya dört protona ve dört nötrona sahip bir "ara
formül" çıkar. Üçüncü bir helyum da bu ara formüle eklendiğinde, ortaya
altı protonlu ve altı nötronlu karbon atomu çıkmış olur.
Bu ara formüle "berilyum"
denir. Kızıl devlerde ortaya çıkan berilyum, dört protondan ve dört nötrondan
oluşmaktadır. Ancak bu berilyum, berilyumun Dünya'da bulunan normal yapısından
farklıdır. Periyodik tabloda yer alan normal berilyum, fazladan bir nötrona
sahiptir. Kırmızı devlerin içinde oluşan berilyum ise farklı bir versiyondur.
Buna kimya dilinde "izotop" denir.
Konuyu inceleyen fizikçileri uzun yıllar boyunca
şaşkınlığa düşüren nokta ise, kırmızı devlerin içinde oluşan bu berilyum
izotopunun anormal derecede kararsız olmasıdır. O kadar kararsızdır ki, oluştuktan tam 0.000000000000001 saniye sonra
parçalanmaktadır!
Peki ama nasıl olmaktadır da, oluştuğu anda yok olan bu
berilyum izotopu, yanına bir tane helyumun tesadüfen gelip kendisiyle
birleşmesiyle karbona dönüşmektedir? Bu, tesadüfen üst üste geldiklerinde
0.000000000000001 saniye içinde birbirini fırlatan iki tuğlanın üzerine bir
üçüncü tuğlanın daha eklenmesi ve bu şekilde ortaya bir inşaat çıkması gibi
imkansız bir şeydir. Peki ama bu iş kızıl devlerde nasıl olmaktadır? Bu sorunun
cevabını on yıllar boyunca dünyanın tüm fizikçileri merak ettiler. Kimse bir
cevap bulamadı. Bu konuya ilk kez ışık tutan kişi ise, Amerikalı astrofizikçi
Edwin Salpeter oldu. Salpeter ilk kez bu sorunu "rezonans" kavramıyla
açıkladı..
Rezonans ve Çifte Rezonans
Rezonans, iki farklı cismin frekanslarının
(titreşimlerinin) birbirine uymasına denir.
Fizikçiler rezonansı açıklamak için bazı örneklere
başvururlar. Bunlardan bir tanesi salıncak örneğidir: Bir çocuk parkına
gittiğinizi ve salıncağa binen bir çocuğu salladığınızı düşünün. İlk başta
hareket etmeyen salıncak, sizin itişiniz sayesinde hız kazanır ve bir ileri,
bir geri hareket etmeye başlar. Siz, salıncağın arkasında durursunuz ve size
doğru her yaklaşmasında onu bir kez daha itersiniz. Ancak dikkat ederseniz,
salıncağı "uyumlu" bir biçimde itmeniz gerekir. Kol gücünüzü,
salıncağın geriye doğru ilerlemesi tam bittiği anda vermeniz gerekir. Eğer
salıncağı daha önce itmeye kalkarsanız, bir tür çarpışma olur ve salıncağın
dengesi bozulur. Eğer biraz daha geç itmeye kalkarsanız, salıncak sizden zaten
uzaklaşmış olduğu için itmenizin bir anlamı kalmaz.
Hemen herkesin yaşadığı bu olayı fizik diliyle ifade
etmek istersek, "frekansların uyumu", yani rezonans kavramını
kullanmamız gerekir. Salıncağın bir frekansı vardır; örneğin her 1.7 saniyede
bir sizin durduğunuz noktaya gelir. İşte siz de kolunuzu kullanarak her 1.7
saniyede bir salıncağı itersiniz. Eğer salıncağı biraz daha hızlı sallarsanız,
bu kez 1.5 saniyede bir, 1.4 saniyede bir gibi başka bir frekansa uyum
sağlamanız gerekir. Bu uyumu sağlarsanız, yani rezonansı yakalarsanız,
salıncağı dengeli bir şekilde itersiniz. Eğer rezonansı yakalayamazsanız,
salıncak sallanmaz.33
Rezonans, iki hareketli cismin uyumunu sağladığı gibi,
bazen hareketsiz bir cismin harekete geçmesini de sağlayabilir. Bunun örnekleri
müzik aletlerinde yaşanır. "Akustik rezonans" denen bu etki, örneğin
aynı sese akord edilmiş olan iki ayrı keman arasında yaşanır. Eğer akordları
aynı olan bu iki kemanın birisini çalarsanız, diğerinde de, hiç dokunmadığınız
halde, bir titreşim ve dolayısıyla ses oluşur. Her iki keman da aynı titreşime
ayarlandığı için, birindeki hareket diğerini de etkilemiştir.34
Salıncak ya da keman örneğinde gördüğümüz bu rezonanslar,
basit rezonanslardır. Yakalanmaları kolaydır. Ama fizikteki diğer bazı
rezonanslar, bu kadar basit değildirler. Özellikle de atom çekirdekleri
arasındaki rezonanslar, çok çok ince dengeler üzerinde kuruludurlar.
Her atom çekirdeğinin doğal bir enerji seviyesi vardır.
Fizikçiler bunları çok uzun araştırmalar sonucunda tespit etmişlerdir. Tespit
edilen bu enerji seviyeleri birbirinden çok farklıdır. Ama bazı nadir
durumlarda, bir kısım atom çekirdekleri arasında rezonanslar gerçekleştiği
tespit edilmiştir. Bu rezonans sayesinde, atom çekirdeklerinin hareketleri
birbirine uyum sağlayabilmektedir. Bu ise çekirdekleri etkileyecek olan nükleer
reaksiyonlara yardım etmektedir.35
Kırmızı devlerdeki karbon üretiminin nasıl oluştuğunu
anlamak isteyen Edwin Salpeter, helyum ile berilyum çekirdekleri arasında bu
tür bir rezonans olduğunu ileri sürdü. Salpeter, bu rezonans sayesinde helyum
atomlarının berilyum oluşturma şansının çok yüksek olabileceğini ve kırmızı
devlerdeki olayın böyle açıklanabileceğini savundu. Ama bu konuda yapılan
hesaplamalar, Salpeter'in iddiasını doğrulamadı.
Bu meseleye el atan ikinci önemli kişi ise, ünlü astronom
Fred Hoyle oldu. Hoyle, Salpeter'in rezonans iddiasını daha ileri götürdü ve "çifte rezonans" kavramını
ortaya attı. Hoyle'a göre, kırmızı devlerin içinde, hem iki helyumun berilyuma
dönüşmesini sağlayan bir rezonans, hem de bu kararsız yapıya anında üçüncü bir
helyum ekleyen ikinci bir rezonans
olmalıydı. Kimse Hoyle'a inanmadı, çünkü tek birinin bile var olması son
derece düşük bir ihtimal olan rezonansın iki kez ayrı ayrı gerçekleşmesi
imkansız görülüyordu. Hoyle yıllarca bu konuyu araştırdı, hesapladı ve sonunda
hiç kimsenin ihtimal vermediği gerçeği ortaya çıkardı: Kırmızı devlerde
gerçekten de "çifte rezonans" gerçekleşiyordu. İki helyumun rezonans
yaparak birleştiği anda, ortaya çıkan berilyum, 0.000000000000001 saniye içinde
bir üçüncü helyumla ayrı bir rezonans yapıp birleşiyor ve karbonu
oluşturuyordu.
George Greenstein, bu "çifte rezonans"ın neden
çok olağanüstü bir mekanizma olduğunu şöyle anlatır:
Bu hikayede birbirinden çok farklı üç yapı (helyum,
berilyum ve karbon) ile birbirinden çok farklı iki rezonans vardır. Bu atom
çekirdeklerinin neden bu denli uyum içinde çalıştıklarını anlamak çok zordur...
Başka nükleer reaksiyonlar buradaki gibi olağanüstü derecede şanslı bir
tesadüfler zinciriyle işlemezler... Bu, bir bisiklet, bir araba ve bir kamyon
arasında çok derin ve kompleks rezonanslar keşfetmek gibi bir şeydir. Neden bu denli ilgisiz yapılar
birbirleriyle uyum sağlasınlar? Bizim ve evrendeki tüm hayat formlarının
varlığı, bu olağanüstü işlem sayesinde mümkün olmuştur.36
İlerleyen yıllarda oksijen gibi diğer bazı elementlerin
de bu gibi olağanüstü rezonanslarla oluştuğu ortaya çıkmıştır. Bu
"olağanüstü işlem"leri ilk kez keşfeden Fred Hoyle ise, Galaxies, Nuclei and Quasars
(Galaksiler, Çekirdekler ve Kuasarlar) adlı kitabında bunun birer tesadüf
olamayacak kadar planlı bir işlem olduğu sonucuna varmış ve koyu bir
materyalist olmasına rağmen, keşfettiği çifte rezonansın "ayarlanmış bir
iş" olduğunu kabul etmiştir.37 Bir başka makalesinde ise şöyle
yazmıştır:
Eğer yıldız nükleosentezi (atom çekirdeği birleşimi)
yoluyla karbon ya da oksijen üretmek isterseniz, ayarlamanız gereken iki ayrı düzey
vardır. Ve yapmanız gereken ayar, tam da şu anda yıldızlarda var olan
ayardır... Gerçeklerin akıl süzgecinden geçirilerek yorumlanışı ortaya
koymaktadır ki, üstün bir Akıl, fiziğe,
kimyaya ve biyolojiye müdahale etmiştir ve doğada varlığından söz etmeye
değer bilinçsiz güçler yoktur. Gerçeklerin hesaplanmasıyla ortaya çıkan sayılar
o kadar akıl almazdır ki, beni bu sonucu tartışmasız biçimde kabul etmeye
götürmektedir.38
Hoyle, diğer bilim adamlarının da bu açık gerçeği
görmezlik edemeyeceklerini şöyle vurgulamıştır:
Kanıtları inceleyen herhangi bir bilim adamının kendisini
şu sonucu çıkarmaktan alıkoyabileceğini sanmıyorum: Fizik kanunları, yıldızların içinde gerçekleştirdikleri sonuçlara
bakılırsa, bilinçli olarak düzenlenmişlerdir.39
Bilim adamlarının karşılaştıkları açık gerçekler
sonucunda vardıkları bu nokta bize Kuran'da 1400 sene öncesinden
bildirilmiştir. Allah göklerin yaratılışındaki uyumu bir ayetinde şöyle
bildirir: "Görmüyor musunuz; Allah,
yedi göğü birbirleriyle bir uyum (mutabakat) içinde yaratmıştır?" (Nuh
Suresi, 15)
Küçük Simya Merkezi: Güneş
Üstte anlattığımız helyum-karbon dönüşümü, kırmızı
devlerin simyasıdır. Bizim Güneşimiz gibi daha küçük yıldızlarda ise, daha
mütevazi bir simya işlemi gerçekleşir. Başta da belirttiğimiz gibi, Güneş,
hidrojen atomlarını helyuma dönüştürür ve sahip olduğu enerjiyi de bu nükleer
reaksiyondan elde eder.
Güneş'teki bu nükleer reaksiyon da, bizim yaşamımız için
en az kırmızı devlerdeki reaksiyon kadar zorunludur. Dahası, Güneş'teki nükleer
reaksiyon da, kırmızı devlerdeki kadar "ayarlanmış bir iş"tir.
Güneş'teki nükleer reaksiyonun ilk elementi olan
hidrojen, daha önce de belirttiğimiz gibi evrendeki en basit elementtir.
Çekirdeğinde sadece tek bir proton yer alır. Helyumun çekirdeğinde ise iki
proton ve iki nötron bulunur. Güneş'te gerçekleşen işlem ise, dört hidrojenin
birleşip bir helyum yapmasıdır. Bu işlem sırasında çok büyük bir enerji açığa
çıkar. Dünya'ya gelen ısı ve ışık enerjisinin neredeyse tamamı, Güneş'in
içindeki bu nükleer reaksiyonla oluşmaktadır.
Ancak, aynı kırmızı devlerde olduğu gibi, bu nükleer
reaksiyon da aslında pek beklenmedik bir işlemdir. Rastgele etrafta gezen dört
atomun bir araya gelip bir anda helyum yapmaları mümkün değildir. Bunun için,
yine aynı kırmızı devlerde olduğu gibi, iki aşamalı bir işlem gerçekleşir. Önce
iki hidrojen birleşir ve bir proton ve bir nötrona sahip bir "ara formül" meydana
getirirler. Bu ara formüle "dötron"
adı verilir.
Peki dötronu birarada tutan, iki ayrı atom çekirdeğini
birbirine yapıştıran kuvvet nedir? Bu kuvvet, bir önceki bölümde değindiğimiz
"güçlü nükleer kuvvet"tir. Evrenin en büyük fiziksel kuvveti budur.
Yerçekiminden milyar kere milyar kere milyar kere milyar kat daha
güçlüdür. Bu gücü sayesinde iki hidrojen
çekirdeğini birbirine yapıştırabilmektedir.
Ancak araştırmalar göstermiştir ki, güçlü nükleer kuvvet,
bu işi yapmaya ancak yetebilmektedir. Eğer şu anda sahip olan değerinden biraz
bile daha zayıf olsa, iki hidrojen çekirdeğini birleştiremeyecektir. Yan yana
gelen iki proton, hemen birbirlerini itecekler ve böylece Güneş'teki nükleer
reaksiyon başlamadan bitecektir. Yani Güneş hiç var olmayacaktır. George
Greenstein, bu gerçeği "eğer güçlü
nükleer kuvvet biraz bile daha zayıf olsaydı, o zaman Dünya'nın ışığı hiçbir
zaman yanmayacaktı" diye açıklar.40
Peki acaba güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa ne
olur? Bu soruya cevap vermeden önce, iki hidrojenin bir dötrona dönüşmesi
işlemine bir daha bakalım. Dikkat edilirse, bu işlemin iki ayrı yönü vardır:
Önce bir proton, yükünü kaybederek nötrona dönüşmektedir. Sonra da bu nötron
bir başka protonla birleşip dötron atomunu oluşturmaktadır. Birleşmeyi sağlayan
güç, belirttiğimiz gibi güçlü nükleer kuvvettir. Protonu nötrona dönüştüren güç
ise bundan farklıdır; bu "zayıf nükleer kuvvet"tir. Zayıf nükleer
kuvvetin bir protonu nötron haline getirmesi yaklaşık 10 dakika sürer. Bu, atom
düzeyinde çok uzun bir süredir ve Güneş'teki nükleer reaksiyonun "yavaş
yavaş" sürmesini sağlar.
Şimdi bu bilgi üzerine tekrar aynı soruyu soralım: Eğer güçlü
nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa ne olur? Eğer böyle olsa, Güneş'teki
reaksiyon tamamen değişecektir. Çünkü bu durumda, zayıf nükleer kuvvet tamamen
devre dışı kalacaktır. Güçlü nükleer kuvvet, bir protonun 10 dakika içinde
nötrona değişmesini beklemeden, anında iki protonu birbirine yapıştıracaktır.
Bunun sonucunda da dötron yerine iki protonlu tek bir atom çekirdeği
oluşacaktır.
Ortaya çıkacak olan bu yapıya bilim adamları
"di-proton" adını verirler. Gerçekte böyle bir şey yoktur, bu hayali
bir elementtir. Ama eğer güçlü nükleer kuvvet biraz daha güçlü olsa, o zaman
Güneş'in içinde di-proton ortaya çıkacaktır. Bu ise "yavaş yavaş"
yanmakta olan Güneş'in yapısını tamamen değiştirecektir. George Greenstein,
"güçlü kuvvetin biraz daha güçlü olması durumunda" olacakları şöyle
açıklar:
Güneş böyle bir durumda tamamen değişecektir, çünkü artık
Güneş'teki reaksiyonun ilk aşaması dötron üretimi değil, di-proton üretimi
olacaktır. Zayıf nükleer kuvvetin rolü ortadan kalkacak ve sadece güçlü nükleer
kuvvet devreye girmiş olacaktır... Ve bu durumda Güneş'in yakıtı aniden çok çok
etkili bir yakıt haline gelecektir. O kadar iyi bir yakıttır ki bu, Güneş ve
ona benzer diğer tüm yıldızlar, birkaç saniye içinde havaya uçacaktır.41
Güneş'in havaya uçması ise, birkaç dakika sonra tüm
Dünya'yı ve üzerindeki tüm canlıları alevlere boğacak, mavi gezegen birkaç
saniye içinde kömür haline gelecektir. Ama güçlü nükleer kuvvetin gücü, tam
olması gerektiği düzeyde olduğu için, Güneşimiz dengeli bir nükleer reaksiyon
gerçekleştirir ve "yavaş yavaş" yanar.
Tüm bunlar, güçlü nükleer kuvvetin gücünün, tam insan
yaşamına imkan verecek biçimde ayarlanmış olduğunu göstermektedir. Eğer bu
ayarlamada bir hata olsaydı, Güneş gibi yıldızlar ya hiç var olmazlar, ya da
oluştukları andan çok kısa bir süre sonra korkunç birer patlamayla yok
olurlardı.
Bir başka deyişle, Güneş'in yapısı da rastlantısal,
amaçsız bir yapı değildir. Aksine, Allah, "Güneş
ve Ay, belli bir hesap iledir" ayetiyle (Rahman Suresi, 5) Kuran'da
bizlere bildirmiş olduğu gibi, bu yıldızı insanın yaşamı için özel bir şekilde
yaratmıştır.
Protonlar ve Elektronlar
Buraya kadar incelediklerimiz, atom çekirdeğini etkileyen
kuvvetlerin dengesiyle ilgiliydi. Ancak atomun içinde, hala değinmediğimiz çok
önemli bir denge daha vardır. Bu, atom çekirdeği ile dışındaki elektronlar
arasındaki dengedir.
Elektronların, çekirdeğin etrafında sürekli olarak
döndüklerini biliyoruz. Bunun nedeni, elektrik yüküdür. Bütün elektronlar eksi
(-) elektrik yükü ile, bütün protonlar ise artı (+) yüküyle yüklüdürler. Ve
fiziksel olarak zıt kutuplar birbirini çeker, aynı kutuplar birbirini iter.
Dolayısıyla atomun çekirdeğindeki artı yükü, elektronları kendine doğru çeker.
Bu nedenle elektronlar, hızlarının kendilerine verdiği merkez-kaç gücüne rağmen,
çekirdeğin çevresinden ayrılmazlar.
Atomların bu elektriksel yükle ilgili olarak çok önemli
bir de dengeleri vardır. Merkezde ne kadar proton varsa, atomun dışında da o
kadar elektron olur. Örneğin oksijen atomunun merkezinde 8 protonu vardır ve
dolayısıyla 8 tane de elektronu bulunur. Bu sayede atomların elektriksel yükü
dengelenir.
Bunlar çok temel kimya bilgileridir. Ancak bu bilgiler
içinde çoğu kimsenin dikkat etmediği bir nokta vardır: Proton, elektrondan çok
daha büyüktür. Protonun hacmi de, kütlesi de, elektrondan çok daha fazladır.
Eğer bir büyüklük karşılaştırması yapmak gerekirse, aralarındaki fark, bir
insanla bir fındık arasındaki fark gibidir. Yani elektronla protonun pek
"dengeli" bir fiziksel yapıları yoktur.
Ama elektrik yükleri birbirinin aynıdır!
Birisi artı elektrik yüküne, öteki eksi elektrik yüküne
sahiptir, ama bu yüklerin şiddeti birbiriyle tamamen eşittir. Oysa bunu
zorlayan hiçbir neden yoktur. Aksine, fiziksel olarak beklenmesi gereken durum,
elektronun elektrik yükünün çok daha az olmasıdır.
Peki acaba durum böyle olsaydı, yani proton ve elektronun
elektriksel yükleri eşit olmasaydı ne olurdu?
Bu durumda evrendeki tüm atomlar, protondaki fazla artı
elektrik nedeniyle, artı elektrik yüküne sahip olacaklardı. Bunun sonucunda da
evrendeki her atom birbirini itecekti.
Acaba bu durum şu an gerçekleşse ne olur? Evrendeki
atomların her biri birbirini itse neler yaşanır?
Yaşanacak olan şeyler çok olağandışıdır. Öncelikle sizin
bedeninizde yaşanacak olan değişikliklerle başlayalım. Atomlardaki bu
değişiklik oluştuğu anda, şu anda bu kitabı tutan elleriniz ve kollarınız bir
anda paramparça olurlar. Sadece elleriniz ve kollarınız değil, gövdeniz,
bacaklarınız, başınız, gözleriniz, dişleriniz, kısaca vücudunuzun her parçası
bir anda havaya uçar. İçinde oturduğunuz oda, pencereden gözüken dış dünya da
bir anda havaya uçar. Yeryüzündeki tüm denizler, dağlar, Güneş Sistemi'ndeki
tüm gezegenler ve evrendeki bütün gök cisimleri aynı anda sonsuz parçaya
ayrılıp yok olurlar. Ve bir daha da evrende hiçbir gözle görülür cisim var
olmaz. Evren dediğimiz şey, sürekli olarak birbirlerini iten atomların
karmaşasından ibaret olur.
Peki acaba bu mutlak felaketin yaşanması için, elektron
ve protonun elektrik yüklerinde ne kadarlık bir dengesizlik oluşması gerekir?
Yüzde bir farklılık olsa yine de bu felaket yaşanır mı? Yoksa kritik sınır
binde bir midir? George Greenstein, The
Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren) adlı kitabında bu konuda şunları
söyler:
Eğer iki elektrik yükü 100 milyarda bir oranında bile
farklılaşsaydı, bu, insanlar, taşlar gibi küçük cisimlerin parçalanmasına
yetecekti. Dünya ve Güneş gibi daha büyük cisimler içinse, bu denge daha
hassastır. Gök cisimlerinin ihtiyaç duyacakları denge, milyar kere milyarda
birlik bir dengedir.42
Bu denge de bize bir kez daha ispatlamaktadır ki, evren,
rastgele ortaya çıkmamış, belirli bir amaca yönelik olarak düzenlenmiştir.
Astrofizikçi W. Press'in Nature dergisindeki bir makalesinde yazdığı gibi, "evrende, akıllı yaşamın gelişmesini
destekleyen büyük bir tasarım bulunmaktadır".43
Ve elbette her tasarım, kendisini meydana getiren bir
aklın varlığını ispatlar. Tüm evreni yoktan vareden ve üstün güç ve kudret
sahibi olan alemlerin Rabbi Allah'tır. Kuran'da bildirildiği gibi, “Allah, göğü bina etmiş, sonra ona belli
bir düzen vermiştir.” (Naziat Suresi, 27-28)
Evrendeki cisimlerin üstte incelediğimiz olağanüstü
dengeler sayesinde kararlı bir şekilde durmaları ise, Allah'ın yaratışındaki
kusursuzluğu gösteren bir delildir. Kuran'da bildirilmiş olduğu gibi, "Göğün ve yerin O'nun emriyle durması
da, O'nun ayetlerindendir". (Rum Suresi, 25)
4. BÖLÜM
GÖKLERDEKİ DÜZEN
... Öyleyse
maddenin ardında başka bir şey olmalıdır, bir şekilde onu kontrol eden bir şey.
Ve bu, denilebilir ki, bir Yaratıcı'nın varlığının matematiksel kanıtıdır.
Guy Murchie,
Amerikalı bilim yazarı44
Milattan sonra 1054 yılının 4 Temmuz gecesi, Çin
İmparatorluğu'nun astronomları, gökyüzünde çok dikkat çekici bir olayın
gerçekleştiğini gözlemlediler. Gökyüzündeki boğa burcunun yakınlarında, aniden
çok parlak bir yıldız ortaya çıktı. Yıldız o kadar parlaktı ki, ışığı
gündüzleri bile kolaylıkla farkedilebiliyor, gece ise neredeyse Ay'dan daha
parlak görünüyordu.
Çinli astronomların gördükleri ve kaydettikleri bu olay,
evrendeki en ilginç astronomik oluşumlardan biriydi aslında. Bu bir
"süpernova"ydı.
Süpernova deyimi, astronomlar tarafından bir yıldızın
patlayarak dağılmasını isimlendirmek için kullanılır. Dev bir yıldız, korkunç
bir patlama ile kendisini yok eder ve içindeki madde de yine korkunç bir hızla
dört bir yana dağılır. Bu patlama sırasında yayılan ışık, yıldızın normal
ışımasından binlerce kat daha kuvvetlidir.
Astronomlar süpernovaların evrenin oluşumunda çok önemli
bir rol oynadığını düşünürler. Bu patlamalar, astronomların tahminine göre,
maddenin evrende bir noktadan başka noktalara taşınması işine yarar. Patlama
sonucunda dağılan yıldız artıklarının, evrenin başka köşelerinde birikerek
yeniden yıldızlar ya da yıldız sistemleri oluşturduğu varsayılmaktadır. Bu
varsayıma göre, Güneş, Güneş Sistemi içindeki gezegenler ve bu arada elbette
bizim Dünyamız da, çok eski zamanlarda gerçekleşmiş bir süpernova patlamasının
sonucunda ortaya çıkmıştır.
Ancak işin ilginç yanı, ilk bakışta basit birer patlama
gibi durabilecek olan süpernovaların, gerçekte çok hassas bazı dengeler üzerine
kurulmuş olmalarıdır. Michael Denton, Nature's
Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında şöyle yazar:
Süpernovalar ve aslında bütün yıldızlar arasındaki
mesafeler çok kritik bir konudur. Galaksimizde yıldızların birbirlerine
ortalama uzaklıkları 30 milyon mildir. Eğer bu mesafe biraz daha az olsaydı,
gezegenlerin yörüngeleri istikrarsız hale gelirdi. Eğer biraz daha fazla
olsaydı, bir süpernova tarafından dağıtılan madde o kadar dağınık hale
gelecekti ki, bizimkine benzer gezegen sistemleri büyük olasılıkla asla
oluşamayacaktı. Eğer evren yaşam için uygun bir mekan olacaksa, süpernova
patlamaları çok belirli bir oranda gerçekleşmeli ve bu patlamalar ile diğer tüm
yıldızlar arasındaki uzaklık, çok belirli bir uzaklık olmalıdır. Bu uzaklık, şu
an zaten var olan uzaklıktır.45
Süpernovaların oranları ve yıldızların mesafeleri,
aslında evrenin sahip olduğu büyük düzenin çok küçük iki ayrıntısıdır. Evreni
biraz daha detaylı olarak incelediğimizde ise, karşılaştığımız düzen olağanüstüdür.
Boşluklar Niçin Var?
Önceki bölümlerde incelediklerimizi kısaca hatırlayalım:
Big Bang'den sonra ortaya çıkan evren, öncelikle sadece hidrojen ve helyumdan
ibaret bir gaz yığını olmuş, sonra ise bu gaz yığını, özellikle tasarlanmış
olduğu açık olan nükleer reaksiyonlarla daha ağır elementleri meydana
getirmiştir. Ama evrenin yaşam için uygun bir yer haline dönüşmesi, sadece ağır
elementlerin varlığıyla mümkün olmaz. Bundan da önemli olan bir nokta, evrenin
nasıl bir şekil ve düzen aldığıdır.
Bu incelemeye, önce evrenin ne kadar büyük olduğuna
bakarak başlayalım.
Dünya gezegeni, bildiğimiz gibi Güneş Sistemi'nin bir
parçasıdır. Bu sistem, evrenin içindeki diğer yıldızlara göre orta-küçük bir
yıldız olan Güneş'in etrafında dönmekte olan dokuz gezegenden ve onların elli
dört uydusundan oluşur. Dünya, sistemde Güneş'e en yakın üçüncü gezegendir.
Önce bu sistemin büyüklüğünü kavramaya çalışalım.
Güneş'in çapı, Dünya'nın çapının 103 katı kadardır. Bunu bir benzetmeyle
açıklayalım; eğer çapı 12.200 km. olan Dünya'yı bir misket büyüklüğüne
getirirsek, Güneş de bildiğimiz futbol toplarının iki katı kadar büyüklükte
yuvarlak bir küre haline gelir. Ama asıl ilginç olan, aradaki mesafedir.
Gerçeklere uygun bir model kurmamız için, misket büyüklüğündeki Dünya ile top
büyüklüğündeki Güneş'in arasını yaklaşık 280 metre yapmamız gerekir. Güneş
Sistemi'nin en dışında bulunan gezegenleri ise kilometrelerce öteye taşımamız
gerekecektir.
Ancak bu kadar dev bir boyuta sahip olan Güneş Sistemi,
içinde bulunduğu Samanyolu Galaksisine oranla oldukça mütevazidir. Çünkü
Samanyolu Galaksisinin içinde, Güneş gibi ve çoğu ondan daha büyük olmak üzere
yaklaşık 250 milyar yıldız vardır. Bu yıldızların içinde Güneş'e en yakın olanı
Alpha Centauri'dir. Eğer Alpha Centauri'yi az önce yaptığımız ölçeğe, yani
Dünya'nın misket büyüklüğünde olduğu ve Güneş ile Dünya'nın arasının 280 metre
tuttuğu ölçeğe yerleştirirsek, onu
Güneş'in 78 bin kilometre uzağına koymamız gerekir!
Modeli biraz daha küçültelim. Dünya'yı gözle zor görülen
bir toz zerresi kadar yapalım. O zaman Güneş fındık büyüklüğünde olacak ve
Dünya'ya üç metre mesafede yer alacaktır. Bu ölçek içinde Alpha Centauri'yi ise
Güneş'ten 640 kilometre uzağa koymamız gerekir.
Samanyolu Galaksisi, işte aralarında bu denli olağanüstü
mesafeler bulunan 250 milyar yıldızı barındırır. Spiral şeklindeki bu
galaksinin kollarının birisinde, bizim Güneşimiz yer almaktadır.
Ancak ilginç olan, Samanyolu Galaksisinin de uzayın
geneli düşünüldüğünde çok "küçük" bir yer oluşudur. Çünkü uzayda başka
galaksiler de vardır, hem de tahminlere göre, yaklaşık 300 milyar kadar!... Bu
galaksilerin arasındaki boşluklar ise, Güneş ile Alpha Centauri arasındaki
boşluğun milyonlarca katı kadardır.
George Greenstein, bu akıl almaz büyüklükle ilgili, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren)
adlı kitabında şöyle yazar:
Eğer yıldızlar birbirlerine biraz daha yakın olsalar,
astrofizik çok da farklı olmazdı. Yıldızlarda, nebulalarda ve diğer gök
cisimlerinde süregiden temel fiziksel işlemlerde hiçbir değişim gerçekleşmezdi.
Uzak bir noktadan bakıldığında, Galaksimizin görünüşü de şimdikiyle aynı
olurdu. Tek fark, gece çimler üzerine uzanıp da izlediğim gökyüzünde çok daha
fazla sayıda yıldız bulunması olurdu. Ama pardon, evet; bir fark daha olurdu:
Bu manzarayı seyredecek olan "ben" olmazdım... Uzaydaki bu devasa
boşluk, bizim varlığımızın bir ön şartıdır.46
Greenstein, bunun nedenini de açıklar; uzaydaki büyük
boşluklar, bazı fiziksel değişkenlerin tam insan yaşamına uygun biçimde
şekillenmesini sağlamaktadır. Ayrıca Dünya'nın, uzay boşluğunda gezinen dev gök
cisimleriyle çarpışmasını engelleyen etken de, evrendeki gök cisimlerinin
arasının bu denli büyük boşluklarla dolu oluşudur.
Kısacası evrendeki gök cisimlerinin dağılımı, insanın
yaşamı için tam olması gereken yapıdadır. Dev boşluklar, amaçsız yere ortaya
çıkmamışlardır; amaçlı bir Yaratılış’ın sonucudurlar.
Entropi ve Düzenlilik
Evrendeki düzenin anlamını kavramak için, öncelikle
evrenin en temel fizik yasalarından biri olan, Termodinamiğin İkinci Kanunu'ndan
söz etmek gerekir.
Termodinamiğin İkinci Kanunu, evrende kendi haline, doğal
şartlara bırakılan tüm sistemlerin, zamanla doğru orantılı olarak düzensizliğe,
dağınıklığa ve bozulmaya doğru gideceğini söyler. Aynı gerçek "Entropi
Kanunu" olarak da ifade edilir. Entropi, fizikte bir sistemin içerdiği
düzensizliğin ölçüsüdür. Bir sistemin düzenli, organize ve planlı bir yapıdan
düzensiz, dağınık ve plansız bir hale geçmesi o sistemin entropisini artırır.
Bir sistemdeki düzensizlik ne kadar fazlaysa, o sistemin entropisi de o kadar
yüksek demektir.
Bu gerçek hepimizin yaşamları sırasında da yakından
gözlemlediği bir durumdur. Örneğin bir arabayı çöle götürüp bırakır ve aylar
sonra durumunu kontrol ederseniz, elbette ki onun eskisinden daha gelişmiş,
daha bakımlı bir hale gelmesini bekleyemezsiniz. Aksine lastiklerinin patlamış,
camlarının kırılmış, kaportasının paslanmış, motorunun çürümüş olduğunu
görürsünüz. Ya da evinizi "kendi haline" bırakırsanız, her geçen gün
daha düzensizleştiğini, dağıldığını, tozlandığını görürsünüz. Ancak herhangi
bir müdahale ile (yani evi temizleyip düzenleyerek) bu süreci geriye
çevirebilirsiniz.
Termodinamiğin İkinci Kanunu ya da diğer adıyla Entropi
Kanunu, doğruluğu teorik ve deneysel olarak kesin biçimde kanıtlanmış bir kanundur.
Öyle ki yüzyılımızın en önemli bilim adamı kabul edilen Albert Einstein, bu
kanunu "bütün bilimlerin birinci kanunu" olarak tanımlamıştır.
Amerikalı bilim adamı Jeremy Rifkin, Entropy: A New World View (Entropi: Yeni Bir Dünya Görüşü) adlı kitabında şöyle
der:
Entropi Kanunu, tarihin bundan sonraki ikinci devresinde,
hükmedici düzen şeklinde kendini gösterecektir. Albert Einstein, bu kanunun bütün bilimlerin birinci kanunu
olduğunu söylemiştir; Sir Arthur Eddington ondan, bütün evrenin en üstün metafizik kanunu olarak bahseder.47
İşin ilginç yanı ise, entropi kanununun, evrenin her
türlü doğaüstü müdahaleye kapalı bir madde yığını olduğunu iddia eden
materyalizmi kesin biçimde geçersiz kılmasıdır. Çünkü evrende çok belirgin bir
düzen vardır, ama evrenin kendi kanunları bu düzeni bozmaya yöneliktir. Bundan
iki sonuç çıkmaktadır:
1) Evren materyalistlerin iddia ettiği gibi sonsuzdan
beri var olamaz. Çünkü eğer böyle olsa, Termodinamiğin İkinci Kanunu, şimdiye
kadar çoktan evrendeki entropiyi maksimum düzeye çıkarmış olurdu ve evren,
hiçbir düzene sahip olmayan tekdüze (homojen) bir madde yığını haline gelirdi.
2) Big Bang'in ardından evrenin hiçbir doğaüstü müdahale
ve kontrol olmadan şekillendiği iddiası da geçersizdir. Çünkü Big Bang'in
ardından ortaya çıkan evren, sadece düzensizliğin hüküm sürdüğü bir evrendir.
Ama bu evrende giderek düzenlilik artmış ve evren bugünkü düzenli yapısına
kavuşmuştur. Bu, doğa kanunlarına (entropi yasasına) aykırı bir biçimde
gerçekleştiğine göre, demek ki evren doğaüstü bir yaratılışla düzenlenmiştir.
Bu ikinci maddeyi bir örnekle açıklayalım. Evreni, içinde
yığınla taşlar ve kayalar olan dev bir mağara olarak düşünelim. Bu mağarayı
doğal şartlara bırakır ve milyarlarca yıl beklerseniz, ilk halinden bile daha
düzensizleştiğini (taşların ufalandığını, birbirleriyle karışıp tekdüze ve
şekilsiz bir yapı haline geldiklerini) görürsünüz. Ama eğer milyarlarca yıl
sonra mağaranın içinde bu taşlardan yapılmış ve ince ince işlenmiş heykeller
bulursanız, bu düzenliliğin doğa kanunları ile açıklanamayacağına hemen karar
verirsiniz. Yapılabilecek tek açıklama, bu mağaranın bir "akıl"
tarafından düzenlenmiş olduğudur.
İşte evrende hüküm süren düzen de, bizlere evrene hakim
olan üstün bir Aklın varlığını gösterir. Nobel ödüllü ünlü Alman fizikçi Max
Planck, evrendeki bu düzeni şöyle açıklar:
Özetlemek gerekirse, pozitif bilimler tarafından doğanın
dev yapısı hakkında bize öğretilen her şey, kesin bir düzenin hüküm sürdüğünü
göstermektedir, bu insan zihninden bağımsız bir düzendir. Algılarımızla
tanımlayabildiğimiz kadarıyla, bu düzen
ancak amaçlı bir düzenleme sayesinde ortaya çıkmış olabilir. Dolayısıyla
evrenin bilinçli bir düzene sahip olduğuna dair açık kanıt vardır.48
Evrenin sonsuzdan beri var olduğunu ve hiçbir biçimde
düzenlenmediğini savunan materyalizm, evrendeki büyük denge ve düzen karşısında
büyük bir açmazdadır. Paul Davies, bunu şöyle ifade eder:
Evrende nereye bakarsak bakalım, en uzaktaki
galaksilerden atomun derinliklerine kadar, bir düzenle karşılaşırız... Bu
düzenli, özel evrenin merkezinde "bilgi" kavramı yatmaktadır. Yüksek
derecede özelleşmiş olan ve organize edilmiş bir düzenleme sergileyen bir
sistem, tarif edilebilmek için çok yoğun bir bilgi gerektirir. Ya da bir başka
deyişle bu sistem yoğun bir "bilgi" içermektedir...
Bu durumda çok merak uyandırıcı bir soru ile karşı
karşıya geliriz. Eğer bilgi ve düzen, sürekli olarak yok olmaya yönelik doğal
bir eğilime sahiplerse, Dünya'yı çok özel bir yer kılan bütün o bilgi ilk başta nereden gelmiştir? Evren, zembereği yavaş yavaş
boşalan bir saate benzemektedir. Öyleyse
ilk başta nasıl kurulmuştur?49
Einstein ise, evrendeki söz konusu düzenin
"beklenmedik" bir şey olduğunu ve aslında bir "mucize"
sayılması gerektiğini şöyle açıklamıştır:
Açıkçası, a priori (önkabul) olarak, Dünya'nın, ancak
bizim onu düzenleyici aklımızla düzenlediğimiz takdirde kanunlu (düzenli) hale
gelebileceğini beklememiz gerekir. Bu, bir lisandaki kelimelerin alfabetik
dizilimi gibi bir düzen olacaktır... Ama maddesel
Dünya'da, a priori olarak beklemememiz gereken çok yüksek seviyede bir düzen
vardır. Bu bir "mucize"dir ve bilgimizin gelişmesine paralel
olarak daha da güçlenmektedir.50
Kısacası evrende var olan ve büyük bir "bilgi"
içeren düzen, tüm evrene hakim olan üstün bir Yaratıcı tarafından oluşturulmuştur.
Daha açık bir ifadeyle, tüm evren, Allah tarafından yaratılmıştır,
düzenlenmiştir ve O'nun tarafından bozulmaya uğramaktan korunmaktadır.
Nitekim Allah Kuran'da göklerin ve yerin ancak Kendi
kudreti altında iken bozulmaya uğramadığını şöyle bildirmektedir:
Şüphesiz Allah,
gökleri ve yeri zeval bulurlar diye (her an kudreti altında) tutuyor. Andolsun,
eğer zeval bulacak olurlarsa, Kendisi’nden sonra artık kimse onları tutamaz.
Doğrusu O, Halim'dir, bağışlayandır. (Fatır Suresi, 41)
Evrendeki bu İlahi düzen, materyalistlerin ortaya attığı
"evren başıboş bir madde yığınıdır" iddiasının saçmalığını da açıkça
ortaya koymaktadır. Allah, bunu bir başka ayetinde şöyle açıklar:
Eğer hak, onların
heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer ve
bunların içinde olan herkes (ve her şey) bozulmaya uğrardı... (Müminun Suresi,
71)
Güneş Sistemi
Evrendeki düzenliliği en açık olarak gözlemlediğimiz
alanlardan biri de, Dünyamızın içinde bulunduğu Güneş Sistemi'dir. Güneş
Sistemi'nde 8 ayrı gezegen ve bu gezegenlere bağlı 54 ayrı uydu yer alır. Bu
gezegenler, Güneş'e olan yakınlıklarına göre; Merkür, Venüs, Dünya, Mars,
Jüpiter, Satürn, Neptün, Uranüs’tür. Bu gezegenlerin ve 54 uydularının içinde
yaşama uygun bir yüzey ve atmosfere sahip olan yegane gök cismi ise Dünya'dır.
Güneş Sistemi'nin yapısını incelediğimizde, yine büyük
bir denge ile karşılaşırız. Gezegenleri dondurucu soğukluktaki dış uzaya
savrulmaktan koruyan etki, Güneş'in "çekim
gücü" ile gezegenin "merkez-kaç
kuvveti" arasındaki dengedir. Güneş sahip olduğu büyük çekim gücü
nedeniyle tüm gezegenleri çeker, onlar da dönmelerinin verdiği merkez-kaç
kuvveti sayesinde bu çekimden kurtulurlar. Ama eğer gezegenlerin dönüş hızları
biraz daha yavaş olsaydı, o zaman bu gezegenler hızla Güneş'e doğru çekilirler
ve sonunda Güneş tarafından büyük bir patlamayla yutulurlardı.
Bunun tersi de mümkündür. Eğer gezegenler daha hızlı
dönseler, bu sefer de Güneş'in gücü onları tutmaya yetmeyecek ve gezegenler dış
uzaya savrulacaklardı. Oysa çok hassas olan bu denge kurulmuştur ve sistem bu
dengeyi koruduğu için devam etmektedir. Bu arada söz konusu dengenin her
gezegen için ayrı ayrı kurulmuş olduğuna da dikkat etmek gerekir. Çünkü
gezegenlerin Güneş'e olan uzaklıkları çok farklıdır. Dahası, kütleleri çok
farklıdır. Bu nedenle, hepsi için ayrı dönüş hızlarının belirlenmesi lazımdır
ki, Güneş'e yapışmaktan ya da Güneş'ten uzaklaşıp uzaya savrulmaktan
kurtulsunlar.
Materyalist astronomi anlayışı, Güneş Sistemi'nin
kökeninin doğal fiziksel süreçlerle açıklanabileceğini, yani bu sistemin
kendiliğinden ve tesadüfen oluşabileceğini iddia eder. Ancak son 300 yıldır bu
konuda ortaya atılan tüm farklı teoriler hiçbir bilimsel delili olmayan birer
spekülasyondan ileri gidememiştir. Güneş Sistemi'nin kökeni, materyalist bir
bakış açısıyla açıklamaya çalışanlar için bir sır konumundadır.
Güneş Sistemi'ndeki olağanüstü hassas dengeyi keşfeden
Kepler, Galilei gibi astronomlar ise, bu sistemin çok açık bir Yaratılış’ı
gösterdiğini ve Allah'ın evrene olan hakimiyetinin bir delili olduğunu
belirtmişlerdir. Güneş Sistemi'nin yapısı hakkında önemli keşiflerde bulunan
-ve "yaşamış en önemli bilim adamı" sayılan- Isaac Newton ise şöyle
yazmıştır:
Güneş'ten, gezegenlerden ve kuyruklu yıldızlardan oluşan
bu çok hassas sistem, sadece akıl ve güç sahibi bir Varlık'ın amacından ve
hakimiyetinden kaynaklanabilir... O, bunların hepsini yönetmektedir ve bu
egemenliği dolayısıyladır ki O'na, "Üstün Kuvvet Sahibi Rab" denir.51
Dünya'nın Yeri
Güneş Sistemi'ndeki bu muhteşem dengenin yanısıra,
üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin bu sistem ve genel olarak uzay içindeki
yeri de, yine kusursuz bir Yaratılış’ın varlığını göstermektedir.
Son astronomik bulgular, sistemdeki diğer gezegenlerin
varlığının, Dünya'nın güvenliği ve yörüngesi için büyük önem taşıdığını
göstermiştir. Jüpiter'in konumu buna bir örnektir. Güneş Sistemi'nin en büyük
gezegeni olan Jüpiter, varlığıyla aslında Dünya'nın dengesini sağlamaktadır.
Astrofizik hesaplamalar, Jüpiter'in bulunduğu yörüngedeki varlığının, sistemdeki
Dünya gibi diğer gezegenlerin yörüngelerinin istikrarlı olmasını sağladığını
ortaya çıkarmıştır. Jüpiter'in Dünya'yı koruyucu ikinci bir işlevini ise,
gezegen bilimci George Wetherill "Jüpiter Ne Kadar Özel" adlı bir
makalede şöyle açıklar:
Jüpiter'in bulunduğu yerde eğer bu büyüklükte bir gezegen
var olmasaydı, Dünya, gezegenler arası boşlukta gezinen meteorlara ve
kuyrukluyıldızlara yaklaşık bin kat daha fazla hedef olurdu... Eğer Jüpiter
olduğu yerde olmasaydı, şu anda biz de Güneş Sistemi'nin kökenini araştırmak
için var olamazdık.52
Kısacası Güneş Sistemi'nin yapısı, canlılığın var
olabilmesi için özel bir düzen ve yapıya sahiptir.
Biraz daha ileri gidelim ve Güneş Sistemi'nin evren
içindeki yerinden söz edelim. Güneş Sistemi başta da belirttiğimiz gibi
Samanyolu Galaksisinin merkezinde değil, dev kollarından birinin kıyısında yer
almaktadır. Acaba bu bizim için nasıl bir avantajdır? Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı
kitabında bu konuda şöyle yazar:
Son derece çarpıcı olan bir başka gerçek, evrenin sadece
bizim varlığımıza ve biyolojik ihtiyaçlarımıza olağanüstü derecede uygun olması
değil, aynı zamanda bizim onu anlamamıza da son derece uygun olmasıdır... Güneş
Sistemimiz'in bir galaktik kolun kıyısında bulunması, bizim geceleri gökyüzünü
inceleyerek uzak galaksileri görebilmemizi ve evrenin genel yapısı hakkında
bilgi sahibi olmamızı sağlamaktadır. Eğer bir galaksinin merkezinde yer
alsaydık, hiçbir zaman bir spiral galaksinin yapısını gözlemleyemez ya da
evrenin yapısı hakkında bir fikir sahibi olamazdık.53
Bir başka deyişle, evrenin fiziksel yasaları gibi
Dünya'nın uzaydaki konumu da, bu evrenin yaşam için yaratılmış olduğunu
gösteren kanıtlar içermektedir. Yani evrenin Allah tarafından yaratılmış ve
düzenlenmiş olduğu, apaçık bir gerçektir.
Kimi insanların bunu kavrayamamalarının nedeni, samimi ve
ön yargısız bir biçimde düşünememeleridir. Oysa samimi olarak düşünen her akıl
sahibi insan, evrende herşeyin bir amaçla yaratıldığını, "Biz gökyüzünü, yeryüzünü ve ikisi arasında bulunan şeyleri batıl
olarak yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır..." (Sad Suresi, 27)
ayetiyle bildirildiği gibi, bir amaç üzere yaratılmış ve düzenlenmiş olduğunu
anlar.
Bu derin kavrayış, bir başka Kuran ayetinde şöyle tarif
edilmektedir:
Şüphesiz göklerin
ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl
sahipleri için gerçekten ayetler vardır. Onlar, ayakta iken, otururken, yan
yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda
düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, Sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek
yücesin, bizi ateşin azabından koru." (Al-i İmran Suresi, 190-191)
5. BÖLÜM
MAVİ GEZEGEN
Dünya;
atmosferi ve okyanuslarıyla, kompleks biyosferiyle, uygun biçimde okside
edilmiş kabuğuyla, zengin silisyum yataklarıyla, tortul veya katılaşım
kayalarıyla, zengin buz yatakları, çölleri, ormanları, tundraları, otlak
alanları, tatlı su gölleri, kömür ve petrol yatakları, yanardağları,
hayvanları, bitkileri, manyetik alanı, okyanus dibi şekilleri ve hareketli mağmasıyla…
hayranlık uyandıracak derecede kompleks bir sistemdir.
J. S. Lewis,
Amerikalı jeolog54
Eğer Güneş Sistemi içinde bir yolculuk yapacak olursanız,
oldukça ilginç bir tablo ile karşılaşırsınız. Yolculuğa sistemin en dışından
başladığınızı varsayalım. İlk karşılaşacağınız gezegen Pluton'dur. Bu küçük gök
cismi, oldukça "soğuk" bir yerdir. Yaklaşık - 238°C kadar!.. Bu
dondurucu soğukluk içinde gezegenin çok ince bir atmosferi vardır. Ancak
atmosfer, sadece, eliptik bir yörüngeye sahip olan gezegenin Güneş'e yakın
olduğu dönemlerde gaz halindedir. Diğer zamanlarda atmosfer bir buz kütlesi
haline döşünür. Kısaca Pluton, ölü bir buz yığınıdır.
Güneş Sistemi'nin merkezine biraz daha ilerlediğinizde,
Neptün'le karşılaşırsınız. Bu gezegen de oldukça "soğuk"tur: Yüzey
sıcaklığı -218°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve metan gazlarından oluşan
atmosferi insan için zehirlidir. Dahası gezegenin yüzeyinde, hızları saatte
2000 km'ye varan korkunç fırtınalar eser.
Merkeze doğru biraz daha ilerleyince Uranüs'e varırsınız.
Uranüs yapısında yüksek oranda kaya ve buz bulunduran bir "gaz
gezegen"dir. Atmosfer sıcaklığı -214°C civarındadır. Hidrojen, helyum ve
metan içeren atmosfer yaşama kesinlikle uygun değildir.
Yolculuğa devam ettiğinizde Satürn'e ulaşırsınız. Güneş
Sistemi'nin bu ikinci büyük gezegeni, çevresindeki halkalarla tanınır. Bu
halkalar gaz, buz ve kaya parçalarından oluşmaktadır. Asıl ilginç olan
Satürn'ün yapısıdır. Gezegen tam anlamıyla bir gaz gezegendir; kütlesi %75
oranında hidrojen ve %25 oranında helyumdan oluşur. Yoğunluğu suyun
yoğunluğundan bile düşüktür. Bu nedenle, eğer Satürn'e bir uzay gemisi indirmek
isterseniz, bunu yüzebilir bir "şişme bot" olarak tasarlamanız
gerekir. Isı yine çok düşüktür: -178°C.
Biraz daha ilerlediğinizde Güneş Sistemi'nin en büyük
gezegeni olan Jüpiter'e varırsınız. Kütlesi Dünya'nın 318 katı olan Jüpiter de
bir gaz gezegendir. Jüpiter gezegeninin atmosferi, yüzeyi ve iç yapısı arasında
ayrım yapmak güç olduğundan "atmosfer sıcaklığı" gibi bir kavramı
ifade etmek de aynı oranda zordur. Ancak, gezegenin atmosferi sayılabilecek üst
kısımlarındaki ısı -143°C'dir. Jüpiter üzerinde bulunan büyük kırmızı renkli
lekenin varlığı, Dünya'daki gözlemciler tarafından yaklaşık 300 yıldır
bilinmektedir. Bu kırmızı lekenin, içine iki Dünya alacak kadar büyük olan bir
fırtınadan başka birşey olmadığı ise çağımızda anlaşılmıştır. Kısaca Jüpiter,
üzerinde hiç kara parçası bulunmayan, delici bir soğuğun hüküm sürdüğü,
yüzlerce yıl süren muazzam fırtınaların yaşandığı, manyetik alanı ile her
canlıyı anında öldürecek ürpertici bir gezegendir. Jüpiter'den sonra Mars
gelir. Mars'ın atmosferi yoğun karbondioksit içeren zehirli bir karışımdır.
Gezegenin üzerinde hiç su yoktur. Yüzeyde büyük göktaşlarının çarpmasıyla
meydana gelen dev kraterler dikkat çeker. Çok kuvvetli rüzgarlar ve aylarca
süren kum fırtınaları hüküm sürer. Isı – 53°C civarındadır. Hakkında yapılan
tüm spekülasyonlara rağmen, Mars ölü bir gezegendir.
Mars'tan sonra karşımıza çıkan mavi gezegeni yani
Dünya’yı şimdilik bir kenara bırakalım. Bir sonra varacağımız gezegen
Venüs'tür. Venüs'te, daha önce rastladığımız dondurucu soğukların aksine,
yakıcı bir sıcaklık hüküm sürer. Isı yüzeyde yaklaşık 450°C'ye kadar ulaşır.
Bu, kurşunu bile eritmeye yetecek bir ısıdır. Venüs'ün bir diğer özelliği,
yoğun bir karbondioksit tabakasından oluşan ağır atmosferidir. Atmosfer
basıncı, yüzeyde 90 atmosferi bulur. Bu, Dünya'da denizin 1 km derinliğindeki
basınca eş değerdir. Venüs'ün atmosferinde ayrıca kilometrelerce kalınlığa
sahip sülfürik asit katmanları bulunmaktadır. Bu yüzden gezegene sürekli
öldürücü asit yağmurları yağar. Cehennemi andıran böyle bir ortamda, hiçbir
canlı yaşayamaz.
Hala Güneş'e doğru
ilerlemeye devam ederseniz, sistemin en başındaki Merkür gezegenine
ulaşırsınız. Merkür'ün en ilginç özelliği, kendi etrafında olağanüstü derecede
yavaş dönmesidir. Kendi etrafındaki dönüş hızı, neredeyse Güneş'in etrafında
yaptığı dönüş kadar yavaştır. Öyle ki Merkür Güneş etrafında iki kez
döndüğünde, kendi etrafında sadece üç kez dönmüş olur. Yani iki yılı, üç gününe
eşittir. Gece ile gündüzün bu kadar uzun sürmesi, gezegenin bir yüzünü
kızartırken, öteki yüzünü dondurur. Bu nedenle gece ile gündüz arasındaki ısı
farkı yaklaşık 1000°C'yi bulmaktadır. Elbette böyle bir ortam, hiçbir canlıyı barındıramaz.
Kısacası, Güneş Sistemi'nde bilinen dokuz gezegenin
sekizi (ve bunların burada değinmediğimiz 53 uydusu) içinde, yaşama uygun tek
bir gök cismi yoktur. Her biri ölü ve sessiz birer madde yığınıdır.
Ancak Dünya, işte o diğerlerinden çok farklıdır. Çünkü
atmosferinden yeryüzü şekillerine, ısısından manyetik alanına, elementlerinden
Güneş'e olan mesafesine kadar, her türlü dengesiyle, tamamen yaşama uygun olarak yaratılmıştır.
"Adaptasyon" Yanılgısına Karşı
Bir Uyarı
Bu bölümde üzerinde yaşadığımız Dünya gezegeninin yaşam
için özel olarak yaratıldığını ve tüm özelliklerinin bu amaca göre
düzenlendiğini inceleyeceğiz. Ancak bundan önce, konunun doğru olarak
anlaşılabilmesi için bir hatırlatma yapmakta yarar var. Bu hatırlatma özellikle
evrim teorisini bilimsel bir gerçek sanmaya alışkın olan ve
"adaptasyon" kavramına şiddetle inanan kişiler içindir.
Adaptasyon "uyum sağlama" demektir. Tüm
canlıların ortak bir atadan tesadüflerle türediklerini savunan evrim teorisi
ise, adaptasyon kavramını yoğun biçimde kullanır. Evrimciler, canlıların içinde
yaşadıkları ortamlara uyum sağlaya sağlaya sonuçta yepyeni canlı türlerine
dönüştükleri iddiasındadırlar. Bu iddianın geçersizliğini, canlıların doğal
şartlara uyum sağlama mekanizmalarının sadece belirli sınırlar içinde
gerçekleştiğini ve asla bir türü bir başka türe dönüştüremeyeceğini başka
çalışmalarımızda incelemiştik.55 (Bkz. Evrim Yanılgısı bölümü)
Aslında adaptasyonla evrim kavramı Lamarck döneminin ilkel bilim anlayışının
bir kalıntısıdır ve çoktan bilimsel bulgular tarafından reddedilmiştir.
Ancak bilimsel bir temeli olmamasına rağmen, adaptasyon
fikri çoğu kişiyi etkiler. Özellikle de burada anlatacağımız konu açısından. Bu
kişiler, kendilerine Dünya'nın yaşam için özel bir gezegen olduğu anlatıldığında,
hemen "bu tür bir gezegenin şartlarında böyle bir yaşam çıkmış, başka
gezegenlerde ise başka türlü yaşamlar gelişebilir" gibi bir düşünceye
kapılırlar. Örneğin Dünya üzerinde bizim gibi insanlar yaşarken, Pluton gibi
bir gezegenin üzerinde de, -238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum
soluyan ya da su yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların
yaşayabileceğini düşünürler. Hollywood stüdyolarında çevrilen ve bu hayali
küçük yeşil adamları resmeden birtakım bilim-kurgu filmleri de, bu kişilerin
hayal güçlerini fazlasıyla besler.
Oysa bu hayal gücünün temelinde cehalet yatmaktadır.
Nitekim biyoloji ve biyokimya hakkında bilgisi olan evrimciler bu gibi
fantezileri savunmazlar. Çünkü hayatın sadece belirli elementlerle ve belirli
şartlar sağlandığı takdirde var olabileceğini gayet iyi bilirler. Küçük yeşil
adamlar masalını savunanlar, hemen her zaman için, evrim kavramına körü körüne
inanan, ama biyoloji ve biyokimya hakkında pek bir şey bilmeyen ve bu
bilgisizliğin verdiği cesaretle uydurma senaryolar üreten kişilerdir.
Bu nedenle, söz konusu adaptasyon yanılgısını ortadan
kaldırmak için belirtelim: Hayat sadece
belirli elementlerle ve belirli şartlar sağlandığı takdirde var olabilir.
Bilimsel gerçekliği olan yegane hayat modeli "karbon temelli bir hayat"tır ve bilim adamları evrenin
hiçbir noktasında başka tür bir fiziksel hayatın olamayacağı sonucuna
varmışlardır.
Karbon, periyodik tablodaki altıncı elementtir. Bu atom
Dünya üzerindeki yaşamın temelidir, çünkü bütün temel organik moleküller (aminoasitler,
proteinler, nükleik asitler gibi) karbon atomunun diğer bazı atomlarla çeşitli
şekillerde birleşmesiyle oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot gibi diğer
atomlarla birleşerek vücudumuzdaki milyonlarca farklı tür proteini meydana
getirir. Karbonun yerini tutabilecek başka bir element yoktur; çünkü ilerleyen
bölümlerde inceleyeceğimiz gibi, başka hiçbir element, karbon gibi sınırsız
türde bağ yapma özelliğine sahip değildir.
Dolayısıyla evrendeki herhangi bir gezegende hayat var
olacaksa, bu mutlaka "karbon temelli" bir hayat olmak durumundadır.56
Karbon temelli yaşamın ise değişmez bazı kuralları
vardır. Örneğin karbon temelli organik bileşikler (örneğin proteinler) sadece
belirli bir ısı aralığında var olabilirler. 120 °C'den yüksek ısılarda parçalanmaya,
-20 °C'den düşük ısılarda donmaya başlarlar. Sadece ısı değil, ışık, yerçekimi,
atmosfer bileşimi, manyetik güç gibi etkenlerin de karbon bazlı bir yaşama izin
verebilmeleri için çok dar ve belirli bazı sınırlar içinde olmaları
gerekmektedir. Dünya, işte tam bu dar ve belirli çerçevedeki sınırlara
sahiptir. Eğer bu sınırların herhangi biri bozulsa, örneğin Dünya'nın yüzey
ısısı 120°C'yi aşsa, artık Dünya üzerinde yaşam olamaz.
Bu yüzden, ne Dünya'nın ne de bir başka gezegenin
üzerinde - 238°C derecede terleyen, oksijen yerine helyum soluyan ya da su
yerine sülfürik asit içen küçük yeşil adamların yaşaması mümkün değildir.
Hayat, ancak çok özel ve belirli şartların yerine getirildiği bir ortamda var
olabilir. Bir başka deyişle, canlılar, ancak kendileri için özel olarak
tasarlanmış bir mekanda yaşayabilir.
Dünya, Allah’ın canlılığın var olabilmesi için yarattığı
özel bir mekandır.
Dünya'nın Isısı
Dünya'nın yaşam için en gerekli şartları, ilk bakışta,
ısısı ve atmosferidir. Mavi gezegen, canlıların, özellikle de bizim gibi son
derece kompleks canlı varlıkların yaşayabileceği bir ısı değerine ve
soluyabileceği bir atmosfere sahiptir. Ancak bu iki etken de, birbirinden son
derece farklı faktörlerin her birinin ideal değerlerde belirlenmesiyle gerçekleşmiştir.
Bunlardan birisi, Dünya'nın Güneş'e olan uzaklığıdır.
Elbette ki Dünya Güneş'e Venüs kadar yakın ya da Jüpiter kadar uzak olsaydı,
yaşama imkan verecek bir ısı değerine sahip olamazdı. Karbon bazlı organik
moleküller, az önce belirttiğimiz gibi, 120°C ile -20°C arasında değişen bir
ısı aralığında oluşabilirler. Güneş Sistemi'nde bu ısı değerine sahip olan
yegane gezegen ise Dünya'dır.
Tüm evren düşünüldüğünde ise, hayat için gerekli olan bu
ısı aralığının, gerçekte elde edilmesi çok zor bir aralık olduğunu görürüz.
Çünkü evrenin içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca
derecelik muazzam sıcaklıklardan, "mutlak sıfır" noktası olan –
273.15°C'ye kadar değişebilmektedir. Bu dev ısı yelpazesi içinde karbon-temelli
bir hayata izin veren ısı aralığı, çok dar bir aralıktır. Ama Dünya, tam bu ısı
aralığına sahiptir.
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever de,
Dünya yüzeyinin ısısına dikkat çekerler. Belirttiklerine göre "yaşam sadece çok sınırlı bir ısı
aralığında mümkündür... ve bu ısı aralığı Güneş'in ısısı ile mutlak sıfır
arasındaki muhtemel ısıların yaklaşık % 1'lik bir bölümünü oluşturmaktadır. Dünya'nın ısısı, tam bu dar aralıktadır."57
Bu ısı aralığının korunması, elbette Güneş ile Dünya
arasındaki mesafe kadar, Güneş'in yaydığı ısı enerjisi ile de yakından
ilişkilidir. Hesaplara göre Dünya'ya ulaşan Güneş enerjisindeki %10'luk bir
azalma yeryüzünün metrelerce kalınlıkta bir buzul tabakası ile örtülmesiyle
sonuçlanacaktır. Enerjinin biraz artması halinde ise tüm canlılar kavrularak
öleceklerdir.
Dünya'nın ideal olan ısısının, gezegen içinde dengeli
olarak dağıtımı da son derece önemlidir. Nitekim bu dengenin sağlanması için
çok özel bazı tedbirler alınmıştır.
Örneğin, Dünya'nın ekseninin 23°27´lık eğimi, kutuplarla
ekvator arasındaki atmosferin oluşmasında engel oluşturabilecek aşırı sıcaklığı
önler. Eğer bu eğim olmasaydı, kutup bölgeleriyle ekvator arasındaki sıcaklık
farkı çok daha artacak ve yaşanabilir bir atmosferin var olması
imkansızlaşacaktı.
Dünya'nın kendi etrafındaki yüksek dönüş hızı da ısının
dengeli dağılımına yardımcı olur. Dünya sadece 24 saatlik bir süre içinde kendi
etrafını dolaşır ve bu sayede geceler ve gündüzler kısa sürer. Kısa sürdükleri
için de gece ile gündüz arasındaki ısı farkı çok azdır. Bu dengenin önemi, bir
günü bir yılından daha uzun süren ve bu yüzden gece-gündüz arasındaki ısı farkı
1000°C'yi bulan Merkür ile karşılaştırıldığında görülebilir.
Yeryüzünün şekilleri de ısının dengeli dağılımına
yardımcı olur. Dünya'nın ekvatoru ile kutupları arasında yaklaşık 100°C'lik bir
ısı farkı vardır. Eğer böyle bir ısı farkı fazla engebesi olmayan bir yüzeyde
gerçekleşmiş olsaydı, hızı saatte 1000 km'ye varan fırtınalar Dünya'yı allak
bullak ederdi. Oysa ki yeryüzü, ısı farkından dolayı ortaya çıkması muhtemel
kuvvetli hava akımlarını bloke edecek engebelerle donatılmıştır. Bu engebeler,
yani sıradağlar, Çin'de Himalayalar'la başlar, Anadolu'da Toroslarla devam eder
ve Avrupa'da Alplere kadar sıradağlar halinde uzanarak batıda Atlas Okyanusu,
doğuda Büyük Okyanus'la birleşir. Okyanuslarda ise ekvatorda oluşan fazla ısı,
sıvıların ısı farkını dereceli bir şekilde dengelemesi sayesinde kuzeye ve
güneye doğru aktarılır.
Bu arada Dünya'nın atmosferinde ısıyı sürekli dengeleyen
birtakım otomatik sistemler de vardır. Örneğin bir bölge çok fazla ısındığında
su buharlaşması artar ve bulutlar çoğalır. Bu bulutlar ise Güneş'ten gelen
ışınların bir kısmını geri yansıtarak aşağıdaki havanın ve yüzeyin daha fazla
ısınmasını engeller.
Yerkürenin Kütlesi ve Manyetik Alanı
Dünya'nın Güneş'e olan mesafesi, dönüş hızı ya da yeryüzü
şekilleri kadar, büyüklüğü de önemlidir. Dünyamız'ı, Dünya'nın kütlesinin
sadece % 8'i kadar bir kütleye sahip olan Merkür'le, ya da Dünya'dan 318 kat
daha büyük bir kütleye sahip olan Jüpiter'le karşılaştırdığımızda, gezegenlerin
çok farklı büyüklüklere sahip olabileceklerini görürüz. Peki acaba bu kadar
farklı büyüklükteki gezegenler içinde, Dünyamız'ın büyüklüğü tesadüfen mi
belirlenmiştir?
Hayır! Yerkürenin özelliklerini incelediğimizde, üzerinde
yaşadığımız bu gök cisminin tam olması gerektiği büyüklükte olduğunu görürüz.
Amerikalı jeologlar Frank Press ve Raymond Siever, Dünya'nın bu yönden "uygunluğu"
hakkında şu bilgileri verirler:
Dünya'nın büyüklüğü tam olması gerektiği kadardır. Daha küçük olsa yerçekimi çok zayıflayacak ve atmosferi Dünya'nın
etrafında tutamayacaktı, daha büyük olsaydı bu kez de yerçekimi çok artacak ve
bazı zehirli gazları da tutarak atmosferi öldürücü hale getirecekti...58
Dünya'nın kütlesinin yanısıra, iç yapısı da yaşam için
özel bir yapıya sahiptir. Bu iç yapıdaki tabakalar sayesinde, Dünya bir
manyetik alana sahiptir ve bu manyetik alan yaşamın korunması için çok
önemlidir. Press ve Siever bu konuyu şöyle açıklarlar:
Dünya'nın çekirdeği ise çok büyük bir hassasiyetle
dengelenmiş ve radyoaktivite tarafından beslenen bir ısı motorudur... Eğer bu
motor daha yavaş çalışsaydı, kıtalar şu anki yapılarına ulaşamazlardı... Demir
hiçbir zaman erimez ve merkezdeki sıvı çekirdeğe inmezdi ve böylece Dünya'nın
manyetik alanı hiçbir zaman oluşmazdı... Eğer Dünya'nın daha fazla radyoaktif
yakıtı olsaydı ve dolayısıyla daha hızlı bir ısı motoru bulunsaydı, volkanik
bulutlar Güneş'i kapatacak kadar kalın olur, atmosfer aşırı derecede yoğun hale
gelir ve Dünya yüzeyi de hemen her gün volkanik patlamalar ve depremlerle
sarsılırdı.59
Frank Press ve DSiever'ın sözünü ettikleri manyetik alan,
yaşamımız için büyük öneme sahiptir. Bu manyetik alan, yukarıda belirtildiği
gibi, yerkürenin çekirdeğinin yapısından kaynaklanır. Çekirdek, demir ve nikel
gibi manyetik özelliği olan ağır elementleri içerir. İç çekirdek katı, dış
çekirdek ise sıvı haldedir. Çekirdeğin bu iki katmanı birbiri etrafında hareket
eder. Bu hareket ağır metaller üzerinde bir çeşit mıknatıslanma etkisi yaparak
bir manyetik alan oluşturur. Atmosferin çok daha dışına kadar uzanan bu alan
sayesinde Dünya, uzaydan gelebilecek olan tehlikelere karşı korunmuş olur.
Güneş dışındaki yıldızlardan kaynaklanan öldürücü kozmik ışınlar, Dünya'nın
etrafındaki bu koruyucu kalkanı geçemezler. Özelikle de Dünya'nın on binlerce
kilometre uzağında manyetik halkalar çizen Van
Allen Kuşakları, Dünya'yı bu öldürücü enerjiden korur.
Söz konusu plazma bulutlarının, kimi zaman Hiroşima'ya
atılan gibi 100 milyar atom bombasına eş değer olduğu hesaplanmıştır. Aynı
şekilde kozmik ışınlar da çok şiddetli olabilirler. Ama Dünya'nın manyetik
alanı, tüm bu öldürücü ışınların sadece % 0.1'ni geçirmekte ve kalan bu binde
birlik ışınlar da atmosfer tarafından emilmektedir. Bu manyetik alanı üretmek
için kullanılan elektrik enerjisi bir milyar amperlik bir akımdır ki,
insanlığın tüm tarihi boyunca ürettiği elektrik enerjisinin toplamına yakındır.
Eğer Dünya'nın bu manyetik kalkanı olmasa, yeryüzündeki
yaşam sık sık öldürücü ışınlarla tahrip edilecek, belki de hiç var olmayacaktı.
Ama Press ve Sevier'in belirttiği gibi, yerkürenin çekirdeği tam olması
gerektiği gibi olduğu için, Dünya bu şekilde korunur.
Bir başka deyişle, gökyüzünde, Kuran'daki "gökyüzünü korunmuş bir tavan kıldık;
onlar ise bunun ayetlerinden yüz çeviriyorlar" ayetiyle (Enbiya
Suresi, 32) bildirildiği gibi, hayatın devam edebilmesi için kurulmuş özel bir
koruyucu kalkan vardır.
Atmosferin Uygunluğu
Dünya, şimdiye kadar incelediğimiz gibi, hem yaşam için
gerekli sıcaklığa, hem gerekli kütleye, hem de yaşamı koruyan özel kalkanlara
sahiptir. Ama bunlar Dünya üzerinde canlılığın var olması için yeterli şartlar
değildir. Çok önemli bir başka şart, atmosferin yapısıdır.
Bilimkurgu filmleri, önceki sayfalarda da değindiğimiz
gibi, insanları kimi zaman yanlış yönlendirirler. Bunun bir örneği, bu
filmlerde sık sık rastlanan "kolay atmosfer uygunluğu"dur. Uzay
gemisiyle uzak bir gezegene yaklaşan insanlar, gezegene inmeden önce
atmosferinin solunabilir olup olmadığına bakarlar. Genellikle de solunabilir bir
atmosfer çıkar. Bu senaryolar, insanoğlunun kolaylıkla ve tesadüfen uygun
atmosferler bulabileceği gibi bir izlenim verme amacını gütmektedir. Oysa
Dünya'nın atmosferi, yaşam için gerekli son derece özel şartları biraraya
getirerek yaratılmış olağanüstü bir karışımdır.
Dünya atmosferi, % 77 azot, % 21 oksijen ve %1 oranında
karbondioksit ve argon gibi diğer gazların karışımından oluşur. Öncelikle bu
gazların en önemlisi ile, oksijenle başlayalım. Oksijen çok önemlidir, çünkü
insan gibi kompleks bedenlere sahip canlıların enerji elde etmek için
kullandıkları çoğu kimyasal reaksiyon oksijen sayesinde gerçekleşir. Karbon
bileşikleri oksijenle reaksiyona girerler. Reaksiyon sonucunda su, karbondioksit
ve enerji açığa çıkar. Hücrelerimizde kullandığımız ve ATP (adenosin trifosfat)
adı verilen enerji paketçikleri, bu reaksiyonla ortaya çıkarlar. İşte biz de bu
nedenle sürekli olarak oksijene ihtiyaç duyarız ve bu ihtiyacı karşılamak için
solunum yaparız.
İşin ilginç yanı, soluduğumuz havadaki oksijen oranının,
son derece hassas dengelerle tespit edilmiş oluşudur. Michael Denton, bu konuda
şunları yazar:
Atmosferimiz daha
fazla oksijen içerebilir ve buna rağmen hayatı destekleyebilir miydi? Hayır!
Oksijen çok reaktif bir elementtir. Şu anda atmosferde bulunan okijeninin
oranı, yani yüzde 21, yaşamın güvenliği için aşılmaması gereken sınırların tam
ideal noktasındadır. Yüzde 21'in üzerine artan her yüzde birlik oksijen oranı,
bir yıldırımın orman yangını başlatma olasılığını % 70 artıracaktır.60
İngiliz biyokimyacı James Lovelock ise aynı konu hakkında
şöyle yazar:
Yüzde 25'lik bir oksijen oranının daha yukarısında, şu
anda kullandığımız bitkisel besinlerin çok azı, tüm tropik ormanları ve arktik
tundraları yok edecek olan dev yangınlardan korunabilirdi... Atmosferin şu anki
oksijen oranı, tehlikenin ve yararın çok
iyi bir biçimde dengelendiği bir rakamdadır.61
Atmosferdeki oksijen oranının dengede kalması da,
mükemmel bir "geri dönüşüm" sistemi sayesinde gerçekleşir. Hayvanlar
devamlı olarak oksijen tüketirler ve kendileri için zehirli olan karbondioksiti
üretirler. Bitkiler ise bu işlemin tam tersini gerçekleştirir, ve
karbondioksiti hayat verici oksijene çevirerek canlılığın devamını sağlarlar.
Her gün bitkiler tarafından milyarlarca ton oksijen bu şekilde üretilerek
atmosfere salınır.
Bu iki canlı grubu, yani bitkiler ve hayvanlar, eğer aynı
reaksiyonu gerçekleştirselerdi Dünya çok kısa sürede yaşanılmaz bir gezegene
dönüşürdü. Örneğin hem hayvanlar hem de bitkiler oksijen üretselerdi, atmosfer
kısa sürede "yanıcı" bir özellik kazanır ve en ufak bir kıvılcım dev
yangınlar çıkarırdı. Sonunda da Dünya dev bir "tüp patlaması"yla
yanarak kavrulurdu. Öte yandan eğer hem bitkiler hem de hayvanlar karbondioksit
üretselerdi, bu kez atmosferdeki oksijen hızla tükenir ve bir süre sonra
canlılar nefes almalarına rağmen "boğularak" toplu halde ölmeye
başlarlardı.
Ancak canlılığın dengesi öylesine kusursuzca kurulmuştur
ki, atmosferdeki oksijen oranı hep canlılık içinde en ideal olan oranda,
Lovelock'ın ifadesiyle "tehlikenin ve yararın çok iyi bir biçimde
dengelendiği bir rakamda" durmaktadır.
Atmosferin çok iyi bir biçimde dengelenmiş bir başka yönü
ise, onu solumamızı sağlayan ideal yoğunluğudur.
Atmosfer ve Nefes
Hayatımızın her dakikasında nefes alırız. Sürekli olarak
ciğerlerimize hava çeker ve hemen sonra da aynı havayı geri veririz. Bunu o
kadar çok yaparız ki, "normal" bir işlem olduğunu düşünürüz. Oysa
gerçekte nefes almak çok kompleks bir olaydır.
Vücut sistemimiz öyle bir biçimde ayarlanmıştır ki, nefes
alırken bu işi düşünmemize gerek kalmaz. Yürürken, koşarken, kitap okurken
hatta uyurken, vücudumuz sürekli olarak ne kadar nefes almamız gerektiğini
hesaplar ve ciğerlerimizi ona göre çalıştırır. Nefes almaya bu kadar çok
ihtiyaç duymamızın nedeni, vücudumuzda her saniye gerçekleşen milyarlarca ayrı
işlemin, hep oksijen sayesinde gerçekleşen reaksiyonlardan enerji sağlamasıdır.
Şu anda bu yazıyı okuyabilmeniz, gözünüzün retina
tabakasındaki milyonlarca hücrenin sürekli olarak oksijenle beslenmesi
sayesinde mümkün olmaktadır. Eğer kanınızdaki oksijen oranı düşerse,
"gözünüz kararır". Bunun gibi, vücuttaki tüm kasların, bu kasları
oluşturan hücrelerin tümü, karbon bileşiklerini "yakarak" yani
oksijenle reaksiyona sokarak enerji elde eder. Bu enerji elde edildiğinde ise
ortaya vücuttan atılması gereken karbondioksit çıkar.
İşte bunun için nefes alırız. Havayı içimize çektiğimiz
anda, akciğerlerimizde bulunan yaklaşık 300 milyon küçük odacığa oksijen dolar.
Bu odacıkların duvarlarını kaplayan kılcal damarlar hemen bu oksijeni çekerler
ve önce kalbe sonra da vücudun her tarafına taşırlar. Kılcal damarlar oksijeni
içeri alırken, aynı anda da atık madde olan karbondioksiti bırakırlar. Yarım
saniye sürmeyen bu işlem sayesinde, içimize çektiğimiz temiz (oksijenli)
havayı, dışarıya kirli (karbondioksitli) olarak veririz.
Akciğerlerimizde neden 300 milyon odacık olduğunu
düşünebilirsiniz. Bundaki amaç, ciğerin hava ile temas eden alanını maksimuma
çıkarmaktır. Odacıklar sayesinde sıkıştırılmış olan bu alan gerçekte o kadar
büyüktür ki, eğer bu alanı ciğerin içinden çıkarıp düz bir yüzeye yaysak, bir
tenis kortu kadar yer kaplar.
Burada bir noktaya dikkat edelim: Akciğerlerin içindeki
odacıkların ve dolayısıyla bu odacıklara giden kanalların bu kadar dar olması,
oksijen solunumunu artırmak için yapılmış harika bir yapıdır. Ama bu yapı, bir
başka şartın yerine gelmesine bağlıdır: Havanın yoğunluğunun, akışkanlığının ve
basıncının, bu kadar dar kanallar içinde rahatlıkla hareket edebilecek
değerlerde olmasına.
Havanın basıncı 760 mm Hg'dir. Yoğunluğu, deniz
seviyesinde, litre başına bir gram civarındadır. Deniz yüzeyindeki akışkanlığı
ise, suyun elli katı kadar fazladır. Birer önemsiz rakam sanabileceğimiz bu
değerler, gerçekte bizim yaşamımız için çok kritiktirler. Çünkü, "hava soluyan canlıların var
olabilmesi için, atmosferin genel karakteristik özellikleri -yoğunluğu,
akışkanlığı, basıncı vs.- şu anda sahip
oldukları değerlere çok çok benzer olmak zorundadır".62
Nefes alırken ciğerlerimiz "hava direnci" denen
bir güce karşı enerji kullanırlar. Hava direnci, havanın harekete karşı
gösterdiği durgunluk eğilimidir. Ancak bu direnç, atmosferin özellikleri
sayesinde çok zayıftır ve ciğerlerimiz kolaylıkla havayı içeri çekip dışarı
itebilirler. Bu direncin biraz artması ise, ciğerlerimizin zorlanmaya
başlamasına neden olacaktır. Buradaki mantık bir örnekle açıklanabilir: Bir
enjektörün iğnesinden su çekmek kolaydır, ama aynı iğneyle bal çekmek çok daha
zordur. Çünkü bal, sudan daha az akışkanlığa ve daha yüksek bir yoğunluğa
sahiptir.
İşte eğer atmosferin yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi
değerleri biraz farklılaşsa, nefes almak bizim için bir enjektöre bal çekmek
gibi zorlaşacaktır. Bu durum karşısında "o zaman enjektörün iğnesi
kalınlaşabilir" diye düşünmek, yani akciğer kanallarının genişletilmesini
önermek ise yanlıştır. Çünkü o zaman ciğerlerin hava ile temas eden alanı çok
küçülmekte ve ciğerler vücut için gerekli oksijeni alabilecek yapıdan
uzaklaşmaktadır. Yani havanın yoğunluk, akışkanlık, basınç gibi değerlerinin
mutlaka belirli bir aralık içinde olması şarttır, ve bugün soluduğumuz havanın
sahip olduğu değerler, tam da bu dar aralığın içindedir.
Michael Denton, bu konu hakkında şu yorumu yapar:
Eğer havanın yoğunluğu ya da durgunluğu biraz daha fazla olsaydı, hava direnci çok büyük oranlara çıkacaktı ve hava soluyan bir canlıya
ihtiyaç duyduğu oksijen oranını
sağlayacak bir solunum sistemi tasarlamak imkansız hale gelecekti... Muhtemel
atmosfer basınçları ile muhtemel oksijen oranlarını karşılaştırarak "hayat
için uygun" bir rakamsal değer aradığımızda, çok sınırlı bir aralıkla
karşılaşırız. Hayat için gerekli olan
çok fazla şartın hepsinin bu küçük aralıkta gerçekleşmesi -ve atmosferin de bu
aralıkta olması- elbette ki çok olağanüstü bir uyumdur.63
Atmosferin rakamsal değerleri, sadece bizim solunumumuz
için değil, mavi gezegenin "mavi" olarak kalması için de önemlidir.
Eğer atmosfer basıncı şu anki değerinden beşte bir kadar azalsa, denizlerdeki
buharlaşma oranı çok fazla yükselecek ve atmosferde çok yüksek oranlara varacak
olan su buharı tüm Dünya üzerinde bir "sera etkisi" oluşturarak
gezegenin ısısını aşırı derecede yükseltecektir. Eğer atmosfer basıncı şu anki
değerinden bir kat daha fazla olsa, bu kez de atmosferdeki su buharı oranı
büyük ölçüde azalacak ve Dünya üzerindeki karaların tamamına yakını
çölleşecektir.
Tüm bu dengeler, Dünya'nın diğer özellikleri gibi
atmosferinin de insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını göstermektedir.
Bilimin ortaya koyduğu bu gerçek, bizlere evrenin başıboş bir madde yığını
olmadığını bir kez daha ispatlamaktadır. Elbette ki, tüm evrene hakim olan,
maddeyi dilediği gibi şekillendiren, galaksileri, yıldızları ve gezegenleri
kudreti altında tutan bir Yaratıcı vardır.
O üstün Yaratıcı, Kuran'da bizlere öğretmiş olduğu gibi,
tüm evrenin Rabbi olan Allah'tır.
Üzerinde yaşadığımız mavi gezegen ise, Allah tarafından
bizim yaşamımız için özel olarak düzenlenmiş, Kuran'da ifade edildiği gibi, dünya insan için
"serilip-döşenmiştir". (Naziat Suresi, 30) Allah'ın Dünya'yı
insan için yarattığını bildiren diğer bazı ayetler ise şöyledir:
Allah, yeryüzünü
sizin için bir karar, gökyüzünü bir bina kıldı; sizi suretlendirdi, suretinizi
de en güzel (bir biçim ve incelikte) kıldı ve size güzel-temiz şeylerden rızık
verdi. İşte sizin Rabbiniz Allah budur. Alemlerin Rabbi Allah ne Yücedir.
(Mümin Suresi, 64)
Sizin için,
yeryüzüne boyun eğdiren O'dur. Şu halde onun omuzlarında yürüyün ve O'nun
rızkından yiyin. Sonunda gidiş O'nadır. (Mülk Suresi, 15)
Dengeler Listesi
Buraya kadar değindiklerimiz, Dünya'daki yaşam için
gerekli dengelerin sadece bir kısmıdır. Yerküreyi incelediğimizde, neredeyse
bitmeyecekmiş gibi duran çok daha büyük "yaşam için gerekli dengeler"
listesi oluşturabiliriz. Örneğin Amerikalı astronom Hugh Ross, Dünya'nın yaşam
için uygunluğuyla ilgili bazı maddeleri şöyle sıralamaktadır:
Yerçekimi;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla
amonyak ve metan biriktirir, bu da yaşam için çok olumsuz olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Dünya atmosferi çok fazla su
kaybeder, canlılık mümkün olmazdı.
Güneş'e uzaklık;
-Eğer daha fazla olsaydı: Gezegen çok soğur, atmosferdeki
su döngüsü olumsuz etkilenir, gezegen buzul çağına girerdi.
-Eğer daha yakın olsaydı: Gezegen kavrulur, atmosferdeki
su döngüsü olumsuz etkilenir, yaşam imkansızlaşırdı.
Yer kabuğunun kalınlığı;
-Eğer daha kalın olsaydı: Atmosferden yerkabuğuna çok
fazla miktarda oksijen transfer edilirdi.
-Eğer daha ince olsaydı: Hayatı imkansız kılacak kadar
fazla sayıda volkanik hareket olurdu.
Dünya'nın Kendi Çevresindeki Dönme Hızı;
-Eğer daha yavaş olsaydı: Gece gündüz arası ısı farkları
çok yüksek olurdu.
-Eğer daha hızlı olsaydı: Atmosfer rüzgarları çok çok
büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkansızlaştırırdı.
Ay ile Dünya Arasındaki Çekim Etkisi;
-Eğer daha fazla olsaydı: Ay'ın şiddetli çekiminin,
atmosfer şartları, Dünya'nın kendi eksenindeki dönüş hızı ve okyanuslardaki
gelgitler üzerinde çok sert etkileri olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Şiddetli iklim değişikliklerine
neden olurdu.
Dünya'nın Manyetik Alanı;
-Eğer daha güçlü olsaydı: Çok sert elektromanyetik
fırtınalar olurdu.
-Eğer daha zayıf olsaydı: Güneş Rüzgarı denilen ve
Güneş'ten fırlatılan zararlı partiküllere karşı Dünya'nın koruması kalkardı.
Her iki durumda da yaşam imkansız olurdu.
Albedo Etkisi (Yeryüzünden Yansıyan Güneş Işığının, Yeryüzüne Ulaşan Güneş
Işığına Oranı)
-Eğer daha fazla olsaydı: Hızla buzul çağına girilirdi.
-Eğer daha az olsaydı: Sera etkisi aşırı ısınmaya neden
olur, Dünya önce buzdağlarının erimesiyle sular altında kalır daha sonra
kavrulurdu.
Atmosferdeki Oksijen ve Azot Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz
şekilde hızlanırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Yaşamsal fonksiyonlar olumsuz
şekilde yavaşlardı.
Atmosferdeki Karbondioksit ve Su Oranı:
-Eğer daha fazla olsaydı: Atmosfer çok fazla ısınırdı.
-Eğer daha az olsaydı: Atmosfer ısısı düşerdi.
Ozon Tabakasının Kalınlığı
-Eğer daha fazla olsaydı:Yeryüzü ısısı çok düşerdi.
-Eğer daha az olsaydı:Yeryüzü aşırı ısınır, Güneş'ten
gelen zararlı ultraviole ışınlarına karşı bir koruma kalmazdı.
Sismik (Deprem) Hareketleri
-Eğer daha fazla olsaydı: Canlılar için sürekli bir yıkım
olurdu.
-Eğer daha az olsaydı: Okyanus zeminindeki besinler suya
karışmaz, okyanus ve deniz yaşamı dolayısıyla bütün Dünya canlıları olumsuz
etkilenirdi.64
Burada sayılanlar Dünya'da yaşamın oluşabilmesi ve
canlılığın devam edebilmesi için gereken, son derece hassas dengelerden sadece
birkaçıdır. Yalnızca burada sayılanlar bile evrenin ve Dünya'nın tesadüfler
sonucunda, rastgele olayların ardı ardına gelmesiyle oluşamayacağını kesin
olarak ortaya koymak için yeterlidir.
Tüm bu bilgiler, apaçık bir gerçeği bir kez daha teyit
eder niteliktedir: Tüm evreni, yıldızları, gezegenleri, dağları ve denizleri
kusursuzca yaratan, insana ve tüm canlılara hayat veren, her şeyi yoktan var
etmeye güç yetiren, yarattıklarını insanın emrine veren, sonsuz güç ve kudret
sahibi olan Allah'tır. Allah'ın bu kusursuz yaratışı bazı Kuran ayetlerinde
şöyle anlatılmaktadır:
Yaratmak bakımından
siz mi daha güçsünüz yoksa gök mü? (Allah) Onu bina etti. Boyunu yükseltti, ona
belli bir düzen verdi. Gecesini kararttı, kuşluğunu açığa-çıkardı. Bundan sonra
yeryüzünü serip döşedi. Ondan da suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını
dikip-oturttu; size ve hayvanlarınıza bir yarar (meta) olmak üzere. (Naziat
Suresi, 27-33)
6. BÖLÜM
IŞIĞIN KUSURSUZ YAPISI
Güneş'ten
yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar
aralığa sıkıştırılmış olması, gerçekten çok olağanüstü bir durumdur.
Ian
Campbell, İngiliz fizikçi 65
Yaşadığımız hayat boyunca en çok gördüğümüz gök cismi
Güneş'tir. Gündüzleri ne zaman kafamızı kaldırıp göğe baksak, onun göz
kamaştıran ışığı ile karşı karşıya geliriz. Bize birisi gelip de "Güneş ne
işe yarar" diye sorduğunda ise, fazla düşünmeden cevap veririz: Güneş bize
ısı ve ışık sağlar. Bu cevap, biraz yüzeysel de
olsa, doğrudur.
Elbette ki Güneş'in bize ısı ve ışık vermesi, tesadüfi ve
amaçsız bir olay değildir. Güneş yeryüzünde canlılığın oluşabilmesi için özel
olarak yaratılmıştır. Bu gökteki ateş topu, bizim ihtiyaçlarımıza uygun bir
biçimde yaratılan dev bir "lamba"dır.
Son yıllardaki bilimsel bulgular Güneş'in ışığında
hayranlık uyandırıcı bir yapı olduğunu göstermektedir.
Doğru Dalga Boyu
Hem ışık hem de ısı, elektromanyetik ışınım olarak
bilinen enerjinin farklı şekilleridir. Elektromanyetik ışınımın tüm farklı
şekilleri, uzayda enerji dalgaları şeklinde hareket ederler. Bu, bir gölün
üzerine atılan taşların oluşturduğu dalgalara benzetilebilir. Ve nasıl bir
göldeki dalgaların farklı boyları olabiliyorsa, elektromanyetik ışınımın da
farklı dalga boyları olur.
Ancak elektromanyetik ışınımın dalga boyları arasında çok
büyük farklar vardır. Bazı dalga boyları kilometrelerce genişlikte olabilir.
Başka dalga boyları ise, bir santimetrenin trilyonda birinden daha ufaktır.
Bilim adamları, bu farklı dalga boylarını sınıflara ayırırlar. Örneğin
santimetrenin trilyonda biri kadar küçük dalga boylarına sahip olan ışınlar,
gama ışınları olarak bilinir. Bunlar çok yüksek enerji taşırlar. Dalga boyları
kilometrelerce genişlikte olan ışınlara ise "radyo dalgaları" adını
veririz ve bunlar çok zayıf bir enerjiye sahiptir. Bu nedenle gama ışınları
bizim için öldürücü iken, radyo dalgalarının bize hiçbir etkisi olmaz.
Burada dikkat edilmesi gereken nokta, dalga boylarının
olağanüstü derecede geniş bir yelpazede dağılmış olmalarıdır. En kısa dalga
boyu, en uzun dalga boyundan tam 1025 kat daha küçüktür. 1025,
1 rakamının yanına 25 tane sıfır eklenmesiyle oluşan bir sayıdır. 10, 000, 000,
000, 000, 000, 000, 000, 000 şeklinde yazabileceğimiz bu sayının büyüklüğünü
daha iyi kavramak için bazı karşılaştırmalar yapmak yerinde olur. Örneğin
Dünya'nın dört milyar yıllık ömrü boyunca geçen saniyelerin toplam sayısı,
sadece 1017'dir. Eğer 1025 sayısını saymak istersek, gece
gündüz hiç durmadan saymamız ve bu işi Dünya'nın yaşından 100 milyon kez daha
uzun bir zaman boyunca sürdürmemiz gerekir! Eğer 1025 tane iskambil
kağıdını üstüste dizmeye kalksak, Samanyolu Galaksisinin çok dışına çıkmamız ve
gözlemlenebilir evrenin yaklaşık yarısı kadar bir mesafe gitmemiz icap eder.
Evrendeki farklı dalga boyları, işte bu kadar geniş bir
yelpaze içine dağılmıştır. Ama ne ilginçtir ki, bizim Güneşimiz, bu geniş
yelpazenin çok dar bir aralığına sıkıştırılmıştır. Güneş'ten yayılan farklı
dalga boylarının % 70'i, 0.3 mikronla 1.50 mikron arasındaki daracık bir
sınırın içindedir. Bu aralıkta üç tür ışık vardır: Görülebilir ışık, yakın
kızılötesi ışınlar ve biraz da yakın morötesi ışınlar.
Bu üç tür ışık sayıca çok gibi durabilir. Ama gerçekte
üçünün toplamı, elektromanyetik yelpazenin içinde tek bir birim yer
kaplamaktadır! Bir başka deyişle, Güneş'in ışığının tümü, üstüste dizdiğimiz 1025
tane iskambil kağıdının tek bir tanesine karşılık gelmektedir.
Peki acaba neden Güneş'in ışınları bu daracık aralığa
sıkıştırılmıştır?
Cevap son derece önemlidir: Güneş ışığı bu daracık
aralığa sıkıştırılmıştır, çünkü Dünya üzerindeki yaşamı destekleyecek olan
ışınlar, sadece bu ışınlardır.
İngiliz fizikçi Ian Campbell, Energy and the Atmosphere (Enerji ve Atmosfer) adlı kitabında bu
konuya değinmekte ve "Güneş'ten
yayılan ışınların, Dünya üzerindeki yaşamı desteklemek için gereken çok dar
aralığa sıkıştırılmış olması gerçekten çok olağanüstü bir durumdur"
demektedir. Campbell'e göre bu durum, "inanılmaz derecede
şaşırtıcıdır".66
Şimdi ışığın bu "inanılmaz derecede şaşırtıcı"
yapısını biraz daha yakından inceleyelim.
Morötesinden Kızılötesine
Işığın 1025 farklı dalga boyunda olabileceğini
belirttik. Bu dalga boylarının farklı enerji seviyeleri taşıdığına da değindik.
Bu enerji seviyelerini incelediğimizde, farklı dalga boyundaki ışınların, madde
ile temas ettiklerinde çok farklı etkiler meydana getirdiğini görürüz.
Elektromanyetik yelpazenin kısa dalga boyuna sahip
ışınlarının ortak özelliği, çok yüksek enerji taşımalarıdır. Gama ışınları, X
ışınları ve morötesi (ultraviyole) ışınları olarak bilinen bu ışınlar, atomlarla
ya da moleküllerle karşılaştıklarında, yüksek enerjileri nedeniyle onları
parçalarlar. Karşılarına çıkan maddeyi, mikro düzeyde, "delik deşik"
ederler.
Öte yandan, daha uzun dalga boyuna sahip olan ışınlar
ise, ki bunlar kızılötesinden başlar ve radyo dalgalarına kadar gider, çok az
enerji taşıdıkları için, madde üzerinde önemli bir etki oluşturmazlar.
"Madde üzerinde önemli etki" dediğimiz şey ise,
kimyasal reaksiyonlardır. Bilindiği gibi kimyasal reaksiyonların önemli bir
bölümü, ortama enerji girişi ile mümkün olur. Bu gerekli enerji miktarına,
"aktivasyon enerjisi" denir. Bu enerji miktarından daha azı ya da
fazlası işe yaramayacaktır.
İşte elektromanyetik yelpazenin içinde yer alan çok
farklı ışınların sadece çok küçük bir kısmı, bu "aktivasyon
enerjisi"ne eşit bir enerjiye sahiptir. Dalga boyları 0.70 mikron ile 0.40
mikron arasında değişen bu ışınların hangi ışınlar olduğunu anlamak isterseniz,
biraz başınızı kaldırıp etrafı seyredebilirsiniz. Çünkü bu ışınlar, şu an
görmekte olduğunuz "görülebilir ışık"tır. Bu ışınların etkisiyle
gözünüzde kimyasal reaksiyonlar oluşmakta ve zaten bu sayede görmektesinizdir.
"Görülebilir ışık" olarak adlandırılan bu
ışınlar, elektromanyetik yelpazenin 1025'te 1'inden bile daha az bir
aralıkta olmalarına rağmen, Güneş ışınlarının toplam %41'ini oluşturur.
Tanınmış fizikçi George Wald Scientific
American dergisinde yayınlanan "Life and Light" (Yaşam ve Işık)
adlı ünlü bir makalesinde bu konuyu ele almış ve "biyolojik kimyanın enerji ihtiyacı ile Güneş ışınımı arasındaki
olağanüstü uyum"u vurgulamıştır.67 Gerçekten de Güneş'in
yaşama bu kadar uygun bir ışık yayması, önemli bir Yaratılış delilidir.
Peki Güneş'in geriye kalan ışınları ne özelliğe sahiptir?
Bunu incelediğimizde, Güneş'in görülebilir ışık dışında
kalan ışınlarının çok büyük bölümünün "yakın
kızılötesi" dediğimiz alanda kalan ışınlar olduğunu görürüz. Yakın
kızılötesi alanı, görülebilir ışığın bittiği noktada başlar ve çok daracık bir
aralığı içine alır.68 Bu aralık da, yine elektromanyetik yelpazenin
1025'te 1'inden bile daha dar bir aralıktır.
Acaba bu yakın kızılötesi ışınları neye yarar? Bu kez bu
ışınların neye yaradığını görmek için başınızı kaldırıp etrafı seyredemezsiniz,
çünkü bunlar görülemeyen ışınlardır. Ama göremediğiniz bu ışınları güneşli bir
yaz ya da bahar gününde kolaylıkla hissedebilirsiniz. Dışarı çıkıp yüzünüzü
Güneş'e doğrultun, yüzünüzde hissedeceğiniz ısı, kızılötesi ışınların
yaptıkları etkidir.
Kızılötesi ışınlar ısı enerjisi taşırlar ve dolayısıyla
Dünya'nın ısınmasını sağlarlar. Yani onlar da, yaşam için en az görülebilir
ışık kadar zorunludurlar. Ve Güneş, tam da bizim için gerekli olan bu ışınları
yaymak için yaratılmıştır: Güneş ışınlarının çok büyük bir bölümü, bu iki tür
ışından oluşur.
Peki acaba Güneş'in geriye kalan ışınları nelerdir? Ve bu
ışınların bize bir yararı var mıdır?
Güneş'in yaydığı ışığın içinde oranı en düşük olan üçüncü
grup ışınlar, "yakın morötesi"
ışınlardır. Morötesi ışınlar, temelde yüksek enerji taşıyan, dolayısıyla yaşam
için zararlı ışınlardır. Ancak Güneş'in yaydığı morötesi ışınlar, morötesinin
en "zararsız" kısmında, yani görülebilir ışığın hemen yanıbaşında yer
alan ışınlardır. Bu ışınlar ise, mutasyon ve kanser gibi zararlı etkilerine
rağmen, çok önemli bir ayrıntı nedeniyle yaşam için gereklidirler. Bu daracık
aralık69 içindeki morötesi ışınlar, insanda ve diğer omurgalılarda,
D vitamininin sentezi için gereklidirler. D vitamini vücuttaki kemiklerin
oluşumu ve beslenmesi için zorunludur. Bu nedenle uzun süre Güneş ışığından
uzak kalan kimselerde D vitamini eksikliği ve buna bağlı kemik hastalıkları baş
gösterir
Kısacası Güneş'in yaydığı ışınların tümü, insan yaşamı
için gerekli ışınlardır. Güneş ışınları, elektromanyetik yelpazenin içinde yer
alan 1025 farklı dalga boyundan sadece tek bir aralık içine sıkıştırılmıştır ve
bunlar da, ne ilginçtir ki, tam bizim ısınmamızı, görmemizi ve diğer vücut
fonksiyonlarını gerçekleştirmemizi sağlayan ışınlardır.
Yaşam için kitabın önceki bölümlerinde bahsettiğimiz tüm
gerekli koşullar gerçekleşmiş olsa bile, yalnızca Dünya 1025'lik
yelpazenin herhangi başka bir aralığındaki ışınlara maruz kalsaydı yaşam yine
olamazdı. İnsanın varlığı için 1025'te bir ihtimallik bu koşulun da
sağlanmış olmasının tesadüf mantığıyla açıklanması elbette mümkün değildir.
Bu arada bu ışınların bir başka özelliğini daha belirtmek
gerekir: Bu ışınlar, aynı zamanda bizi beslemektedirler de!
Fotosentez ve Işık
Fotosentez, herkesin ortaokul ya da lise derslerinde
öğrendiği kimyasal bir işlemdir. Ama çoğu insan ders kitapları arasına sıkışmış
olan bu konunun bizim yaşamımız için ne kadar hayati bir önem taşıdığını
farketmez.
Önce bu lise bilgilerini bir hatırlayalım ve fotosentezin
formülüne bakalım:
6H2O + 6CO2 + Güneş Işığı -->
C6H12O6 + 6O2
Glukoz
Bu kimyasal reaksiyonda altı su molekülü ile altı
karbondioksit molekülü, Güneş ışığının enerjisi sayesinde birleşmektedir.
Ortaya çıkan ve glukoz olarak adlandırdığımız molekül, yüksek enerji içeren bir
yapıdır ve tüm besinlerin temel taşını oluşturur.
Kısacası bitkiler fotosentez yaptıklarında, Güneş'ten
gelen enerjiyi kullanarak besin üretmiş olurlar. Dünya üzerindeki tek besin
üretimi, bitkilerin gerçekleştirdiği bu olağanüstü kimyasal işlemdir. Diğer tüm
canlılar bu kaynaktan beslenir. Otobur hayvanlar bitkileri yediklerinde bu
Güneş kaynaklı enerjiyi almış olurlar. Etobur hayvanlar ise bitkileri yemiş
olan otobur hayvanları yemekle, yine Güneş kaynaklı enerjiyi elde ederler. Biz
insanlar da hem bitkiler hem hayvanlar aracılığıyla yine aynı enerjiyi alırız.
Bu nedenle, yediğimiz her elma, patates, çikolata ya da biftek, aslında bize
Güneş'ten gelen enerjiyi verir.
Fotosentezin çok önemli bir başka sonucu daha vardır.
Üstteki formüle dikkat ederseniz, fotosentezin glukoz yanında bir de altı
oksijen molekülü açığa çıkardığını görürsünüz. Bitkiler bu şekilde hayvanlar ve insanlar tarafından sürekli
"kirletilen" atmosferi temizlerler. İnsanlar ve hayvanlar,
atmosferdeki oksijeni yakarak enerji elde ettikleri için, her nefes alışlarında
atmosferdeki oksijen oranını biraz daha azaltırlar. Ama bu azalan oksijen,
bitkiler tarafından yerine konur.
Kısacası, fotosentez olmasa, bitkiler olmaz, bitkiler
olmadığında ise havyanlar ve biz insanlar da var olamayız. Üzerine bastığınız
çimlerin, ağaçların ya da salata malzemesi yaptığınız bitkilerin
derinliklerinde gerçekleşen -ve henüz hiçbir laboratuvarda taklit edilemeyen-
bu kimyasal reaksiyon, yaşamın temel şartlarından biridir.
Konunun dikkat çekici yanı ise, fotosentezin son derece
planlı ve kompleks bir işlem oluşudur. Dikkat ederseniz, bitkilerin
gerçekleştirdikleri fotosentez ile, hayvanların ve insanların enerji
tüketimleri arasında tam bir denge vardır. Bitkiler bize glukoz ve oksijen
verirler. Biz ise hücrelerimizde glukozu oksijenle birleştirip
"yakar", böylelikle bitkilerin glukoza eklemiş oldukları Güneş
enerjisini açığa çıkarıp kullanırız. Yaptığımız şey, aslında fotosentezi
tersine çevirmektir. Bunun sonucunda atık madde olarak karbondioksit çıkarır ve
bunu ciğerlerimizle atmosfere veririz. Ama bu karbondioksit hemen bitkiler
tarafından yeniden fotosentez için kullanılır. Bu mükemmel çevirim böylelikle
sürer gider.
Şimdi bu işlemin ne kadar kusursuz bir uyumla yaratıldığını
görebilmek için, işlemin içindeki faktörlerden yalnızca bir tanesinin üzerinde
biraz yoğunlaşalım: Güneş ışığına.
Güneş ışığının Dünya üzerindeki yaşam için özel olarak
yaratıldığını az önce incelemiştik. Acaba Güneş'in ışığı fotosentez için de
özel olarak ayarlanmış mıdır? Yoksa bitkiler, kendilerine ne tip ışık gelirse
gelsin, bu ışığı değerlendirip ona göre fotosentez yapabilecek bir esnekliğe
sahip midir?
Amerikalı astronom George Greenstein, The Symbiotic Universe (Simbiyotik Evren)
adlı kitabında bu konuda şunları yazmaktadır:
Fotosentezi gerçekleştiren molekül, klorofildir...
Fotosentez mekanizması, bir klorofil molekülünün Güneş ışığını absorbe
etmesiyle başlar. Ama bunun gerçekleşebilmesi için, ışığın doğru renkte olması
gerekir. Yanlış renkteki ışık, işe yaramayacaktır.
Bu konuda örnek olarak televizyonu verebiliriz. Bir
televizyonun, bir kanalın yayınını yakalayabilmesi için, doğru frekansa
ayarlanmış olması gerekir. Kanalı başka bir frekansa ayarlayın, görüntü elde
edemezsiniz. Aynı şey fotosentez için de geçerlidir. Güneş'i televizyon yayını
yapan istasyon olarak kabul ederseniz, klorofil molekülünü de televizyona
benzetebilirsiniz. Eğer bu molekül ve Güneş birbirlerine uyumlu olarak
ayarlanmış olmasalar, fotosentez oluşmaz. Ve Güneş'e baktığımızda, ışınlarının renginin tam olması gerektiği gibi
olduğunu görürüz.70
Önceki bölümde "adaptasyon yanılgısı"na dikkat
çekmiş ve bazı evrimcilerin "Dünya'da şartlar farklı olsaydı, canlılar da
ona uygun şekilde gelişirdi" gibi yanlış bir fikre kapılabileceklerinden
söz etmiştik. Bitkiler ve fotosentez konusunu yüzeysel olarak değerlendirenler
de, belki yine bu hataya düşebilir ve "Güneş ışığı daha farklı olsaydı,
bitkiler de ona uygun şekilde gelişirdi" diye düşünebilirler. Oysa bu
kesinlikle mümkün değildir. George Greenstein bir evrimci olmasına rağmen bu
gerçeği şöyle kabul eder:
Belki insan burada bir tür adaptasyonun gerçekleştiğini
düşünebilir: Bitkinin yaşamının Güneş ışığının özelliklerine uyum sağladığını
varsayabilir. Sonuçta, eğer Güneş farklı bir ısıda olsa (ve farklı bir ışık
yaysa) klorofil yerine bir başka molekül bu ışığı kullanacak biçimde gelişemez
mi?
Açıkçası, cevap "hayır"dır. Çünkü en geniş
sınırlarda dahi, tüm farklı moleküller ışığın çok belirli bazı renklerini
absorbe edebilirler. Işığın absorbe edilmesi işlemi, moleküllerin içindeki
elektronların yüksek enerji seviyelerine olan duyarlılıklarıyla ilgilidir ve
hangi molekülü ele alırsanız alın, bu işi gerçekleştirmek için gereken enerji
aynıdır. Işık, fotonlardan oluşur ve yanlış enerji seviyesinde foton, hiçbir
şekilde absorbe edilemez... Kısacası yıldızların
fiziği ile, moleküllerin fiziği arasında çok iyi bir uyum vardır. Bu uyum
olmasa, yaşam imkansız olurdu.71
Greenstein özetle şunu söylemektedir: Herhangi bir
bitkinin fotosentez yapabilmesi, sadece ve sadece çok belirli bir ışık
aralığında mümkündür. Bu aralık ise tam olarak Güneş'in yaydığı ışığa karşılık
gelmektedir.
Greenstein'in ifadesiyle "yıldızların fiziği ile
moleküllerin fiziği arasındaki bu uyum", asla rastlantılarla
açıklanamayacak kadar olağanüstü bir uyumdur. Güneş'in 1025'te 1
ihtimalle bizim için gerekli olan ışığı vermesi ve yeryüzünde bu ışığı
kullanacak kompleks moleküllerin bulunması, elbette söz konusu uyumun
yaratıldığını göstermektedir.
Bir başka deyişle, yıldızların ışıklarına da, bitkilerin
moleküllerine de hakim olan tek bir Yaratıcı, tüm bunları birbirlerine uygun
olarak yaratmıştır. Allah, Kuran'da bildirildiği gibi, "kusursuzca varedendir". (Haşr Suresi, 24)
Gözler ve Işık
Şimdiye kadar Güneş'ten bize gelen ışığın,
elektromanyetik yelpazenin üç daracık alanını kapsayan çok özel bir ışık
olduğunu gördük. Bu alanlar;
1) Görülebilir ışığın hemen altında kalan ve Dünya'yı
ısıtan yakın kızılötesi ışınlar,
2) Görülebilir ışığın hemen üstünde kalan ve D vitamini
sentezi için gerekli olan az miktardaki morötesi ışınlar,
3) Ve, hem görme yeteneğini, hem de bitkilerin fotosentez
işlemini destekleyen "görülebilir ışık" alanlarıdır.
"Görülebilir ışık" alanlarının varlığı,
fotosentez kadar görme yeteneğinin desteklenmesi açısından da son derece
önemlidir. Çünkü biyolojik bir gözün, görülebilir ışığın—ve çok az oranda yakın
kızılötesinin—dışında bir ışın türünü görmesi mümkün değildir.
Bunu açıklamak için görme işleminin nasıl gerçekleştiğini
kısaca hatırlayalım. Görme, "foton" adı verilen ışık parçacıklarının
göz merceğinden geçerek, gözün arka tarafında bulunan retina tabakası üzerine
düşmesiyle başlar. Retina tabakasının yüzeyinde, ışığa duyarlı hücreler vardır.
Bu hücrelerden her biri, kendisine isabet eden tek bir fotonu algılayabilecek
yetenektedir. Fotonun enerjisi, bu hücrelerin içinde bol miktarda bulunan ve
"rodopsin" adı verilen kompleks bir molekülü harekete geçirir.
Rodopsin başka molekülleri etkiler, o moleküller başka molekülleri harekete geçirir.72
Sonunda hücrenin içinde bir elektrik akımı oluşur ve bu akım sinirler
aracılığıyla beyne yollanır.
Dikkat edilirse, burada sistemin en temel şartı, retinadaki hücrenin fotonu algılayabilmesidir.
İşte bunun gerçekleşebilmesi için, bu fotonun görülür ışık sınırları içinde
kalması şarttır. Çünkü daha farklı bir dalga boyundaki fotonlar, hücreler için
ya çok zayıf ya da çok güçlü kalacaklar ve gereken reaksiyonu
başlatamayacaklardır. Gözün boyutlarının küçültülmesi ya da büyütülmesi bir şey
değiştirmez. Önemli olan, hücrenin boyu ile, fotonun dalga boyu arasındaki
uyumdur.
Diğer ışınları algılayacak bir göz tasarlamak ise,
karbon-temelli hayatın hüküm sürdüğü dünyada imkansızdır. Michael Denton, Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı
kitabında bu konuyu detaylı olarak inceler ve organik bir gözün ancak
"görülebilir ışık" sınırları içinde görebileceğini açıklar. Teorik
olarak tasarlanabilecek başka hiçbir göz modelinin, farklı dalga boylarını
görebilmesi mümkün değildir. Denton, şöyle yazmaktadır:
Ultraviyole, X ve gama ışınları çok fazla enerji taşırlar
ve yüksek derecede tahrip edicidirler. Uzak kızılötesi ve mikrodalga ışınları
da yaşam için zararlıdırlar. Yakın kızılötesi ve radyo dalgaları ise çok zayıf
enerjiye sahip oldukları için tespit edilemezler... Sonuçta şu ortaya
çıkmaktadır ki, pek çok nedenden dolayı, elektromanyetik yelpazenin görülebilir
bölgesi, biyolojik görme yeteneği için uygun olan yegane bölgedir. Özellikle de
insan gözüne benzer yüksek-çözünürlü kamera tipi omurgalı gözleri için, bu ışık
aralığından başka uygun bir dalga boyu yoktur.73
Tüm bunları birarada düşündüğümüzde ise, şu sonuca
varırız: Güneş öyle ince tasarlanmış bir aralıkta ışık yaymaktadır ki, muhtemel
ışık türlerinin sadece 1025'te 1'ini oluşturan bu aralık, hem Dünya'nın ısınması,
hem kompleks canlıların biyolojik işlevlerinin desteklenmesi, hem bitkilerin
fotosentez yapması, hem de Dünya üzerindeki canlıların görme yeteneğine sahip
olması için en ideal aralıktır.
Doğru Yıldız, Doğru Gezegen, Doğru Mesafe
Bir önceki bölümde Dünya ile Güneş Sistemi'nin diğer
gezegenlerini karşılaştırmıştık. Bu karşılaştırmada, yaşam için gerekli olan
ısı aralığının sadece Dünya'da bulunduğunu görmüştük. Bunun en büyük nedeni
ise, Dünya'nın Güneş'e ideal uzaklıkta olmasıydı. Jüpiter, Satürn ya da Pluton
gibi uzak gezegenler aşırı derecede soğuk, Merkür, Venüs gibi yakın gezegenler
aşırı derecede sıcak bir yüzeye sahiptiler.
Bu durumda, Dünya ile Güneş arasındaki uzaklığın özel
olarak yaratıldığı gerçeğini kabul etmek istemeyenler şöyle bir mantık
kurarlar: "Evrende Güneş'ten çok daha büyük ya da daha küçük yıldızlar
vardır. Bunların da pekala kendi gezegen sistemleri olabilir. Bu yıldızlar eğer
Güneş'ten daha büyükse, o zaman yaşam için ideal gezegen, Dünya ile Güneş
arasındaki mesafeden çok daha uzakta olacaktır. Örneğin bir kırmızı devin
etrafında Pluton'un mesafesinde dönen bir gezegen, bizim Dünyamız gibi ılık bir
atmosfere sahip olabilir. Böyle bir gezegen, hayat için Dünya kadar uygun
olacaktır."
Bu iddia çok önemli bir yönden geçersizdir: Farklı
kütlelerdeki yıldızların farklı ışınlar yayacağını hesaba katmamaktadır.
Yıldızların yaydıkları ışınların hangi dalga boylarında
olacağını belirleyen etken, bu yıldızların kütleleri ve kütleleri ile doğru
orantılı olan yüzey sıcaklıklarıdır. Örneğin Güneş'in yakın mor ötesi,
görülebilir ışık ve yakın kızılötesi ışınlar yaymasının nedeni, 6000°C
civarında olan yüzey ısısıdır. Eğer Güneş'in kütlesi biraz daha büyük olsaydı,
yüzey ısısı daha yüksek olurdu. Bu durumda da Güneş'in yaydığı ışınların enerji
seviyeleri artar ve Güneş öldürücü etkiye sahip morötesi ışınları çok daha
fazla yaymaya başlardı.
Bu durum bizlere, hayatı destekleyecek ışınları
yayabilecek olan yıldızların, mutlaka bizim Güneş'imize çok yakın bir kütleye
sahip olması gerektiğini göstermektedir. Bu yıldızların bir gezegende hayatı
destekleyebilmeleri için de, bu gezegenin tam şu anda Güneş ile Dünya
arasındaki mesafe kadar uzakta olması şarttır.
Bir başka deyişle, bir kırmızı devin, mavi devin, ya da
kütlesi Güneş'ten belirgin olarak farklı başka herhangi bir yıldızın etrafından
dönen herhangi bir gezegen, hayat için bir barınak oluşturamaz. Hayatı destekleyecek tek enerji kaynağı
Güneş gibi bir yıldızdır. Hayat için uygun tek gezegen mesafesi ise Dünya-Güneş
mesafesidir.
Aynı gerçek şöyle de ifade edilebilir: Güneş tam olması
gerektiği gibi, Dünya da tam olması gerektiği gibi yaratılmıştır. Nitekim
Allah'ın her şeyi bir hesap ile yaratışı Kuran'da şöyle haber verilmiştir:
O sabahı yarıp
çıkarandır. Geceyi bir sükun (dinlenme), Güneş ve Ay'ı bir hesap (ile) kıldı.
Bu, üstün ve güçlü olan, bilen Allah'ın takdiridir. (Enam Suresi, 96)
Işık-Atmosfer Uyumu
Bu bölümün başından bu yana, Güneş'ten yayılan ışınlar
üzerinde durduk ve bunların yaşamı desteklemek için özel olarak yaratılmış olduklarını
inceledik. Ama bu konunun içinde şimdiye kadar değinmediğimiz çok önemli bir
faktör daha vardır: Bu ışınlar Dünya yüzeyine ulaşabilmek için, atmosferden
geçmek zorundadırlar.
Eğer atmosfer, bu ışınları geçirecek bir yapıya sahip
olmasaydı, elbette bu ışınların bize hiçbir yararı olmazdı. Ama atmosferimiz,
bu yararlı ışınların geçişine izin veren özel bir yapıya sahiptir.
İşin asıl ilginç olan yönü ise, atmosferin bu ışınların
geçişine izin vermesi değil, sadece
bu ışınların geçişine izin vermesidir. Çünkü atmosfer yaşam için gerekli olan
görülebilir ve yakın kızılötesi ışınlarını geçirirken, yaşam için öldürücü olan
diğer ışınların geçişini ise kesin biçimde engellemektedir. Bu ise, Güneş dışı
kaynaklardan Dünya'ya ulaşan kozmik ışınlara karşı çok önemli bir
"süzgeç" oluşturmaktadır. Denton bu konuyu şöyle açıklar:
Atmosfer gazları, görülebilir ışığın ve yakın
kızılötesinin hemen dışında kalan tüm diğer ışınları ise çok güçlü bir biçimde
yutarlar. Dikkat edilirse, atmosferin, elektromanyetik yelpazenin çok geniş
alternatifleri içinde, geçişine izin verdiği yegane ışınlar görülebilir ışık ve
yakın kızılötesini kapsayan daracık alandır. Neredeyse hiç gama, morötesi ve
mikrodalga ışını Dünya yüzeyine ulaşmaz.74
Burada söz edilen yapının inceliğini görmemek mümkün
değildir. Güneş 1025'te 1 ihtimalin arasından sadece bize yararlı
olan ışınları yollamakta, atmosfer de zaten sadece bu ışınları geçirmektedir.
(Güneş'in yolladığı çok az orandaki yakın morötesi ışınların büyük bölümü de,
ozon tabakasına takılmaktadır.)
Konuyu daha da ilginç hale getiren bir başka nokta ise,
suyun da aynı atmosfer gibi son derece seçici bir geçirgenlik özelliğine sahip
olmasıdır. Su içinde yayılabilen ışınlar, sadece görülebilir ışıktır.
Atmosferden geçebilen (ve ısı sağlayan) yakın kızılötesi ışınlar bile, suyun
içinde sadece birkaç milimetre ilerleyebilirler. Dolayısıyla Dünya üzerindeki
denizlerde, sadece yüzeydeki birkaç milimetrelik tabaka Güneş'ten gelen
ışınlarla ısınır. Bu ısı daha aşağı doğru kademeli bir biçimde iletilir.
Böylece belirli bir derinliğin altında, Dünya'daki tüm denizlerin ısısı
birbirine çok yakındır. Bu ise deniz yaşamı için çok uygun bir ortam meydana
getirmektedir.
Suyla ilgili daha da ilginç bir başka nokta ise,
görülebilir ışığın farklı renklerinin de suyun içinde farklı mesafelere kadar
gidebilmesidir. Örneğin 18 metrenin altında kırmızı ışık sona erer. Sarı ışık
100 metre kadar bir derinliğe ilerleyebilir. Yeşil ve mavi ışık ise, 240
metreye kadar iner. Bu özellikler son derece önemlidir. Çünkü fotosentez için
gerekli olan ışık, öncelikle mavi ve yeşil ışıktır. Suyun bu ışık rengini
diğerlerinden çok daha fazla geçirmesi sayesinde, fotosentez yapan bitkiler
denizlerin 240 metre derinliklerine kadar yaşayabilir.
Tüm bunlar çok önemli gerçeklerdir. Işıkla ilgili
hangi fiziksel kanunu incelesek, her şeyin tam yaşam için olması gerektiği gibi
olduğu ortaya çıkmaktadır. Encyclopaedia
Britannica'da yer alan bir yorum, bunun ne kadar olağanüstü bir durum
olduğunu şöyle kabul etmektedir:
Dünya'daki yaşamın farklı yönleri için görülebilir ışığın
ne kadar önem taşıdığını düşündüğümüzde, atmosfer ve suyun ışık geçirgenliğinin
bu denli dar bir alana sıkıştırılmış olduğu gerçeği karşısında, insan kendisini
şaşkınlığa düşmekten alıkoyamamaktadır.75
Sonuç
Materyalist felsefe ve ondan kaynak bulan Darwinizm,
insan yaşamının, evren içinde tesadüfen ortaya çıkmış ve hiçbir amaca yönelik
olmayan bir "rastlantı" olduğu iddiasındadır. Ancak gelişen bilimle
birlikte ortaya çıkan bilgiler, gerçekte evrenin her detayında insanın yaşamını
amaçlayan bir düzen ve yapı olduğunu göstermektedir. Bu öyle bir düzendir ki,
ışık gibi belki de daha önce hiç düşünmediğimiz bir unsurda bile, insanı
şaşkınlığa düşürecek kadar belirgindir.
Bu kadar kusursuz ve eksiksiz bir düzeni "tesadüf"le
açıklamaya kalkmak ise akıl dışıdır. Güneş'in elektromanyetik ışınımının, genel
elekromanyetik yelpazenin 1025'te 1'i kadar bir alana sıkıştırılmış
olması; hayat için gerekli olan ışığın da tam bu daracık alan oluşu; atmosfer
gazlarının diğer tüm ışınları engellerken sadece bu ışınları geçirmeleri; ve
suyun da yine diğer öldürücü ışınları engelleyip bu ışınlara izin vermesi... Bu
denli olağanüstü hassas ayarlamalar, tesadüflerle değil, ancak Yaratılış’la
açıklanabilir. Bu ise, tüm evrenin, ve bizi aydınlatıp ısıtan Güneş ışığı da
dahil olmak üzere evrendeki tüm detayların, Allah tarafından yaratılıp düzenlendiğini
göstermektedir.
Bilimin ortaya çıkardığı bu sonuç, Kuran'da insanlara 14
asırdan beridir öğretilen bir gerçektir. Bilim, Güneş ışığının bizim için
yaratıldığını, bir başka deyişle bizim "emrimize amade" kılındığını
göstermektedir, Kuran'da ise "Güneş
ve Ay bir hesap iledir" (Rahman Suresi, 5) denilmekte ve şöyle
buyrulmaktadır:
Allah, gökleri ve
yeri yaratan ve gökten su indirip onunla size rızık olarak türlü ürünler
çıkarandır. Ve onun emriyle gemileri, denizde yüzmeleri için size, emre amade
kılandır. Irmakları da sizin için emre amade kılandır. Güneş'i ve Ay'ı
hareketlerinde sürekli emrinize amade kılan, geceyi ve gündüzü de emrinize amade
kılandır. Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini saymaya
kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki, insan pek
zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 32-34)
7. BÖLÜM
SUYUN KUSURSUZ YAPISI
Bu da,
ateistlerin diğer iddiaları gibi, Doğa Felsefesi hakkındaki derin bir
cehaletten kaynaklanır. Eğer Dünya üzerinde şimdi olduğunun yarısı kadar deniz
olsaydı, o zaman su buharı miktarı da şimdikinin yarısı kadar olacaktı,
dolayısıyla biz de kuru toprakları beslemek için şu an sahip olduğumuz
nehirlerimizin ancak yarısına sahip olacaktık, çünkü su buharının miktarı,
üzerinden yükseldiği yüzeyin genişliğiyle bağlantılıdır. Dolayısıyla Akıl
Sahibi Yaratıcı, bunu öyle bir şekilde düzenlemiştir ki, denizler, karalar için
gereken su buharını temin etmeye yetecek bir genişliğe sahiptir.
John Ray,
18. yüzyıl İngiliz doğabilimcisi76
Yeryüzünün büyük bölümü sularla kaplıdır. Okyanuslar ve
denizler Dünya yüzeyinin toplam dörtte üçünü meydana getirirler. Öte yandan
karalarda da sayısız göl ve nehir vardır. Yüksek dağların zirvelerini kaplayan
kar ise suyun donmuş halidir. Dünya'daki suyun önemli bir bölümü de
gökyüzündedir; bulutların her birinde binlerce, bazen milyonlarca ton su
bulunur. Bu suların bir kısmı da zaman zaman damlalar halinde yere iner, yani
yağmur olur. Şu an solumakta olduğunuz havanın da içinde, mutlaka belirli
miktarda su buharı vardır.
Kısacası "yeryüzünün neresine bakarsak orada su
görürüz" diyebiliriz. Ancak bundan daha da ileri gidebilir ve "şu
anda içinde oturduğunuz odanın bile içinde, yaklaşık 40-50 litrelik bir su
kütlesi vardır" da diyebiliriz. Acaba bu su kütlesini görebiliyor musunuz?
Biraz dikkat edin, göreceksiniz. Gözünüzü bu satırlardan ayırıp, ellerinize,
kollarınıza, bacaklarınıza, gövdenize bakmanız yeterli olacaktır. Çünkü bu
40-50 litrelik su kütlesi sizsiniz!
Bu su kütlesi sizsiniz, çünkü insan bedeninin yaklaşık %
70'i sudan oluşur. Hücrelerinizin içinde başka her şeyden daha çok su vardır.
Bedeninizin her tarafında dolaşan kanın yine çok büyük bölümü sudur. Sırf siz
ve diğer insanlar değil, tüm canlıların bedenlerinin büyük bölümü sudan oluşur.
Susuz bir hayatın var olabilmesi mümkün gözükmemektedir.
Su, her türlü fiziksel ve kimyasal özelliği ile özellikle
hayat için yaratılmış bir maddedir.
Suyun Uygunluğu
Ünlü biyokimyacı A. E. Needham, The Uniqueness of Biological Materials (Biyolojik Materyallerin
Özgünlüğü) adlı kitabında, yaşamın oluşması için mutlaka sıvı maddelerin
varlığının zorunlu olduğunu anlatır. Eğer evrenin kanunları sadece maddenin
katı ve gaz haline izin vermiş olsa, hayat hiçbir zaman var olamayacaktır.
Çünkü katı maddelerde atomlar birbirleri ile çok içiçe ve durgundurlar ve canlı
organizmaların gerçekleştirmek zorunda oldukları dinamik moleküler işlemlere
kesinlikle izin vermezler. Gazlarda ise atomlar hiçbir istikrar göstermeden
serbestçe uçuşurlar ve böyle bir yapı içinde canlı organizmaların kompleks
mekenizmalarının işlemesi mümkün değildir.
Kısacası, hayat için gerekli işlemlerin
gerçekleştirilmesi için, sıvı bir ortamın varlığı zorunludur. Sıvıların en
ideali-daha doğrusu tek ideal olanı-ise sudur.
Suyun hayat için olağanüstü derecede uygun özelliklere
sahip olduğu, eskiden beridir bilim adamlarının dikkatini çekmiştir. Bu
konudaki ilk detaylı çalışma ise, İngiliz doğabilimci William Whewell'in 1832
yılında yayınlanan Astronomy and General
Physics Considered with Reference to Natural Theology (Doğal Teoloji
Işığında Astronomi ve Genel Fizik) adlı kitabı oldu. Whewell suyun özellikle
termal (ısıyla ilgili) özelliklerini inceledi ve suyun genel doğa kanunlarına
aykırı gibi duran bazı termal özelliklerinin, bu maddenin yaşam için özel
yaratıldığına delil sayılması gerektiğini anlattı.
Suyun yaşam için uygunluğu hakkındaki en kapsamlı
yorumlar ise, Whewell'in kitabından yaklaşık bir asır sonra, Harvard
Üniversitesi biyolojik kimya bölümü profesörü Lawrence Henderson'dan geldi.
Henderson, sonradan bazılarınca "20. yüzyılın ilk çeyreğinin en önemli
bilimsel eseri" sayılacak olan The
Fitness of the Environment (Çevrenin Uygunluğu) adlı kitabında suya çok
büyük yer ayırdı. Henderson, kitabında Dünya'nın doğal çevresi hakkında şu
sonuca varıyordu:
Çevre, temel özellikleriyle (yani canlıları oluşturan
çeşitli kimyasallar ve fiziko-kimyasal işlemler ile hidrosferin fiziksel ve kimyasal
özellikleri yönünden) yaşam için olabilecek en uygun çevredir.77
Suyun Olağanüstü Termal Özellikleri
Henderson'ın kitabında üzerinde durulan konulardan biri,
suyun termal (ısıyla ilgili) özellikleridir. Henderson, suyun termal
özelliklerinin beş ayrı yönden çok ilginç olduğuna dikkat çeker. Bunlar
sırasıyla şöyledir:
1) Bilinen tüm maddeler ısıları düştükçe büzüşürler.
Bilinen tüm sıvılar da yine ısıları düştükçe büzüşür, hacim kaybederler. Hacim
azalınca yoğunluk artar ve böylece soğuk olan kısımlar daha ağır hale gelir. Bu
yüzden sıvı maddelerin katı halleri, sıvı hallerine göre daha ağırdır. Ama su,
bilinen tüm sıvıların aksine, belirli bir ısıya (+ 4°C'ye) düşene kadar
büzüşür, ama sonra birdenbire genleşmeye başlar. Donduğunda ise daha da genleşir.
Bu nedenle suyun katı hali, sıvı halinden daha hafiftir. Yani buz, aslında
"normal" fizik kurallarına göre suyun dibine batması gerekirken, su
üstünde yüzer.
2) Buz eridiğinde ya da su buharlaştığında, etraftan ısı
çekilir. Bunun tersi gerçekleştiğinde ise, dışarıya ısı verilir. Bu "gizli
ısı" olarak bilinen kavramdır.78 Tüm sıvıların gizli ısıları
vardır. Ancak suyun gizli ısısı, bilinen tüm sıvıların en yükseği sayılabilir.
Normal ısılarda, sadece amonyak sudan daha yüksek bir donma gizli ısısına sahiptir.
Buharlaşma gizli ısısında ise hiçbir sıvı, su ile boy ölçüşemez.
3) Suyun "termal kapasitesi", yani suyun
ısısını bir derece artırmak için gereken ısı miktarı, bilinen diğer sıvıların
çok büyük bölümünden daha yüksektir.
4) Suyun termal iletkenliği, yani ısıyı iletebilme
yeteneği, bilinen diğer herhangi bir sıvıdan en az dört kat daha yüksektir.
5) Buzun ve karın termal iletkenlikleri ise düşüktür.
Teknik birer fiziksel özellik gibi duran yukarıdaki beş
maddenin ne gibi bir öneme sahip olduğunu merak edebilirsiniz. Bunlar çok büyük
birer öneme sahiptir, çünkü dünya üzerindeki yaşam ve bizim hayatımız, bu
üstteki özelliklerin tam tamına bu şekilde olması sayesinde mümkündür.
Şimdi sırasıyla bu özelliklerin etkilerini inceleyelim.
Üstten Donmanın Etkisi
Suyun yukarıdaki birinci maddede anlatılan özelliği,
Dünya üzerindeki denizler açısından çok önemlidir. Eğer bu özellik olmasa, yani
buz suyun üzerinde yüzmese, Dünya üzerindeki suyun çok büyük bir bölümü tamamen
donacak, göllerde ve denizlerde hiçbir yaşam kalmayacaktı.
Bu gerçeği biraz detaylı olarak inceleyelim. Dünya'nın
pek çok yerinde soğuk kış günlerinde ısı 0°C'nin altına düşer. Bu soğuk elbette
denizleri ve gölleri de etkiler. Bu su kütleleri giderek soğurlar. Soğuyan
tabakalar dibe doğru çöker, daha sıcak kısımlar yüzeye çıkar, ama bunlar da
havanın etkisiyle soğur ve yine dibe doğru çöker. Ancak bu denge sıcaklık
4°C'ye gelince birden değişir, bu kez ısının her düşüşünde, su genleşmeye ve
hafiflemeye başlar. Böylece 4°C'lik su en altta kalır. Daha yukarıda 3°C, onun
üstünde 2°C, böylece devam eder. Suyun yüzeyi ise 0°C'ye vararak donar. Ama
sadece yüzey donmuştur. Yüzeyin altında kalan 4°C'lik bir su tabakası,
balıkların ve diğer su canlılarının yaşamlarını sürdürmeleri için yeterlidir.
(Bu arada suyun yukarıdaki beşinci maddede değindiğimiz
özelliği de çok büyük bir işlev görmektedir: Bu özellik, buzun ve karın termal
iletkenliklerinin düşük olmasıdır. Yani buz, havadaki soğuğu, altındaki su
tabakasına çok az iletir. Böylece dışarıdaki hava –50°C'yi bulsa bile, denizin
üstündeki buz tabakası bir-iki metreyi geçmez. Foklar, penguenler ve diğer
kutup hayvanları, bu sayede denizin üstündeki buzu delip alttaki suya
ulaşabilirler.)
Eğer böyle olmasa ne olurdu? Su "normal"
davransaydı, tüm diğer sıvılar gibi onun da ısı kaybına paralel olarak
yoğunluğu artsaydı, yani buz suyun dibine batsaydı ne olurdu?
Bu durumda okyanuslar, denizler ve göllerde, donma alttan
başlayacaktı. Alltan başlayan donma, yüzeyde soğuğu kesecek bir buz tabakası
olmadığı için, yukarı doğru devam edecekti. Böylece Dünya'daki göllerin, denizlerin
ve okyanusların çok büyük bölümü dev birer buz kütlesi haline gelecekti.
Denizlerin yüzeyinde sadece birkaç metrelik bir su tabakası kalacak ve hava
sıcaklığı artsa bile, dipteki buz asla çözülmeyecekti. Böyle bir Dünya'nın
denizlerinde hiçbir canlı yaşayamazdı. Denizlerin ölü olduğu bir ekolojik
sistemde kara canlılarının varlığı da mümkün olamazdı. Kısacası Dünya, eğer su
"normal" davransaydı, ölü bir gezegen olacaktı.
Suyun neden "normal" davranmadığı, yani 4°C'ye
kadar büzüştükten sonra neden birdenbire genleşmeye başladığı ise, hiç kimsenin
cevaplayamadığı bir sorudur.
Terleyerek Soğumak
Yukarıda suyun termal özelliklerinden söz ederken
sıraladığımız ikinci ve üçüncü maddeler, yani suyun gizli ısısının ve termal
kapasitesinin tüm diğer sıvılardan yüksek olması da, bizim için çok önemlidir.
Bu özellik, çoğu insanın neye yaradığını bilmediği çok önemli bir vücut
işlevimizin temel anahtarıdır. Bu işlev, terlemedir.
Gerçekten de, terleme neye yarar?
Bunu incelemek için konuyu biraz daha baştan almak
gerekir. Bütün memeli canlılar, aşağı yukarı aynı vücut sıcaklığına
sahiptirler. 35-40°C arasında değişen bu sıcaklık, insanlarda da normal
şartlarda 37°C civarındadır. Bu çok hassas bir ısıdır ve mutlaka sabit
tutulması gerekir. Vücut sıcaklığı birkaç derece düştüğünde donma tehlikesi ile
karşı karşıya geliriz. Birkaç derece yükseldiğinde ise ciddi biçimde güçten
düşeriz. Vücut ısısının 40°C'nin üzerine çıkması ise, ölüm tehlikesi anlamına gelir.
Kısacası vücudumuzun ısısı ancak birkaç derece
oynayabilecek kadar hassas bir dengeye sahiptir.
Ama vücudumuzun bu noktada önemli bir sorunu vardır:
Sürekli olarak hareket etmektedir. Bütün fiziksel hareketler, makinaların
çalışmaları da dahil, enerji üretimi gerektirirler. Enerji üretimi de her zaman
için ısı açığa çıkarır. Bu ısıyı kolaylıkla hissedebilirsiniz de. Bu kitabı bir
kenara bırakıp, kızgın Güneş'in altında 10 kilometre koşup geri gelirseniz,
vücudunuzun ısındığını çok açık olarak hissedersiniz.
Ama aslında yine de fazla ısınmazsınız.
Isının birimi kaloridir. Normal bir insan 10 kilometrelik
yolu bir saat içinde koştuğu zaman, yaklaşık 1000 kalorilik bir ısı açığa
çıkarır. Eğer koşu sırasında bu ısı vücuttan atılmasa, koşan kişinin vücut ısısı
o kadar artacaktır ki, koşucu daha birinci kilometrenin içinde komaya
girecektir.
İşte bu büyük tehlike, suyun sahip olduğu iki özellik
sayesinde engellenir.
Bu özelliklerin birincisi, suyun yüksek termal
kapasitesidir. Yani suyun ısısını artırmak için çok yüksek kalori gerekir. Bu
sayede, %70'i sudan oluşan vücudumuz çok hızlı bir şekilde ısınmaz. Örneğin
bizim vücut ısımızı 10°C artıracak olan bir hareket, eğer vücudumuz temel
olarak alkolden oluşsa, ısımızı 20°C artıracaktır. Diğer maddeler daha da vahimdir:
Tuz 50°C, demir 100°C, kurşun ise 300°C'lik artışlar yaşatacaktır. Ama suyun
yüksek termal kapasitesi, bizi bu gibi büyük ısı değişimlerinden korur.
Ancak başta da belirttiğimiz gibi 10°C'lik bir artış bile
insan için ölümcüldür. Bunu gidermek içinse, suyun diğer bir özelliği, yani
gizli ısısının yüksekliği devreye girer.
Vücut, açığa çıkan ısı karşısında kendisini serinletmek
için terleme mekanizmasını kullanır. Terleme sırasında deriye yayılan su, hızla
buharlaşır. Bu buharlaşma sırasında ise, gizli ısısı çok yüksek olduğu için,
yüksek ısıya ihtiyaç duyar. Bu ısıyı vücudumuzdan çekip alır ve böylece bizi
soğutmuş olur. Bu soğutma o kadar etkilidir ki, bazen üşütmeye bile neden
olabilir.
Bu sayede, üstte ele aldığımız 10 kilometre koşucusu,
sadece bir litre terinin buharlaşması sayesinde, vücut ısısını 6°C düşürür. Ne
kadar fazla enerji harcarsa vücut ısısı o kadar artacak, buna karşılık o kadar
fazla terleyip-soğuyacaktır. Vücudun bu mükemmel termostat sistemini mümkün
kılan etkenlerin başında ise, suyun termal özellikleri gelmektedir. Başka
hiçbir sıvı su gibi iyi terletemez. Eğer su yerine başka bir sıvı, örneğin
alkol kullanılsa, sıcaklık 6°C değil, sadece 2.2°C düşecektir. Amonyak ise
3.6°C'lik bir düşüş sağlayabilir.
Olayın çok önemli bir başka yönü daha vardır. Eğer
vücudun içinde oluşan ısı, yüzeye, yani deriye aktarılamazsa, suyun sözünü
ettiğimiz bu iki özelliği ve buna dayalı terleme sistemi yine de bir işe
yaramayacaktır. Bu nedenle, vücudun yapısının, ısıyı çok hızlı iletebilir olması
gerekir. İşte bu noktada suyun bir diğer özelliği devreye girer: Su, diğer
bilinen tüm sıvıların aksine, çok yüksek bir termal iletkenliğe, yani ısıyı
iletebilme yeteneğine sahiptir. Bu sayede vücut, içinde oluşan yüksek ısıyı
hızla deriye taşır. (Hatta bunun için deriye yakın olan kan damarları genişler
ve biz de bu yüzden ısındığımız zaman kızarırız.) Eğer suyun termal iletkenliği
birkaç kat kadar daha az olsa, vücutta oluşan ısının yüzeye taşınması çok
yavaşlayacak, bu da yine memeliler gibi kompleks canlıların yaşamını imkansız
hale getirecektir.
Tüm bunlar, suyun birbirinden farklı üç termal
özelliğinin ortak bir amaca, yani insan gibi kompleks canlıların
serinletilmesine hizmet ettiğini göstermektedir. Su, bu iş için seçilmiş özel
bir sıvıdır.
Ilık Bir Dünya
Suyun, Henderson'ın The
Fitness of the Environment (Çevrenin Uygunluğu) adlı kitabında dikkat
çekilen beş farklı termal özelliği, aynı zamanda Dünya'nın ılık ve dengeli bir
iklime sahip olmasında da büyük rol oynar.
Suyun gizli ısısının ve termal kapasitesinin diğer
sıvılara göre çok yüksek olması, denizlerin karalara göre daha geç ısınıp daha
geç soğumalarını sağlar. Bu nedenle Dünya'da kara üzerindeki ısı farklılıkları
en sıcak yer ile en soğuk yer arasında 140°C'ye kadar çıkarken, denizlerin ısı
farklılığı en fazla 15-20°C arasında değişir. Aynı durum gece-gündüz arasındaki
ısı farkında da yaşanır. Karada gece ile gündüz arasındaki fark kurak
ortamlarda 20-30°C'ye kadar çıkarken, denizlerde en fazla birkaç derecelik bir
ısı farkı olur. Sırf denizler değil, atmosferdeki su buharı da çok büyük bir
denge sağlamaktadır. Gece-gündüz arasındaki ısı farkının, su buharının çok az
bulunduğu çöllerde çok fazla, deniz iklimi yaşayan yerlerde ise çok daha az
olması, bunun bir sonucudur.
Suyun bu kendine özgü termal özellikleri sayesinde, kış
ile yaz ya da gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı daima insanların ve
diğer canlıların dayanabileceği bir sınırda kalmaktadır. Dünya üzerindeki su
miktarı karalara oranla daha az olmuş olsaydı, gece ile gündüz sıcaklıkları
arasındaki fark çok artacak, karaların büyük kısmı çöle dönecek ve yaşam
imkansızlaşacak ya da en azından çok zorlaşacaktı. Ya da suyun termal
özellikleri farklı olsaydı, yine yaşama son derece elverişsiz bir gezegen
ortaya çıkacaktı.
Henderson, suyun tüm bu termal özelliklerini inceledikten
sonra şu yorumu yapar:
Özetlemek gerekirse, suyun bu özelliği üç yönden büyük
önem taşımaktadır. Öncelikle, Dünya'nın ısısını düzenlemeye ve dengelemeye
yarar. İkincisi, canlıların bedenlerinin ısı dengesinin mükemmel bir biçimde korunmasını
sağlar. Üçüncüsü, meteorolojik çevirimleri destekler. Tüm bu etkiler,
olabilecek en yüksek uygunlukta gerçekleşmektedir ve başka hiçbir madde bu
yönden su ile karşılaştırılamaz.79
Yüksek Yüzey Gerilimi
Suyun şimdiye dek ele aldığımız tüm özellikleri, termal,
yani ısıyla ilgili özelliklerdir. Ancak suyun diğer bazı önemli fiziksel
özellikleri de vardır ve bunlar da yaşam için yine olağanüstü derecede
uygundur.
Bu özelliklerin biri, suyun son derece yüksek olan yüzey
gerilimidir. Yüzey gerilimi, ansiklopedik kaynaklarda "sıvıların yüzeyinin
gerilmiş bir zar gibi davranması özelliği" diye tarif edilir. Bunun
nedeni, sıvıyı oluşturan moleküllerin birbirlerini çekmeleridir.
Yüzey geriliminin örneklerini en çok suda görürüz. Suyun
yüzey gerilimi çok yüksek olduğu için, birtakım ilginç fiziksel olaylar
yaşanır. Örneğin bir su kabı, kabın yüksekliğinden biraz daha yüksek bir su
kütlesini taşırmadan taşıyabilir. Ya da metal bir iğne suyun üzerine dikkatli
bir biçimde yatay olarak konduğunda, batmadan yüzebilir.
Suyun yüzey gerilimi, bilinen diğer sıvıların hemen hepsinden daha
yüksektir ve bunun çok önemli bazı biyolojik etkileri vardır.
Bitkilerdeki etki, bunların başında gelir.
Bitkilerin, hiçbir pompaları, kas sistemleri vs. olmadan,
toprağın derinliklerindeki suyu metrelerce yukarı taşıdıklarını düşündünüz mü?
Bu sorunun cevabı, yüzey gerilimidir. Bitkilerin köklerindeki ve damarlarındaki
kanallar, suyun yüzey geriliminden yararlanacak şekilde yaratılmışlardır.
Yukarı doğru gidildikçe daralan bu kanallar, suyun yukarı doğru
"tırmanmasına" neden olurlar.
Bu mükemmel yapıyı mümkün kılan şey, biraz önce
belirttiğimiz gibi suyun yüksek yüzey gerilimidir. Eğer suyun yüzey gerilimi
diğer sıvıların çoğu gibi düşük düzeyde olsa, geniş karasal bitkilerin yaşaması
fizyolojik olarak imkansız hale gelecektir. Yüksek yüzey geriliminin bir başka
önemli etkisi ise, kayaların parçalanmasıdır. Su, yüksek yüzey gerilimi
nedeniyle, kayaların içinde bulunan küçük çatlakların en derinliklerine kadar
sızar. Daha sonra havalar soğur ve sular donar. Donup buza dönüşen su,
olağanüstü bir etki gösterip genleştiği için, kayaları zorlar ve zamanla
parçalar. Bu, kayaların içindeki minerallerin doğaya kazandırılması ve aynı
zamanda toprak oluşumu açısından hayati bir öneme sahiptir.
Suyun Kimyasal Özellikleri
Suyun tüm bu fiziksel özelliklerinin yanısıra, kimyasal
özellikleri de yaşam için olağanüstü derecede idealdir. Bu özelliklerin
başında, suyun çok iyi bir çözücü olması gelir. Neredeyse tüm kimyasal
maddeler, suyun içinde uygun bir biçimde çözünürler.
Bunun yaşam için çok önemli bir etkisi, suda çözünen
sayısız yararlı mineral ve benzeri kimyasalların, nehirler aracılığıyla
denizlere aktarılmasıdır. Bu şekilde denizlere, yılda 5 milyar ton kimyasal
madde taşındığı hesaplanmaktadır. Bu maddeler, sudaki yaşam için zorunludurlar.
Su, neredeyse bilinen tüm kimyasal reaksiyonları
hızlandırır (katalize eder.) Suyun bir başka kimyasal özelliği ise, kimyasal
reaktifliğinin ideal düzeyde olmasıdır. Su ne sülfürik asid gibi aşırı derecede
reaktif ve dolayısıyla parçalayıcı bir bileşim, ne de argon gibi hiçbir
reaksiyona girmeyen durgun bir maddedir. Michael Denton'ın belirttiği gibi,
"suyun reaksiyona girme düzeyi, onun hem biyolojik hem de jeolojik
görevleri açısından olabilecek en uygun değerdedir".80
Suyun kimyasal özelliklerinin yaşam için uygunluğu, su
hakkında yapılan her yeni araştırma ile biraz daha detaylı bir biçimde ortaya
çıkmaktadır. Yale Üniversitesi'nden ünlü biyofizik profesörü Harold Morowitz,
bu konuda şu yorumu yapar:
Son yıllarda, suyun daha önceden bilinmeyen bir
özelliğinin anlaşılmasına yarayan gelişmeler olmuştur. Bu özelllik (proton
iletkenliği), sadece suya has bir özellik olarak gözükmektedir ve
biyolojik-enerji transferi ile hayatın kökeni açısından çok büyük öneme
sahiptir. Bilgilerimizde arttıkça, doğanın (yaşam için) kusursuz uygunluğuna
olan hayranlığımız da artmaktadır.81
Suyun İdeal Akışkanlık Değeri
Sıvı dendiğinde hepimizin gözünün önünde son derece
akışkan bir madde canlanır. Oysa gerçekte sıvıların akışkanlıkları birbirinden
çok farklı olabilir. Örneğin katran, gliserol, zeytin yağı ve sülfürik asit
arasındaki akışkanlık farklılıkları çok yüksektir. Bu sıvılar su ile
karşılaştırıldıklarında ise, ortaya çok daha büyük farklar çıkar. Çünkü su,
katrandan 10 milyar kat, gliserolden bin kat, zeytin yağından yüz kat ve
sülfürik asitten de 25 kat daha akışkandır.
Su, üstteki karşılaştırmadan da anlaşıldığı gibi, çok
yüksek bir akışkanlığa sahiptir. Hatta, eter ve sıvı hidrojen gibi normal formu
gaz olan maddeler bir kenara bırakılırsa, suyun tüm sıvılar içinde akışkanlık
değeri en yüksek madde olduğunu söyleyebiliriz.
Peki acaba suyun bu akışkanlık değerinin bizim için bir
önemi var mıdır? Bu hayati sıvı, biraz daha az ya da fazla akışkan olsa, bizim
için fark eder miydi? Michael Denton bu sorulara şöyle cevap verir:
Eğer akışkanlığı daha yüksek olsaydı, su, hayat için
uygun bir temel olma özelliğini kesinlikle yitirirdi. Örneğin akışkanlığı sıvı
hidrojen kadar yüksek olsaydı, canlıların yapıları, tahrip edici etkiler
karşısında çok daha şiddetli hareketlere maruz kalacaktı... Hassas moleküler
yapıların su tarafından desteklenmesi mümkün olmayacak, canlı hücresinin son derece hassas olan
yapısı yaşamını sürdüremeyecekti...
Öte yandan, suyun akışkanlığı biraz daha az olsaydı,
(proteinler, enzimler gibi) makromoleküllerin ve özellikle mitokondri gibi
özelleşmiş yapılar ile küçük organellerin kontrollü hareketleri imkansız hale
gelecekti. Aynı şekilde hücre bölünmesi de imkansızlaşacaktı. Hücrenin tüm
yaşamsal faaliyetleri fiili olarak donacak ve bizim bildiğimize benzer bir
hücre yaşamı mümkün olmayacaktı. Hücrelerin embriyogenez (anne rahmindeki
gelişim) sırasındaki hareket etme ve sürünme yeteneklerine bağlı olan daha
yüksek organizmaların gelişimi ise, suyun akışkanlığının çok az bile daha düşük
olması durumunda, kesinlikle gerçekleşemeyecekti.82
Suyun akışkanlık değeri, sadece hücre içindeki hareketler
bakımından değil, aynı zamanda dolaşım sistemi açısından da çok önemlidir.
Bir milimetrenin çeyrekte birinden daha büyük bir vücuda
sahip olan tüm canlılar, merkezi bir dolaşım sistemine sahiptirler. Çünkü bu
büyüklükten sonra, besinlerin ve oksijenin "difüzyon" yoluyla, yani
doğrudan hücre içindeki sıvıya bırakılıp alınarak taşınması mümkün değildir.
Vücudun içinde çok sayıda hücre vardır ve dışarıdan alınan havanın ve
enerjinin, hücrelere birtakım "kanallar" yoluyla pompalanması,
artıkların da başka birtakım "kanallar" tarafından toplanması
gereklidir. Bu kanallar, damarlardır. Kalp ise bu damarlardaki akışı sağlayan
pompadır. Damarların içinde akan şey ise, "kan" olarak bildiğimiz
sıvıdır ki, aslında temel olarak sudan oluşur. (Kanın içindeki hücre, protein
ve hormonlar çıkarıldığında geriye kalan ve "plazma" adı verilen sıvının
% 95'i sudur.)
İşte bu nedenle, suyun akışkanlığı, dolaşım sisteminin
verimli çalışabilmesi açısından çok önemlidir. Örneğin eğer suyun akışkanlığı
katranınkine benzer bir değerde olsa, elbette hiçbir kalp bunu
pompalayamayacaktır. Katranınkinden 100 milyon kat yüksek bir akışkanlık
değerine sahip olan zeytinyağına benzer bir su bile, kalp tarafından pompalansa
dahi, vücudun her tarafını kaplayan milyarlarca kılcal damarın içine
giremeyecek ya da çok büyük bir akış zorluğu ile karşılaşacaktır.
Bu kılcal damarlar konusunu biraz daha yakından ele
alalım. Kılcal damarların amacı, vücudun dört bir yanındaki hücrelerin her
birine gerekli oksijen, enerji, besin, hormon gibi maddeleri taşıyabilmektir.
Bir hücrenin bir kılcal damardan yararlanabilmesi için de, ondan en fazla 50
mikronluk bir mesafe kadar uzak olması gerekir. (Bir mikron, milimetrenin binde
biridir.) Daha uzakta kalan hücreler, beslenemeyerek öleceklerdir.
İşte bu nedenle insan vücudu öyle bir şekilde
yaratılmıştır ki, kılcal damarlar vücudun her bir parçasını ağ gibi sarar.
Vücudumuzdaki ortalama 5 milyar kılcal damarın toplam uzunluğu 950 km. yi
bulur. Bazı memelilerde, tek bir santimetrekarelik bir kas alanı içinde, 3000
tane açık kılcal damar yer alır. Eğer insan vücudunun en küçük kılcal
damarlarının 10 bin tanesini yan yana getirirsek, toplam kalınlıkları ancak bir
kurşun kalemin kurşun kısmı kadar olur. Bu kılcal damarların çapı, 3-5 mikron
arasında değişir. Bu, milimetrenin binde üçü ya da beşi demektir.
Ancak elbette kanın bu kadar daracık damarlar arasında
tıkanmadan ve ağırlaşmadan hareket edebilmesi, suyun yüksek akışkanlığı
sayesinde mümkün olmaktadır. Michael Denton, bu akışkanlığın birazcık bile daha
düşük olması durumunda hiçbir kan dolaşımı sisteminin işe yaramayacağını şöyle
anlatır:
Bir kılcal damar sistemi, ancak kanalların içine
pompalanan sıvının yüksek bir akışkanlığa sahip olması durumunda çalışır.
Yüksek akışkanlık çok önemlidir, çünkü sıvının damar içindeki hareketi, sıvının
akışkanlığına doğru orantı ile bağlıdır... Buradan açıklıkla görmek mümkündür
ki, eğer suyun akışkanlığı sadece birkaç
kat daha fazla olsa, kılcal damarlardaki kan akışı için çok büyük bir
pompalama basıncı gerekecek ve herhangi
bir kılcal damar sistemi işlemez hale gelecektir.
Eğer suyun akışkanlık değeri biraz az olmuş olsa ve en
küçük kılcal damarın çapı 3 mikron yerine 10 mikron olmak zorunda kalsa, bu
kılcal damarlar, yeterli oksijen ve glikoz oranını ulaştırabilmek için
(beslemeleri gereken) kas dokusunun neredeyse tamamını kaplayacaklardır.
Açıktır ki, (bu durumda) geniş yaşam formlarının dizaynı imkansız hale gelecek
ya da olağanüstü derecede sınırlanacaktır.
Dolayısıyla, suyun hayata uygun bir temel olabilmesi
için, akışkanlığının şu anda sahip olduğu değere çok çok yakın olması,
zorunludur.83
Bir başka deyişle, suyun tüm diğer özellikleri gibi
akışkanlığı da, yaşam için olabilecek en ideal değerdedir. Sıvıların
akışkanlıkları arasında milyarlarca kat farklılıklar vardır. Ama su, bu
milyarlarca farklı akışkanlık değeri içinde tam olması gereken değerle
yaratılmıştır.
Sonuç
Bu bölüm başından bu yana incelediğimiz tüm bilgiler,
suyun; termal özelliklerinin, kimyasal ve fiziksel özelliklerinin, akışkanlık
değerinin yaşam için tam olması gereken şekilde olduğunu göstermektedir. Su
yaşam için o kadar uygundur ki, bazen bu uygunluğu korumak adına doğa
kanunlarına istisna oluşturmaktadır. Örneğin, bilinen tüm sıvıların aksine, +
4°C soğukluktan sonra beklenmedik bir biçimde genleşmeye başlamakta ve böylece
buzun yüzmesini sağlamaktadır.
Su, başka hiçbir sıvıyla kıyaslanamayacak kadar yaşama
uygundur. Dahası, Dünya gibi tüm diğer şartları (ısısı, ışığı, elektromanyetik
alanı, atmosferi, yüzeyi vs. ile) yaşama uygun olan bir gezegenin büyük bölümü,
yaşam için tam gerekli miktarda su ile doldurulmuştur. Tüm bunların bir rastlantı
olamayacağı ve her birinin üstün bir Yaratılış eseri olduğu apaçıktır.
Bir başka deyişle, suyun tüm fiziksel ve kimyasal
özellikleri, bu sıvının insan yaşamı için özel olarak yaratıldığını
göstermektedir. İnsan yaşamı için özel olarak yaratılmış olan Dünya, yine insan
yaşamına temel oluşturması için özel olarak yaratılan bu suyla
canlandırılmıştır. Allah, suyla bize hayat vermiş, yediğimiz her türlü besini
suyla topraktan bitirmiştir.
Bunun en önemli yanı ise, günümüzde biliminin ortaya
çıkardığı bu gerçeğin, yine, 14 asır önce insanlara yol gösterici olarak
vahyedilen Kuran'da verilen bilgiler oluşudur. Allah, Kuran'da insanlara su
hakkında şöyle buyurmuştur:
Sizin için gökten
su indiren O'dur; içecek ondan, ağaç ondandır (ki) hayvanlarınızı onda otlatmaktasınız.
Onunla sizin için ekin, zeytin, hurmalıklar, üzümler ve meyvelerin her
türlüsünden bitirir. Şüphesiz bunda, düşünebilen bir topluluk için ayetler
vardır. (Nahl Suresi, 10-11)
8. BÖLÜM
YAŞAMA ÖZEL ELEMENTLER
Doğa
kanunlarının gördüğümüz evreni yaratmak için ne denli olağanüstü bir şekilde
ayarlandığını farkettiğinizde, evrenin öylesine oluşmadığını, arkasında bir
amacın olması gerektiğini görüyorsunuz.
John
Polkinghorne, İngiliz fizikçi84
Şimdiye dek, içinde yaşadığımız evrenin tüm fiziksel
dengelerinin bizim yaşamımız için özel olarak ayarlanmış olduğunu inceledik.
Evrenin genel yapısının, Dünyamızın bu evren içindeki yerinin, yerkürenin
fiziksel özelliklerinin, havanın, ışığın ve suyun, tam olarak bizim ihtiyaç
duyduğumuz özelliklere sahip olduklarını gördük. Ancak bir de tüm bunların
ötesinde, sahip olduğumuz bedeni oluşturan elementleri de incelememiz gerekir.
Elimizi, gözlerimizi, saçımızı, ciğerlerimizi oluşturan ya da bize besin
sağlayan tüm canlıları, bitkileri, havyanları, ağaçları, kuşları oluşturan
elementler de, özel yaratılmış yapıtaşlarıdır.
Fizikçi Robert E. D. Clark'ın "Yaratıcı, yaşamın
inşası için kullanılmak üzere özel parçalar yaratmıştır" şeklindeki
sözüyle85 ifade ettiği gibi, Allah, canlılığın yapıtaşlarını çok
özel ve üstün özelliklerle var etmiştir.
Bu yapıtaşlarının en önemlisi ise, karbondur.
Karbonun Yapısı
Önceki bölümlerde, periyodik tabloda altıncı sırayı işgal
eden karbonun, kırmızı dev adı verilen büyük yıldızların içinde ne denli
olağanüstü bir süreç sonucunda üretildiğini incelemiştik. Karbonun bu
olağanüstü oluşumunu keşfeden Fred Hoyle'un, "fizik kanunları, yıldızların
içinde gerçekleştirdikleri sonuçlara bakılırsa, bilinçli olarak
düzenlenmişlerdir" dediğini de görmüştük.86
Karbonu incelediğimizde bu atomun sadece oluşumunun
değil, kimyasal özelliklerinin de düzenlendiğini görürüz.
Karbon doğada saf olarak iki ayrı formda bulur; grafit ya
da elmas olarak. Ama yaptığı bileşikler ortaya çok farklı maddeler çıkarır.
Hücre zarından ağaç kabuğuna, göz merceğinden bir geyiğin boynuzlarına, yumurta
beyazından yılan zehirine kadar son derece farklı organik yapıların hepsi,
karbon temelli bileşiklerden oluşur. Karbon, hidrojen, oksijen ve azot
atomlarıyla çok farklı geometrik şekil ve sıralamalarda birleşerek, son derece
farklı maddeler meydana getirir.
Karbon bileşiklerinin bazıları sadece birkaç atomdan
oluşurken, bazılarında binlerce hatta milyonlarca atom vardır. Sadece karbon
atomları bu denli uzun ve kalıcı bileşikler oluşturabilirler. David Burnie'nin
Life adlı kitabında belirtildiği gibi, "karbon, çok olağandışı bir
elementtir... Karbon ve onun bu olağandışı özellikleri olmasa, Dünya'da yaşam
olması mümkün gözükmemektedir."87
İngiliz kimyager Nevil Sidgwick, Chemical Elements and Their Compounds (Kimyasal Elementler ve Bileşikleri)
başlıklı kitabında karbon hakkında şunları yazar:
Karbon, yapabildiği bileşiklerin sayısı ve çeşitliliği
yönünden, diğer elementlerden tamamen farklı, özgün bir yapıdadır. Şimdiye dek
karbonun yarım milyonun üzerinde farklı bileşiği ayrılmış ve tanımlanmıştır.
Ama bu bile karbonun güçleri hakkında çok yetersiz bir bilgi verir, çünkü
karbon tüm canlı maddelerin temelini oluşturur.88
Canlılığın karbon yerine bir başka elemente dayanması
ise, fiziksel ve kimyasal özellikler nedeniyle, imkansızdır. Bir zamanlar
karbona alternatif olarak ortaya atılan silikonun geçersiz bir aday olduğu ise
anlaşılmış bulunmaktadır. Sidgwick, "yaşamın temeli olarak, silikonun
karbonun yerini alacağı bir dünya düşüncesinin imkansız olduğundan artık emin
olacak kadar bilgiye sahibiz" der.89
Kovalent Bağlar
Karbon, organik bileşikleri oluşturmak üzere başka
atomlarla birleştiğinde, atomlar arasında kurulan bağa "kovalent bağ"
adı verilir. Kovalent bağ, iki atomun elektronlarını paylaşmaları ile kurulur.
Elektronlar atom çekirdeklerinin etrafında belirli
yörüngeler içinde yer alırlar. Çekirdeğe en yakın yörüngede sadece iki elektron
yer alabilir. Bir sonraki yörünge sekiz elektron alır. Daha sonraki 18 elektron
alır ve böylece devam eder. İlginç olan, atomların, yörüngelerindeki elektron
sayılarını tamamlamaya yönelik bir eğilimleri olmasıdır. Örneğin ikinci
yörüngesinde 6 elektron bulunan oksijen, bu yörüngeye iki tane daha elektron
ekleyerek sayıyı 8'e çıkarmak ister. Atomların neden böyle bir eğilimi olduğu sorusu
cevaplanamamaktadır, ama bu eğilim olmasa, canlı organizmaların var olamayacağı
açıktır.
Kovalent bağlar, atomların bu "yörünge
tamamlama" isteği sayesinde kurulur. Her ikisi de yörüngelerini tamamlamak
isteyen iki farklı atom, elektronlarını paylaşarak bu tamamlamayı
gerçekleştirir. Örneğin suyu (H2O) oluşturan iki hidrojen ve bir
oksijen atomu, kovalent bağ yaparlar. Oksijen, iki hidrojendeki birer elektronu
paylaşarak ikinci yörüngesini 8'e tamamlamaktadır. Hidrojenlerin her biri de,
oksijenin elektronlarından birer tanesini kullanarak kendi yörüngelerini ikiye
tamamlamaktadırlar.
Karbon da işte bu tür kovalent bağlar kurarak çok farklı
maddeler oluşturur. Metan, bunlardan bir tanesidir. Metanın oluşumu, dört ayrı
hidrojen atomunun karbonla kovalent bağ yapmasıyla oluşur. Karbonun atom sayısı
(6) oksijeninkinden (8) iki eksik olduğu için, karbon iki yerine dört
hidrojenle bağ kurmaktadır.
Ancak karbonun kurduğu bağlar başta belirttiğimiz gibi
çok geniş bir yelpaze oluşturur. Karbonun sadece hidrojen ile kurduğu farklı
bağlar, "hidrokarbonlar" olarak bilinen büyük aileyi meydana getirir.
Bu aile içinde; doğal gaz, sıvı petrol, gaz yağı, kerosen ve çeşitli makina
yağları vardır. Etilen ve propilen olarak bilinen hidrokarbonlar ise petrokimya
endüstrisinin temelidir. Başka hidrokarbonlar benzen, toluen ve turpentin gibi
bileşikler meydana getirir. Giysilerimizi güvelenmekten koruması için dolaplara
konan naftalin ise bir başka tür hidrokarbondur. Klor veya florla birleşen
hidrokarbonlar ise anestezi maddeleri, yangın söndürücüler ve buzdolaplarında
kullanılan freonlar gibi farklı maddeler oluştururlar.
Karbonun hidrojen ve oksijenle yaptığı kovalent bağlar
ise, bir başka geniş yelpaze oluşturur. Bunlar arasında etanol ve propanol gibi
alkoller, aldehidler, ketonlar ve yağlı asitler vardır. Yine karbon, hidrojen
ve oksijen bileşiklerinden oluşan çok önemli iki madde ise, yediğimiz
besinlerin içindeki enerjiyi sağlayan glukoz ve fruktozdur. Ağacın sert
maddesini ve kağıdın hammaddesini oluşturan selüloz, balmumu, sirke ve formik
asit gibi maddelerin her biri, yine karbonun hidrojen ve oksijenle yaptığı
kovalent bağlarla oluşur.
Karbon, hidrojen, oksijen ve azot atomları ile bağlar
kurduğunda ise, bu kez ortaya yine çok önemli bileşikler çıkar. Bu bileşiklerin
başında, vücudumuzun temel yapıtaşı olan proteinleri oluşturan amino asitler
gelir. DNA'yı oluşturan nükleotidler de yine karbon, hidrojen, oksijen ve azot
bileşiminden oluşan moleküllerdir.
Kısacası, karbon atomunun kurduğu kovalent bağlar,
canlılığın var olabilmesi için mutlaka gereken şartlardan birisidir. Eğer
karbon, oksijen, azot ve hidrojenle kovalent bağlar kuramayacak olsa, yaşamdan
söz etmek de mümkün değildir.
Karbonun bu bağları kurabilmesini sağlayan şey ise,
kimyacıların "metastabilite" dedikleri özelliğinden kaynaklanmaktadır.
Ünlü biyokimyacı J. B. S. Haldane, bu özelliği şöyle açıklar:
Bir molekülün metastabil olması demek, bir dönüşüm
sırasında serbest enerji açığa çıkarabilmesi, ama ısı, radyasyon ya da bir
katalizörle birleşme durumları hariç istikrarlı olarak kalabilmesi demektedir.90
Bu teknik tanım, karbon atomunun çok özgün bir yapıya
sahip olduğu anlamına gelmektedir. Bu özgün yapı sayesinde karbon normal
şartlar altında çok kolay kovalent bağ kurabilmektedir.
Ancak burada çok ilginç bir nokta vardır. Karbonun yaşam için zorunlu olan söz konusu
"metastabilite" özelliği, sadece çok dar bir ısı aralığı için
geçerlidir. 100°C'nin üzerine çıkıldığında, karbon bileşikleri son derece
kararsız hale gelir.
Bunu hepimiz günlük yaşamımızda gözlemleriz. Eti
pişirirken yaptığımız şey, aslında karbon bileşiklerinin yapısını
değiştirmektir. Ancak önemli bir noktaya dikkat etmek gerekir; pişen et, artık
tamamen "ölü" hale gelir, yani canlı organizmalarda kullanılan
yapısından farklılaşır. Nitekim çoğu karbon
bileşikleri 100°C'nin üzerinde bozulurlar. Vitaminlerin büyük bölümü hemen
parçalanır. Şekerler aynı şekilde yapı değişikliğine uğrar ve besin değerlerini
yitirirler. Biraz daha yüksek bir ısıda, örneğin 150°C'de, karbon bileşikleri
yanmaya başlar.
Yani karbon bileşiklerinin kovalent bağlar kurup bu
bağları kararlı olarak koruyabilecekleri ısı aralığının üst sınırı, 100°C'yi
aşmaz. Alt sınır ise 0°C civarındadır. 0°C'nin altındaki bir ısıda da organik
biyokimyanın varlığı imkansızlaşır.
Ama diğer bileşikler böyle değildir. Organik olmayan
maddelerin çoğu ısı değişimlerinden bu şekilde etkilenmezler. Bunu görmek için
bir parça etin yanında, biraz metal, cam ya da taş koyup bu karışımı
ısıtabilirsiniz. Isı arttıkça etin yapı değiştirdiğini, karardığını ve sonunda
yandığını görürsünüz. Ama metale, cama ya da taşa, ısıyı yüzlerce derece daha
artırsanız bile bir şey olmaz.
Dikkat ederseniz, karbon bileşiklerinin kovalent bağları
kurmak ve korumak için ihtiyaç duydukları ısı aralığı, tam da Dünya üzerinde
var olan ısı aralığıdır. Oysa daha önce de belirtmiş olduğumuz gibi, evrenin
içindeki ısılar, en sıcak yıldızların içindeki milyarlarca derecelik
sıcaklıklardan, "mutlak sıfır" noktası olan – 273.15°C'ye kadar
değişebilmektedir. Ama insan için yaratılmış olan Dünya, tam da hayatın
yapıtaşı olan karbon bileşiklerinin ihtiyaç duyduğu daracık ısı aralığına
sahiptir.
Daha da dikkat çekici olan ise, aynı ısı aralığının suyun
sıvı olduğu yegane ısı aralığı oluşudur. Bir önceki bölümde incelediğimiz gibi,
yaşamın temel şartlarından biri olan su, tam da karbon bileşiklerinin ihtiyaç
duyduğu ısıya ihtiyaç duymaktadır. Böyle bir uyumu zorunlu kılan bir doğa
kanunu ise yoktur. Bu durum, suyun, karbonun ve Dünya'nın özelliklerinin
birbirlerine uygun olarak yaratıldığının bir göstergesidir.
Zayıf Bağlar
Canlı bedenlerindeki atomları bir arada tutan yegane
bağlar, kovalent bağlar değildir. Bir ikinci bağ sınıfı daha vardır. Farklı
türleri olan bu bağların hepsine birden "zayıf bağlar" adı verilir.
Zayıf bağlar, kovalent bağlardan yaklaşık yirmi kat daha
güçsüzdürler. Ama organik kimya için çok büyük bir öneme sahiptirler. Canlı
bedenlerinin temel yapıtaşı olan proteinler, kompleks üç boyutlu formlarına
zayıf bağlar sayesinde sahip olurlar.
Bunu açıklamak için proteinlerin yapısına değinmek
gerekir. Proteinler genellikle "amino asit zincirleri" olarak
bilinir. Bu doğru bir tanımdır, ancak yetersizdir. Çünkü "amino asit
zinciri" tanımı, bir kolyedeki inci taneleri gibi art arda dizilmiş iki
boyutlu bir diziyi çağrıştırmaktadır. Ama proteinleri oluşturan amino asitler,
bir ağacın farklı dallarındaki yaprakların konumu gibi, üç boyutlu bir şekle
sahiptirler.
Kovalent bağlar, aminoasitleri oluşturan atomları
birarada tutarlar. Zayıf bağlar ise aminoasitleri gerekli üç boyutlu şekil
içinde birleştirirler. Eğer zayıf bağlar olmasa, proteinlerin var olması
imkansızdır. Proteinlerin olmadığı bir ortamda ise canlılıktan söz edilemez.
İşin ilginç yanı ise, zayıf bağların da ihtiyaç
duydukları ısı aralığının, aynı kovalent bağlar gibi yine Dünya üzerinde var
olan ısı aralığı oluşudur. Oysa zayıf bağlar ile kovalent bağların yapıları
birbirinden tamamen farklıdır, aynı ısıya ihtiyaç duymalarını gerektirecek
hiçbir doğal sebep yoktur. Buna rağmen her iki bağ sınıfı da, aynı ısı aralığı
içinde kurulabilirler. Eğer kovalent bağlar ile zayıf bağlar farklı ısı
aralıklarında kararlılık gösterselerdi, protein inşası yine imkansız hale
gelirdi.
Karbon atomunun olağanüstü özelikleri ile ilgili olarak
incelediğimiz tüm bu bilgiler, yaşamın temel malzemesi olan bu atom ile,
yaşamın diğer temel malzemesi olan su ve yaşamın barınağı olan Dünya
gezegeni arasında çok büyük bir uyum
olduğunu göstermektedir. Michael Denton, Nature's
Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında bu gerçeği şöyle vurgular:
Evrendeki dev ısı yelpazesi içinde, tek bir daracık ısı
aralığı vardır ki; bu aralıkta 1) sıvı suya, 2) metastabilite özelliğine sahip
çok bol ve farklı organik bileşiklere ve 3) kompleks moleküllerin üç boyutlu
şekillerini kararlı kılan zayıf bağlara sahibiz.91
Bu daracık ısı aralığı ise, az önce belirttiğimiz gibi,
bilinen bütün gök cisimleri arasında sadece Dünya'da vardır. Dahası, hayatın
iki önemli temel taşı olan karbon ve su, Dünya'da son derece bol miktarlarda
bulunmaktadır.
Tüm bunlar, karbon atomunun ve onun olağanüstü
özelliklerinin yaşam için özel olarak yaratıldığını, Dünya gezegeninin ise
karbon-temelli bir yaşam için özel olarak yaratıldığını göstermektedir.
Oksijenin Yapısı
Karbonun canlı bedenlerinin en önemli yapıtaşı olduğunu
ve bu işlev için çok özel bir yapıyla yaratıldığını inceledik. Ama karbon
temelli tüm canlıların varlığı, ikinci bir şarta daha bağlıdır; enerji. Enerji,
yaşamın vazgeçilemez ihtiyacıdır.
Yeşil bitkiler enerjiyi Güneş ışığından alırlar. Ama
hayvanlar ve bizim için enerjinin kaynağı "oksidasyon"; yani
yanmadır. Bitkilerden aldığımız besinleri "yakarak" enerji elde
ederiz. Yakma ise, oksidasyon teriminden anlaşıldığı gibi, oksitleyerek, yani
oksijenle reaksiyona sokarak gerçekleşir. İşte bu nedenle oksijen de, kompleks
yaşamın su ve karbon gibi temel bir şartıdır.
Bize enerji veren "yakma" reaksiyonunun formülü
şudur:
karbon bileşikleri + oksijen >
su + karbondioksit + enerji
Üstteki reaksiyon sonucunda, su ve karbondioksit yanında
büyük miktarda enerji de açığa çıkar. Reaksiyonda belirtilen karbon
bileşiklerinin başında, hidrojen ve karbon atomlarından oluşan hidrokarbonlar
gelir. Örneğin glikoz (yani şeker), vücudumuzda sürekli olarak yakılarak enerji
sağlanan temel bir hidrokarbondur.
İşin ilginç yanı, hidrokarbonları oluşturan hidrojen ve
karbon atomlarının, oksidasyon için olabilecek en uygun atomlar olmalarıdır.
Hidrojen, diğer tüm atomlar içinde, oksidasyona uğradığında en çok enerji açığa
çıkaran atomdur. Bir başka deyişle oksijenin yakabileceği en iyi "yakıt"tır.
Karbon ise "yakıt değeri" yönünden, hidrojen ve borondan sonra üçüncü
sırada gelir. The Fitness of the
Environment (Çevrenin Uygunluğu) kitabının yazarı Henderson, bu "olağanüstü derecede faydalı
uyum" karşısında şaşkına düştüğünü belirtmiş ve şöyle yazmıştır:
"Fizyoloji için olabilecek en uygun sonuçları veren kimyasal reaksiyonlar,
aynı zamanda yaşama en iyi enerji aktaran reaksiyonlardır."92
Ateşin Yapısı (Neden Bir Anda Yanmıyoruz?)
Üstte incelediğimiz gibi, canlılara enerji sağlayan en
temel reaksiyon, karbon ve hidrojen bileşiklerinin oksitlenmesi, yani
yanmasıdır. Ancak bu noktada ilginç bir soru sorulabilir: Bizim vücudumuz da
temelde karbon ve hidrojen bileşiklerinden oluşmaktadır. Peki neden vücudumuz
da okside olmaz? Ya da daha açık bir ifadeyle, neden vücudumuz bir anda kibrit
çöpü gibi tutuşup yanmaz?
Vücudumuzun oksijenle temas ettiği halde yanmaması,
gerçekten şaşırılacak bir durumdur.
Bu şaşılacak durumun nedeni, oksijenin normal ısılardaki
moleküler formu olan O2 molekülünün büyük ölçüde "asal", yani
reaksiyona girmeyen bir yapıya sahip oluşudur. Ama bu durumda bir başka soru
ortaya çıkar; madem O2 kolay kolay reaksiyona girmeyen bir moleküldür, o halde
bu molekül bizim vücudumuzun içinde nasıl reaksiyona girmektedir?
19. yüzyıldan beri merak edilen bu sorunun cevabı, son
yarım yüzyıl içindeki gelişmeler sonucunda anlaşılmıştır. Biyokimyasal
gözlemler, insan vücudundaki bazı özel enzimlerin, sadece oksijenin atmosferde
bulunan formu olan O2'yi reaksiyona sokmakla görevli olduğunu ortaya
çıkarmıştır. Hücrelerimizdeki bu özel enzimler, son derece kompleks işlemler
sonucunda, vücudumuzdaki demir ve bakır atomlarını katalizör (hızlandırıcı)
olarak kullanmakta ve böylece oksijeni reaktif hale getirmektedirler.93
Yani ortada çok ilginç bir durum vardır: Oksijen yakıcı
bir elementtir ve normalde bizim bedenimizi de yakması beklenmelidir. Bunu
engellemek için, oksijenin atmosferdeki formu olan O2 ilginç bir biçimde
"asal" kılınmıştır, yani kolay kolay reaksiyona girmemektedir. Ama
bedenimizin enerji elde etmesi için de, oksijenin yakıcılığına ihtiyacı vardır.
Onun için hücrelerimizin içine, bu asal gazı son derece reaktif hale getiren kompleks
bir enzim sistemi yerleştirilmiştir.
Bu arada yeri gelmişken belirtmek gerekir ki, söz konusu
enzim sistemi, canlılığın rastlantılarla oluştuğunu iddia eden evrim teorisinin
asla açıklayamadığı bir Yaratılış harikasıdır.94
Bedenimizin aniden tutuşmasını engellemek için alınmış
bir başka tedbir daha vardır. Bu, İngiliz kimyager Nevil Sidgwick'in ifadesiyle
"karbonun karakteristik asallığı"dır.95 Bir başka deyişle,
karbon atomu da normal ısılarda kolay kolay oksijenle reaksiyona girmez.
Kimyasal dille ifade edilen bu özelliği, aslında hepimiz günlük hayatta çok
yakından yaşamışızdır. Soğuk bir havada odun ya da kömür kullanarak ateş
yakmaya çalıştığımızda yaşadığımız zorluk, karbonun söz konusu
"karakteristik asallığı"dır. Ateşi yakabilmek için bir hayli
uğraşmamız, odunun ya da kömürün ısısını iyice yükseltmemiz gerekir. Ama ateş
bir kez alev aldıktan sonra da, karbon hızla reaksiyona girer ve büyük bir
enerji açığa çıkar. Bu yüzden bir yangını başlatmak (kibrit vs. gibi özel ateş
kaynakları olmadıkça) son derece zordur. Ama yangın bir kez başladıktan sonra
da çok büyük bir ısı oluşur ve bu ısı etraftaki diğer karbon bileşiklerini de
tutuşturur.
Bu durum incelendiğinde, aslında ateştin de çok özel bir yapı olduğu görülür. Oksijenin ve
karbonun kimyasal özellikleri öyle ayarlanmıştır ki, bunlar sadece çok yüksek
bir ısıda reaksiyona girip ateş oluştururlar. Eğer böyle olmasaydı, Dünya
üzerindeki yaşam imkansız hale gelirdi. Eğer oksijenin ve karbonun reaksiyona
girme eğilimleri biraz daha fazla olsaydı, hava sıcaklığı biraz arttığında
insanların, ağaçların, hayvanların bir anda tutuşup yanmaları sıradan bir vaka
haline gelirdi. Örneğin çölde yürüyen bir insan, sıcaklık gün ortasında en
yüksek dereceye çıktığı anda, bir kibrit çöpü gibi bir anda alevlere
boğulabilirdi. Bitkiler ve hayvanlar da aynı tehlikeyle yüzyüze kalırdı.
Elbette böyle bir Dünya'da yaşamdan söz etmek imkansız olurdu.
Eğer oksijenin ve karbonun karakteristik asallıkları daha
fazla olsaydı, bu sefer de Dünya üzerinde ateş yakmak çok zor, belki de
imkansız hale gelirdi. Ateşin olmadığı bir ortamda ise, insanların ısınması ve
teknoloji geliştirmesi mümkün olamazdı. Çünkü bilindiği gibi teknoloji
metallere dayanır ve metaller de ancak çok yüksek ısılarda yumuşayıp
şekillendirilebilirler.
Bu durum, karbon ve oksijenin kimyasal özelliklerinin de
yine insan yaşamı için en uygun biçimde olduğunu göstermektedir. Michael
Denton, bu konuda şunları yazar:
Karbon ve oksijen atomlarının normal ısılarda
gösterdikleri reaksiyona girmeme eğilimi, bir kez reaksiyona girdiklerinde
açığa çıkan dev boyuttaki enerjiyle birlikte, Dünya üzerindeki yaşam açısından
çok önemli ayarlamalardır. Kompleks canlıların kontrollü ve düzgün bir biçimde
enerji edinmelerini ve aynı zamanda insanlığın ateşi kontrollü bir biçimde
kullanarak teknoloji için gerekli ısıları elde etmesini sağlayan şey, işte
karbon ve oksijendeki bu ilginç ayarlamadır.96
Bir başka deyişle, karbon da oksijen de, bizim yaşamımıza
en uygun olacak biçimde yaratılmışlardır. Bu iki elementin özellikleri, bizlere
ateş yakabilme ve bu ateşi en uygun biçimde kullanma imkanı vermektedir.
Dahası, Dünya'nın her bir yanı, çok bol miktarda karbon içeren, dolayısıyla
ateş yakmak için kolaylıkla kullanabildiğimiz ağaçlarla doldurulmuştur. Tüm
bunlar, ateşin ve malzemelerinin de insan yaşamına en uygun biçimde
yaratıldığını göstermektedir. Nitekim Allah Kuran'da şöyle buyurmuştur:
Ki O (Allah), size
yeşil ağaçtan bir ateş kılandır; siz de ondan yakıyorsunuz. (Yasin Suresi, 80)
Oksijenin İdeal Çözünürlüğü
Vücudumuzun oksijeni kullanabilmesi, bu gazın suyun
içinde çözünebilirlik özelliğinden kaynaklanır. Nefes aldığımızda ciğerlerimize
giren oksijen, hemen çözünerek kana karışır. Kandaki hemoglobin adlı protein
çözünmüş olan bu oksijen moleküllerini yakalayarak hücrelere taşır. Hücrelerde
ise, az önce belirttiğimiz özel enzim sistemleri sayesinde, bu oksijen
kullanılarak ATP adı verilen karbon bileşikleri yakılır ve enerji elde edilir.
Tüm kompleks canlılar bu sistemle enerjiye ulaşırlar. Ama
elbette bu sistemin işleyebilmesi, öncelikle oksijenin çözünürlük özelliğine
bağlıdır. Eğer oksijen yeterli derecede çözünür olmasa, kana çok az miktarda
oksijen girecek ve bu da hücrelerin enerji ihtiyacının karşılanmasına
yetmeyecekti. Oksijenin fazla çözünmesi ise, kandaki oksijen oranını aşırı
derecede artıracak ve "oksidasyon zehirlenmesi" meydana getirecektir.
Konunun dikkat çeken yönü ise, farklı gazların su içinde
çözünebilirlik oranlarının, birbirlerinden bir milyon kat farklı olabilmesidir.
Yani en çok çözünen gaz ile en az çözünen gaz arasında, bir milyon katlık bir
çözünebilirlik farkı vardır. Hemen hemen hiçbir gazın da çözünebilirlik oranı
aynı değildir. Örneğin karbondioksit, oksijene göre su içinde yirmi kat daha
fazla çözünür. Bu kadar farklı çözünebilirlik değerleri içinde oksijenin sahip
olduğu değer ise tam bizim için uygun olan değerdir.
Oksijenin çözünürlüğü acaba biraz daha az ya da fazla
olsa ne olurdu?
Önce birinci ihtimale bakalım. Eğer oksijen suyun (ve
dolayısıyla kanın) içinde biraz daha az çözünecek olsa, kana daha az oksijen
karışacak ve hücreler yeterince oksijen alamayacaktır. Bu durumda insan gibi
yüksek metabolizmalı canlıların yaşaması çok zorlaşacaktır. Böyle bir durumda
ne kadar çok nefes alırsak alalım, havadaki oksijen hücrelere yeterince
ulaşmadığı için, kademeli bir biçimde boğulma tehlikesi ile karşı karşıya
kalırız.
Eğer oksijenin çözünürlüğü daha fazla olursa, bu kez az
önce belirttiğimiz "oksidasyon zehirlenmesi" ortaya çıkar. Oksijen
aslında çok tehlikeli bir gazdır ve normal sınırların üstünde alındığında
canlılar için öldürücü bir etkiye sahiptir. Kanda oksijen oranı arttığında, bu
oksijen su ile reaksiyona girerek son derece reaktif ve tahrip edici yan
ürünler ortaya çıkarır. Vücutta, oksijenin bu etkisini gideren son derece
kompleks enzim sistemleri vardır. Ama eğer oksijen oranı biraz daha fazlalaşsa,
bu enzim sistemleri işe yaramayacak ve aldığımız her nefes vücudu biraz daha
zehirleyerek bizi kısa sürede ölüme sürükleyecektir. Kimyacı Irwin Fridovich,
bu konuda şöyle der:
Solunum yapan bütün organizmalar ilginç bir tuzağa
yakalanmış durumdadırlar. Yaşamlarını destekleyen oksijen, aynı zamanda onlar
için zehirleyici (toksik) özelliktedir ve bu tehlikeden sadece çok hassas bazı
özel savunma mekanizmaları sayesinde korunurlar.97
İşte bizi söz konusu tuzaktan, yani oksijenle zehirlenme
ya da oksijensiz kalarak boğulma tehlikelerinden koruyan şey, oksijenin
çözünürlük oranının ve vücuttaki kompleks enzim sistemlerinin tam gerektiği
biçimde belirlenmiş ve yaratılmış olmasıdır. Daha açık bir ifadeyle, Allah,
soluduğumuz havayı da, bu havayı kullanmamızı sağlayan sistemlerimizi de
kusursuz bir uyumla yaratmıştır.
Diğer Elementler
Kuşkusuz yaşam için özel olarak yaratılmış elementler
karbon ve oksijenle sınırlı değildir. Canlı bedenlerinin yine büyük kısmını
oluşturan hidrojen, azot gibi elementler de canlı yaşamına imkan verecek
belirli özelliklere sahiptir. Bunun dışında, periyodik tabloda bulunan tüm
elementlere, aslında şu ya da bu şekilde, yaşama destek olmak üzere özel
görevler verilmiştir.
Periyodik tabloda hidrojenden uranyuma kadar 92 tane
element bulunur. (Uranyum sonrası elementler doğada bulunmazlar, çağımızda
laboratuvarda üretilmektedirler ve zaten kararlı değildirler.) Bu 92 elementin
25 tanesi, yaşam için doğrudan gereklidir. Bunların 11 tanesi, yani; hidrojen,
karbon, oksijen, azot, sodyum, magnezyum, fosfor, kükürt, klor, potasyum ve
kalsiyum, canlı organizmaların yaklaşık % 99.9'unu oluşturan temel
elementlerdir. Bunların dışındaki 14 element, yani; vanadyum, krom, mangan,
demir, kobalt, nikel, bakır, çinko, molibden, bor, silikon, selenyum, flor ve
iyot ise canlı bedenlerinde çok az miktarda bulunur, ama önemli işlevler
üstlenirler. Bunların dışında arsenik, kalay ve tungsten de bazı organizmalarda
yer alır ve bir kısmı tam çözülememiş işlevler yürütürler. Brom, stronsiyum ve
baryum gibi üç elementin daha canlı organizmaların çoğunda bulunduğu
bilinmektedir ama işlevleri henüz anlaşılamamıştır.98
Bu geniş yelpaze, periyodik tablonun farklı gruplarına
bağlı atomları içermektedir. (Periyodik tabloda atomları özelliklerine göre
ayıran gruplar vardır.) Bu durum ise, periyodik tablodaki farklı element
gruplarının hepsinin bir şekilde yaşam için kullanıldığını göstermektedir. J.
J. R. Fraústo da Silva ve R. J. P. Williams, The Biological Chemistry of the Elements (Elementlerin Biyolojik
Kimyası) adlı kitaplarında şöyle yazarlar:
Biyolojik elementler, periyodik tablonun her grubundan ve
alt grubundan özenle seçilmiş gibi görünmektedirler ve bu da her türlü kimyasal
özelliğin, çevre şartlarının koyduğu sınırlar içinde, yaşam işlevleriyle
ilişkili olduğunu göstermektedir.99
Periyodik tablonun en sonunda yer alan radyoaktif
elementler ise daha dolaylı da olsa, yine insan yaşamına hizmet ederler.
Michael Denton'ın Nature's Destiny (Doğanın Kaderi) adlı kitabında ayrıntılı
olarak anlattığı gibi, söz konusu radyoaktif elementler, örneğin uranyum, Dünya'nın
jeolojik yapısının şekillenmesinde büyük rol oynamışlardır. Dünya'nın
çekirdeğindeki ısının saklanmasının radyoaktivite ile yakından ilişkisi vardır.
Bu ısı sayesinde Dünya'nın çekirdeğinde sıvı demir birikimi vardır ve Dünya'nın
manyetik alanı bu sayede korunmaktadır. Periyodik tablo içinde yaşam için
etkisiz gibi görünen asal gazlar ve nadir toprak metalleri ise, atom üretme
işleminin uranyuma kadar uzanabilmesi için geçilmesi gereken zorunlu
basamaklardır.100
Kısacası evrende var olduğunu bildiğimiz tüm elementler,
insan yaşamına bir şekilde hizmet etmektedirler. Hiçbiri boşuna ve amaçsız
değildir. Bu durum, evrenin Allah tarafından insan için yaratıldığını ortaya
koyan bir başka delildir.
Sonuç
Evrenin incelenen her fiziksel ya da kimyasal özelliği,
yaşam için tam olması gerektiği gibi çıkmaktadır. İnceleme ne kadar artırılırsa
artırılsın bu genel kural değişmemektedir. Evrenin her parçasında insan
yaşamını gözeten bir amaç ve bu amaca yönelik kusursuz bir uyum, düzen ve denge
vardır.
Ve elbette bu durum, evreni bu amaçla yaratmış olan üstün
bir Yaratıcı'nın varlığının ispatıdır. Maddenin hangi özelliğini incelersek
inceleyelim, maddeyi yoktan yaratmış olan Allah'ın sonsuz bilgi, akıl ve
kudretini görürüz. Her şey O'nun iradesine boyun eğmiştir ve dolayısıyla her
şey kusursuz bir uyum içindedir.
20. yy biliminin varmış olduğu bu sonuç ise, yine,
insanlara Kuran'da bildirilmiş olan bir gerçeğin teyididir. Allah, evrenin her
detayının Kendi yaratışının mükemmelliğini gösterdiğini, Kuran'da insanlara şu
şekilde bildirmiştir:
Mülk elinde bulunan
(Allah) ne yücedir. O, herşeye güç yetirendir. O, amel (davranış ve eylem)
bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve
hayatı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır. O, biri diğeriyle
'tam bir uyum’ (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın
yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk’ (tefavüt) göremezsin. İşte
gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor
musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan)
umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 1-4)
SONUÇ
AKLA DAVET
Evrenin şu
anki yapısının tümüyle bir tesadüf eseri olabileceği düşüncesi, tümüyle delice
bir düşüncedir. Delilik kavramını argovari bir hakaret niyetiyle değil, tamamen
psikolojideki teknik anlamıyla kullanıyorum. Gerçekte bu tür bir düşünce ile
şizofrenik düşünce tarzı arasında büyük benzerlikler vardır.
Karl Stern,
Montreal Üniversitesi Psikiyatristi101
Bu kitabın başlangıcında bugün bilim dünyasında büyük
kabul gören İnsani İlke (Anthropic Principle) kavramından söz etmiştik. O zaman
da belirttiğimiz gibi, İnsani İlke, evrenin, amaçsız, başıboş, tesadüfi bir
madde yığını olmadığı, aksine insan yaşamını gözeten bir amaca göre hassas bir
biçimde yaratıldığı anlamına gelmektedir.
Kitabın başından buraya kadar da, bu gerçeğin çeşitli
delillerini gördük. Big Bang'in patlama hızından atomların fiziksel
dengelerine, dört temel kuvvetin oranlarından yıldızların simya işlemlerine,
uzayın düzenlenişindeki sırlardan Güneş Sistemi'nin özelliklerine kadar evrenin
yapısındaki olağanüstü ayarlamaları inceledik. Üzerinde yaşadığımız Dünya'nın,
bu Dünya'nın atmosferinin, iç yapısının ya da büyüklüğünün tam olması gerektiği
gibi olduğunu keşfettik. Güneş'in bize ulaştırdığı ışığın, içtiğimiz suyun ya
da bedenimizi oluşturan veya her saniye ciğerlerimize çektiğimiz havayı meydana
getiren atomların, bizim yaşamımız için olağanüstü derecede uygun olduklarına
şahit olduk.
Kısacası evren hakkında yaptığımız her türlü inceleme,
bizlere bu evrende insan yaşamını gözeten olağanüstü bir düzen, bir Yaratılış
olduğunu göstermektedir. Bu kusursuz Yaratılış’ı reddetmeye kalkmak,
psikiyatrist Karl Stern'in sözlerinde ifade edildiği gibi, akıl sınırlarının
dışına çıkmak anlamına gelir.
Evrendeki mükemmel denge ve düzenin ne anlama geldiği ise
açıktır. Elbette ki, evrenin her detayında gizli olan bir düzen, aynı zamanda
evrenin her detayına hakim olan sonsuz bir güç ve akıl sahibi bir Yaratıcı'nın
varlığının ispatıdır. Nitekim aynı Yaratıcı, Big Bang teorisinin ortaya koymuş
olduğu gibi, evreni yoktan yaratmıştır.
Bilimin ortaya çıkardığı bu sonuç, Kuran'da bizlere
öğretilmiş bulunan bir gerçektir. Allah evreni yoktan yaratmış ve
düzenlemiştir:
Gerçekten sizin
Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden Allah'tır.
Gündüzü, durmaksızın kendisini kovalayan geceyle örten, Güneş’e, Ay’a ve
yıldızlara Kendi buyruğuyla baş eğdirendir... (Araf Suresi, 54)
Ancak ilginçtir ki, bu gerçeğin delillerinin bilim
yoluyla ortaya çıkması, bazı bilim adamlarını çok rahatsız etmiştir ve halen de
etmektedir. Bu bilim adamları, bilimle materyalist felsefeyi aynı şey sanan
kişilerdir. Bilimin dinle asla uyuşamayacağına, bilimsel olmakla ateist olmanın
eşanlamlı olduğuna inandırılmışlardır. Evrenin ve canlılığın, rastlantılarla
açıklanabileceği yanılgısı ile eğitilmişlerdir. Bu nedenle karşılaştıkları
apaçık Yaratılış gerçeği karşısında büyük bir şaşkınlık içinde bocalamaktadırlar.
Materyalistlerin içine düştükleri bu durumu incelemek
için, son olarak bir de kısaca hayatın kökeni konusuna bakmak gerekir.
Hayatın Kökeni
Hayatın kökeni, yani Dünya üzerindeki ilk canlıların
nasıl oluştuğu sorusu, 150 yıldır materyalizmin en büyük açmazlarından biri
olmuştur. Çünkü en basit canlı olarak kabul ettiğimiz hücre, insanoğlunun
ürettiği hiçbir teknoloji ile kıyaslanamayacak bir kompleksliğe sahiptir.
Olasılık hesapları, değil hücrenin, hücrenin en temel yapıtaşı olan proteinlerin
bile rastlantısal olarak ortaya çıkamayacaklarını ispatlamaktadır. Bu ise
elbette Yaratılış’ın ispatıdır.
Başka çalışmalarımızda çok detaylı olarak ele aldığımız
bu konuya birkaç örnekle değinelim.
Bu kitabın önceki sayfalarında, evrendeki dengelerin
rastlantısal olarak oluşmalarının mümkün olmadığını açıklamıştık. Şimdi ise, en
basit canlı organizmanın bile tesadüfen oluşamayacağını açıklayacağız. Bu
konuda başvurulabilecek çalışmalardan biri, New York Üniversitesi kimya
profesörü ve DNA uzmanı Robert Shapiro'nun yaptığı bir hesaptır. Darwinist bir
evrimci olan Shapiro, sadece basit bir bakteride bulunan 2000 çeşit proteinin
rastlantısal olarak meydana gelme ihtimalini hesaplamıştır. (İnsan vücudunda
ise yaklaşık 200.000 çeşit protein vardır.) Elde edilen rakam, 1040.000'de
1 ihtimaldir.102 (Bu sayı, 1 rakamının yanına 40 bin tane sıfır
gelmesiyle oluşan ve evrende karşılığı bulunmayan bir sayıdır.)
Elbette bu rakamın ne anlama geldiği açıktır: Canlılığı
rastlantılarla açıklamaya çalışan materyalizm ve onun doğabilimlerindeki
karşılığı olan Darwinizm, geçersizdir. Cardiff Üniversitesi'nden, Uygulamalı
Matematik ve Astronomi Profesörü Chandra Wickramasinghe, Shapiro'nun hesapları
üzerine şöyle demiştir:
Bu rakam (1040.000) Darwin'i ve tüm evrim
teorisini gömmeye yeterlidir. Bu gezegenin ya da bir başkasının üzerinde hiçbir
zaman (hayatın doğabileceği) bir ilkel çorba olmamıştır ve yaşamın başlangıcı
rastlantısal olarak gerçekleşemeyeceğine göre, amaçlı bir aklın ürünü
olmalıdır.103
Ünlü astronom Sir Fred Hoyle ise, aynı konuda şu yorumu
yapmıştır:
Aslında, yaşamın akıl sahibi bir varlık tarafından
meydana getirildiği o kadar açıktır ki, insan bu açık gerçeğin neden yaygın
olarak kabul edilmediğini merak etmektedir. Bunun (kabul edilmemesinin) nedeni,
bilimsel değil, psikolojiktir.104
Hem Hoyle hem de Wickramasinghe, materyalizmi
benimseyerek bilim yapmış insanlardır. Ama karşılarına çıkan gerçek, hayatın
yaratılmış olduğudur ve onlar da bunu onaylamışlardır. Bugün bilim dünyasındaki
daha pek çok biyolog ya da biyokimyacı, yaşamın rastlantılarla doğduğu
hikayesini terk etmiş durumdadır.
Darwinizm'e sadakat gösterenler, yani yaşamın hala bir
tesadüf ürünü olduğunu savunanlar ise, başta belirttiğimiz gibi büyük bir
şaşkınlık içindedirler. Ünlü biyokimyacı Michael Behe'nin "hayatın üstün bir akıl tarafından tasarlanmış olduğu anlayışı,
hayatı basit doğa kanunlarının bir sonucu olarak algılamaya alışkın olan
bizlerde bir şok etkisi yaratmış durumda"105 derken
belirttiği gibi, herşeyin Yaratıcısı olan Allah'ın varlığını kavramak, bu
kişileri şoke etmiştir.
Materyalist inanışa sahip insanların içine düştükleri bu
çelişki onlar için kaçınılmazdır. Çünkü bu gibi insanlar, açıkça gördükleri
halde gerçeği reddetmeye çalışmaktadırlar. Allah, materyalist inanışa sahip olan insanların içine düştükleri bu
durumu Kuran'da şöyle açıklamaktadır:
'Özen içinde yollar
ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun; siz, gerçekten birbirini tutmaz bir
söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz. Ondan çevrilen çevrilir,
kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler'; ki onlar, 'bilgisizliğin
kuşatması' içinde habersizdirler. (Zariyat Suresi, 7-11)
Bu durumda bizlere düşen ise, materyalist felsefenin
etkisiyle aklın dışına çıkmış olan kişileri, yeniden akletmeye davet etmektir.
Her türlü ön yargıyı bir kenara bırakıp düşünmeye, evrendeki ve canlılardaki
olağanüstü yapıların, Allah'ın yaratışının apaçık bir ispatı olduğunu kabul
etmeye çağırmaktır.
Gökleri ve yeri hiç yoktan yaratıp şekillendirmiş olan
Allah, yaratmış olduğu insanları akletmeye çağırmaktadır:
Şüphesiz sizin
Rabbiniz, altı günde gökleri ve yeri yaratan, sonra arşa istiva eden, işleri
evirip-çeviren Allah'tır. O'nun izni olmadıktan sonra, hiç kimse şefaatçi
olamaz. İşte Rabbiniz olan Allah budur, öyleyse O'na kulluk edin. Yine de öğüt
alıp düşünmeyecek misiniz? (Yunus Suresi, 3)
Allah bir başka ayette ise şöyle buyurmuştur:
Yaratan, hiç
yaratmayan gibi midir? Artık öğüt alıp-düşünmez misiniz? (Nahl Suresi, 17)
Bilim, Yaratılış gerçeğini ispatlamıştır. Artık sıra,
bilim dünyasının bu gerçeği görüp, öğüt alıp-düşünmesindedir. Yıllardır
Allah'ın varlığını inkar ya da göz ardı etmiş olan kimseler, özellikle de bunu
sözde bilim adına yapanlar, çok derin bir yanılgı içinde olduklarını görmeli ve
bu yoldan vazgeçmelidirler.
Öte yandan, bilimin ortaya koyduğu bu gerçeğin, "ben
Allah'ın varlığına ve evreni O'nun yarattığına zaten inanıyorum" diye
düşünenler için de bir başka dersi vardır. Bu kişiler belki bu inancı sadece
yüzeysel olarak kabullenmiş, bu inancın delilleri üzerinde yeterince düşünmemiş
olabilirler. Bu yüzden de imanın gereklerini yerine getirmiyor olabilirler.
Allah, Kuran'da bu gibi insanları şöyle tarif eder:
De ki: "Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Yeryüzü ve onun içinde olanlar kimindir?"
"Allah'ındır"
diyecekler. De ki: "Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?"
De ki: "Yedi
göğün Rabbi ve büyük Arş'ın Rabbi kimdir?"
"Allah'ındır"
diyecekler. De ki: "Yine de sakınmayacak mısınız?"
De ki: "Eğer
biliyorsanız (söyleyin:) Her şeyin melekutu (mülk ve yönetimi) kimin elindedir?
Ki O, koruyup kolluyorken Kendisi korunmuyor."
"Allah'ındır"
diyecekler. De ki: "Öyleyse nasıl oluyor da böyle büyüleniyorsunuz?"
(Müminun Suresi, 84-89)
İnsanın Allah'ın varlığının, hem de her şeyin O'nun
tarafından yaratıldığının farkına varmasının ardından, bu gerçeğe karşı
kayıtsız kalması, bir tür "büyülenme"dir. Çünkü, yaşadığımız evreni
ve Dünya'yı bizim için kusursuz bir biçimde yaratan, sonra da bizleri var eden
Allah'tır ve insanın bu gerçeği hayatının en önemli gerçeği olarak kabul etmesi
gerekir. Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin Rabbi Allah'tır.
İnsanın da Allah'ı Rab edinmesi, yani O'na kulluk etmesi gerekir. Allah, bu
gerçeği bizlere şöyle bildirmektedir:
(Allah) Göklerin,
yerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbidir; şu halde O'na ibadet et ve O'na
ibadette kararlı ol. Hiç O'nun adaşı olan birini biliyor musun? (Meryem Suresi,
65)
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiçbir bilgimiz yok. Gerçekten Sen,
herşeyi bilen, hüküm ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara Suresi, 32)
19. yüzyılda bilim dünyasına hakim olan materyalist felsefe, evrenin
sonsuzdan beri var olan başıboş bir madde yığını olduğu yanılgısını öne
sürmüştü. Ancak 20. yüzyıl biliminin ortaya koyduğu bulgular, materyalizmin bu
akıldışı iddiasını kesin olarak çürüttü.
Günümüzde bilim, evrenin bir başlangıcı olduğunu, yani yoktan yaratıldığını
ispatlamış durumdadır. Big Bang (Büyük Patlama) adı verilen başlangıçla
birlikte, hem madde hem de zaman yoktan yaratılmıştır.
Son yıllarda elde edilen bulgular, evrendeki fiziksel dengelerin olağanüstü
bir hassasiyetle belirlendiğini de ortaya koymuştur. Aynı şekilde üzerinde
yaşadığımız Dünya’nın yapısı, uzaydaki konumu ya da atmosferi de tam olması gerektiği
gibi düzenlenmiştir. Karbon, oksijen gibi atomların veya su gibi moleküllerin
fiziksel ve kimyasal özellikleri ise, yine insan yaşamına imkan sağlayacak
biçimde belirlenmiştir.
Kısacası evrenin içinde tesadüfe yer yoktur. Tüm evren, belirli bir amaca
göre, muhteşem bir uyum, ahenk ve denge ile yaratılmıştır.