ÖLÜM KIYAMET CEHENNEM
ÖLÜM
KIYAMET
CEHENNEM
"Bizim,
sizi boş bir amaç uğruna
yarattığımızı
ve gerçekten bize döndürülüp
getirilmeyeceğinizi
mi sanmıştınız?"
( Müminun
Suresi, 115)
İÇİNDEKİLER
1. ÖLÜM
Giriş
Batıl
İnançlar ve Gerçekler
Gafletin
Kalın Perdesi
Gerçek Ölüm
ve Görünen Ölüm
Dünya
Hayatının Geçiciliği
Ölümden
İbret Almayanların Dünya ve
Ahiretteki
Durumları
2. KIYAMET
Giriş
Evrenin
Ölümü
Sur'a İkinci
Kez Üfleniş ve Ölülerin Diriltilmesi
3. CEHENNEM
Giriş
Cehennemdeki
Azap Ortamı
Cehennemdeki
Manevi Azap
ÖLÜM
De ki: "Elbette sizin kendisinden
kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle
karşılaşıp-buluşacaktır.
Sonra gaybı da, müşahede
edilebileni de bilen (Allah)a
döndürüleceksiniz; O da size
yaptıklarınızı haber verecektir."
(Cuma Suresi, 8)
GİRİŞ
Ölüm sizi her an
yakalayabilir.
Kimbilir o an,
belki de şu andır ya da size çok yaklaşmıştır.
Belki de bu
satırlar ahlakınızı yeniden düşünmeniz için ölümünüzden önce size tanınmış son
bir fırsat, son bir hatırlatma, son bir uyarıdır. Siz bu satırları okurken bir
saat sonra hayatta kalacağınızdan emin olamazsınız. Bir saat sonra hayatta
olsanız bir sonraki saate erişeceğinizin hiçbir garantisi yoktur. Saat değil
bir dakika, hatta bir saniye sonra bile hayatta olacağınız kesin değildir. Bu
kitabı sonuna kadar okuyup bitireceğinizin de hiçbir garantisi yoktur. Ölüm
size, büyük bir ihtimalle, bir dakika öncesinde ölmeyi hiç aklınızdan
geçirmediğiniz bir anda gelecektir.
Mutlaka
öleceksiniz, tüm sevdikleriniz de ölecek, sizden önce ya da sonra mutlaka
ölecekler. Bundan 100 sene sonra dünya üzerinde sizin tanıdığınız hiçbir canlı
insan kalmayacak.
Her insanın, kendi
hayatı hakkında bitmek tükenmek bilmeyen planları vardır. Liseyi bitirmek,
üniversiteye girebilmek, mezun olmak, iş sahibi olmak, ev sahibi olmak, evlenip
çoluk çocuk sahibi olmak, çocuğunu büyütmek, emekli olmak, huzurlu bir hayata
kavuşmak gibi... Bunların dışında, herkesin, kendi içinde bulunduğu durum ve
şartlara göre daha binlerce konuda çok kapsamlı plan ve tasarıları vardır.
Oysa bu planların
hiçbirinin gerçekleşeceği kesin değildir. Buna karşın ölüm, yüzde yüz
gerçekleşecektir.
Yıllarca çalışıp
çabalayıp üniversiteye giren bir öğrenci okuluna giderken ölebilir. Ya da yeni
işe giren bir kişi işine giderken veya evlenenler düğünden dönerken ani bir
trafik kazası sonucunda ölebilirler. Başarılı bir iş adamı ise, işlerini çabuk
halledebilmek, gideceği yere daha çabuk ulaşıp vakit kazanmak ve daha çok
şeyler yapabilmek için uçak yolculuğunu tercih eder. Fakat uçak düşebilir ve
hayatı hiç düşünmediği şekilde son bulabilir.
Geriye kalan
planlarını gerçekleştiremeden, bir daha asla tamamlanmayacak bir şekilde yarıda
bırakarak, dönüşü olmayan bir yere giderler... Oysa o gittikleri yer için
hazırladıkları hiçbir planları yoktur. Gerçekleştiremeyecekleri planları
yıllarca en ince ayrıntısına kadar düşünmüşlerdir, ama gerçekleşeceği kesin
olan ölüm hakkında hiçbir şey düşünmemişlerdir.
Peki akla ve bilince
sahip bir insan hangisine öncelik vermelidir? Gerçekleşeceği kesin olan
hakkında mı, yoksa olmayan hakkında mı plan kurmalıdır? İnsanların bir kısmı,
kesin olmayana önem verirler. Hayatın hangi safhasında olursa olsun bütün
planlarını, gelecekte daha iyi ve daha mükemmel bir hayata kavuşabilmek için
yaparlar.
Eğer insan ölümsüz
olsaydı, bu davranış gerçekten de mantıklı olacaktı. Fakat bütün planlar, ölüm
denen mutlak sona mahkumdur. Bu nedenle, kesin olan ölümü bırakıp kesin
olmayanları önemsemek, kesinlikle akıl dışıdır.
Ama insanlardan
bazıları, akıllarını kaplamış garip bir gaflet hali nedeniyle bir türlü bu açık
gerçeği fark edemezler. Uzun yıllar yaşayacaklarını hatta hiç ölmeyeceklerini
varsayarak sadece dünyada belirledikleri hedeflere ulaşmak için çabalarlar.
Ölümle birlikte başlayacak olan gerçek hayatlarını düşünmezler. Ona yönelik bir
hazırlık yapmazlar. Hesap günü bu gerçekle yüz yüze kaldıklarında ise telafisi
olmayan bu büyük hatadan dolayı çok derin bir pişmanlık duyarlar.
Bu broŞür, insana
bu çok önemli gerçekleri düşündürmek ve hızla yaklaşan büyük olayı haber vermek
için yazılmıştır... Bu büyük olay, kesindir.
Dolayısıyla,
düşünmekten kaçmak, hiçbir şekilde çözüm değildir.
BATIL İNANÇLAR VE GERÇEKLER
Her canlı varlık
gibi insan da bir gün ölmek üzere doğar. Kimileri çok küçük yaşta hayata veda
ederken, kimileri genç, kimileri orta, kimileri de ileri yaşlarda bu dünyayı
terk ederler. Kimsenin sahip olduğu malı-mülkü, serveti, makamı, mevkisi,
şöhreti, itibarı, kuvveti ve güzelliği, ölümü kendisinden uzaklaştıramaz.
Herkes istisnasız ölüme boyun eğmiştir ve bundan sonra da eğmeye devam
edecektir.
Pek çok insan,
ölümü düşünmek istemez. Bu mutlak sonun kendi başına da geleceğini aklına
getirmez. İnsanların bir kısmı düşünmedikleri sürece, ölümle
karşılaşmayacakları gibi batıl bir inanç geliştirmişlerdir. Halk arasında
ölümle ilgili konu açan herhangi bir kişi hemen “şom ağızlı” olarak nitelenir
ve bu konu hemen, “ağzından yel alsın” gibi anlamsız sözlerle kapattırılır.
Halbuki ölümden söz eden bir insan, Allah’ın çok büyük ayetlerinden birini
hatırlatmakta ve insanların üzerindeki kalın gaflet perdesinin biraz da olsa
aralanmasına vesile olmaktadır. Ancak gafleti, yaşam biçimi haline getirmiş
gafil bir kitle, kendilerini rahatsız eden bu tür gerçeklerin
hatırlatılmasından çok huzursuz olurlar. Oysa bu kişiler, hayattayken ölümü
düşünmekten ne kadar kaçarlarsa, ölümün gerçeğiyle karşılaştıklarındaki
rahatsızlıkları da o kadar şiddetli olur. Bu dünyadaki gafletleri ne kadar
büyükse ölüm anında, kıyamet gününde ve ebedi azaptaki dehşet, şaşkınlık ve
azapları o derece büyük olur.
Zamanın
ilerlemesine rağmen kendini yaşlanmaya ve ölüme karşı koruyabilmiş tek bir
insan gösteremezsiniz. Ölmeyecek tek bir insan bulamazsınız. Çünkü insan kendi
bedeninin ve kendi hayatının sahibi değildir. Yaşamaya karar verip hayatını
kendisinin başlatmamış oluşu, bunun bir göstergesidir. Bir diğer göstergesi
ise, hayatını sona erdiren ölüme müdahale edemeyişidir. Hayatın sahibi, onu
verendir. Ve O, dilediği zaman da o hayatı geri alır. Hayatın sahibi olan
Allah, Peygamberimiz (sav)’e vahyettiği “Senden önce hiçbir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi
sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar?” (Enbiya
Suresi, 34) ayetiyle, bunu haber verir.
Yalnızca şu anda,
dünyada milyarlarca insanın var olduğu göz önünde bulundurulursa, ilk insandan
bu yana, sayısız insan yaşamıştır. Bu insanların hepsi de istisnasız ölümü
tatmışlardır. Günümüzden önce yaşayanların da şu anda yaşamakta olanların da
kesinlikle başlarına gelmiş ya da gelecek olan kesin bir sondur ölüm. Kimse
kendini bu kaçınılmaz sondan kurtaramaz. Kuran’da, bu konu şu şekilde
bildirilir:
Her nefis ölümü tadıcıdır. Kıyamet günü elbette ecirleriniz eksiksizce
ödenecektir. Kim ateşten uzaklaştırılır ve cennete sokulursa, artık o gerçekten
kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı metadan başka bir şey değildir.
(Al-i İmran Suresi, 185)
Ölümü Tesadüf ya da Talihsizlik Sanma Yanılgısı
Ölüm, her olay
gibi, Allah’ın dilemesiyle hayır ve hikmetle gerçekleşir. Bir insanın doğum
tarihi nasıl belliyse, aynı şekilde ölüm tarihi de daha o doğmamışken,
dakikasına, saniyesine kadar bellidir. İnsan da kendisine verilen süreyi her
saniye biraz daha tüketerek, o son ana doğru hızla yaklaşır. Herkesin ölümünün
yeri, zamanı ve şekli kaderinde belirlenmiştir.
Buna rağmen
insanların bir kısmı ölümün, Allah’ın ona sebep olarak yarattığı olaylar
zincirinin bir sonucu olduğunu sanırlar. Her gün gazetelerde ölüm haberlerini
okur, ardından da, “Eğer bir tedbir alınsaydı sonuç bu şekilde olmazdı; şöyle
yapılsaydı ölmezdi” gibi cahilce mantıklar yürütürler. Halbuki her insan
kendisine tanınmış süreden ne bir saniye eksik ne de bir saniye fazla
yaşayamaz. Ancak, imanın verdiği bilinçten uzak olan insanlar, her olaya olduğu
gibi ölüme de tesadüfler zincirinin bir parçası olarak bakarlar. Allah
Kuran’da, tamamen inkarcılara özgü olan böyle çarpık bir zihniyetten müminleri
sakındırır:
Ey iman edenler, inkar edenler ile yeryüzünde gezip dolaşırken veya savaşta
bulundukları sırada (ölen) kardeşleri için: “Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi,
öldürülmezlerdi” diyenler gibi olmayın. Allah, bunu onların kalplerinde onulmaz
bir hasret olarak kıldı. Dirilten ve öldüren Allah’tır. Allah, yaptıklarınızı
görendir. (Al-i İmran Suresi, 156)
Ölümü bir tesadüf
sanmak büyük bir akılsızlıktır. Ve bu durum, üstteki ayetten de anlaşılacağı
gibi, insana büyük bir manevi azap, karşı konulamaz bir sıkıntı verir. İnkar
edenler, yakınlarını ve sevdiklerini kaybettiklerinde bu büyük azabı yaşarlar.
Ölenin aslında bir kurtulma ihtimali olduğunu, fakat aksilik, tedbirsizlik gibi
durumlar yüzünden zamansız öldüğünü düşünürler. Bu düşünce de onların üzüntü,
pişmanlık ve acılarının katlanarak artmasına neden olur. Çektikleri bu sıkıntı
ve acı, gerçekte inançsızlıklarının azabından başka bir şey değildir.
Oysa olayın çok
önemli bir sırrı vardır; ölümün sebebi, ne bir kaza, ne bir hastalık, ne de
başka bir şeydir. Bütün bu sebepleri yaratan Allah’tır. Kaderimizde belirtilen
süre dolduğu zaman, yukarıda sayılan sebeplerden herhangi bir tanesi nedeni ile
hayatımız sona erer. Ve insan, elindeki tüm maddi imkanını seferber etse dahi,
kendisi için belirlenmiş olan ölüm zamanından bir an bile fazla yaşayamaz.
Kuran’da bu İlahi kanun şöyle haber verilir:
Allah’ın izni olmaksızın hiçbir nefis için ölmek yoktur. O, süresi
belirtilmiş bir yazıdır... (Al-i İmran Suresi, 145)
Kader Anlayışındaki Çarpıklık
Özellikle ölüm
konusuyla ilgili olarak, halk arasında kader hakkında pek çok yanlış kanaat
vardır. “Kaderini yenmek”, “kaderini değiştirmek” gibi yanlış mantıklar
toplumda oldukça yaygındır. Kimi insanlar birtakım beklenti ve tahminlerini
kader zannedip, bunların gerçekleşmediğini görünce de kaderin belirlendiği gibi
gitmediğini, değiştiğini sanırlar. Sanki kaderi önceden okumuş da, olaylar
okudukları şekilde gelişmemiş gibi akılsızca bir tavır takınırlar. Bu tür
çarpık ve tutarsız mantıklar, kaderin anlamının tam olarak kavranamamış
olmasından kaynaklanır.
Kader, zaman ve
mekan kavramlarını yoktan var eden ve bunları tamamen kontrol ve hakimiyetinde
bulunduran, zaman ve mekana tabi olmayan Allah’ın, geçmiş ve gelecekteki tüm
olayları zamansızlık boyutunda tespit etmesi ve yaratmasıdır. Yaşanmış ve
yaşanacak bütün olaylar zinciri, an an, detay detay Allah Katında planlanmış ve
yaratılmıştır.
Zamanı Allah
yaratmıştır, bu yüzden O, zamana bağımlı değildir. Allah’ın Katında herşeyin
başı da, sonu da, sonsuzluk şeridindeki yeri de bellidir. Herşey olup
bitmiştir. Nasıl bir filmi seyreden kişinin o film üzerinde herhangi bir
değişiklik yapmaya güç ve imkanı yoksa, insanların da tabi oldukları kader
üzerinde bir etkileri olamaz. İnsanlar kader üzerinde değil, kader insanlar
üzerinde belirleyici ve yaptırıcı bir unsurdur. Herşeyiyle kaderin bir parçası
olan insan o kaderden bağımsız bir şekilde davranamaz. Kaderin dışına çıkamaz.
Bu bir video kasetteki filmde yer alan oyuncunun, kasetten dışarı sıyrılıp
maddi bir boyut kazanarak videonun başına oturması ve kendi bulunduğu kasette
silmeler, eklemeler, değişiklikler yapmasına benzer ki, elbette bu kendi içinde
çelişkili ve mantıksız bir durumdur.
Dolayısıyla, kaderi
yenme, kaderin akışını değiştirme gibi bir durum söz konusu bile olamaz.
Unutulmamalıdır ki, “ben kaderimi değiştirdim” diyen bir insan da, aslında
kaderinde yazılı olan bir cümleyi söylemektedir.
Bunu bir örnekle
açıklamak istersek; bir insan günlerce komada kalabilir, yeniden yaşama dönmesi
imkansız gibi gözükebilir. Fakat aynı insanın, beklenenin aksine, tekrar eski
sağlığına kavuşması, onun “kaderini yendiği” ya da doktorların onun “kaderini
değiştirdiği” anlamına gelmez. Bu olay, o kişinin, kaderinde kendisi için
belirlenmiş süreyi doldurmadığını gösterir. Bu da aynı kaderin bir parçasından
başka bir şey değildir. Herşey gibi hastalanması ve tekrar iyileşmesi de Allah
Katında yazılıp tespit edilmiştir. Bir ayette Allah şöyle buyurur:
... Ömür sürene, ömür verilmesi ve onun ömründen kısaltılması da mutlaka
bir kitapta (yazılı)dır. Gerçekten bu Allah’a göre kolaydır. (Fatır Suresi, 11)
İnsanlar arasında
yaygın olan bir başka yanlış kanaate göre de, 80 yaşında birinin ölümü “ecel”,
küçük bir çocuğun, genç bir insanın ya da orta yaşlı bir kişinin ölümü
“beklenmedik bir olay”dır. Bu yanlış mantıkla düşünen insanlar, ölümü
kabullenip, olağan karşılayabilmek için kendi belirledikleri bazı şartların bulunmasını
isterler. Bu gafil insanlara göre, uzun süren ağır bir hastalık sonucu gelen
ölüm genellikle doğal karşılanabilir, fakat ani bir hastalık ya da kaza sonucu
gelen ölüm zamansızdır. Bu yüzden, çoğu zaman ölümler isyankar bir ruh haliyle
karşılanır. Ancak bu mantık, Allah’ın adaletinin, sonsuz merhametinin, herşeyi
hayır ve hikmetle yarattığının tam olarak takdir edilemediğinin göstergesidir.
Bu psikolojiye sahip olan herkes Allah’a tam bir teslimiyetle teslim olmadığı
için dünya hayatında sürekli bir sıkıntı ve keder içinde yaşamaya mahkum
kalacaktır.
Reenkarnasyon İnancı
Ölüm hakkında
çeşitli kesimlerde yaygın olan batıl inançlardan birisi de “reenkarnasyon”dur.
Öldükten sonra çeşitli kereler farklı yer ve zamanlarda ve farklı kimliklerle
dirilerek yeniden dünyaya gelme şeklinde açıklanan reenkarnasyon, gerek iman
etmeyenler gerekse çeşitli batıl inanışların mensupları arasında, son
zamanlarda ilgi gören sapkın bir akım haline gelmiştir.
Teknik olarak
hiçbir delile dayanmamasına rağmen bu tür batıl inançların taraftar
toplamasının başlıca sebebi, dini inancı olmayan insanların bilinçaltlarındaki,
öldükten sonra yok olma endişesidir. Dini inançları zayıf olan kimseler de,
dünyada yaptıklarının karşılığı olarak ahirette cehennem gibi bir cezanın kendilerini
beklediğini bildikleri için ya da en azından ihtimal verdikleri için öldükten
sonra ahirete gitme gerçeğinden rahatsız olurlar. Her iki sınıf için de
öldükten sonra dünyaya tekrar tekrar gelmek son derece cazip bir durumdur. Bu
yüzden bu işin istismarını yapan belirli kesimlerin birkaç “göz boyama”
seansıyla, daha fazla delil aramadan reenkarnasyon gibi bir safsatayı seve seve
benimserler.
Bu sapkın
düşünceye, bazı dönemlerde Müslüman çevrelerden kendisine aydın, entellektüel,
ilerici görünümü vermek isteyen bazı kişiler de olumlu bakmaktadır. Olayın asıl
ciddi yönü ise, bu tür kimselerin söz konusu sapkın iddialarına Kuran
ayetlerinden delil getirmeye ve ayetlerin açık ve net ifadelerini, “dillerini
eğip bükerek” kendi yorumlarına delil göstermeye çalışmalarıdır. Burada
vurgulanmak istenen temel konu da, bu sapkın itikadın kesinlikle Kuran ve İslam
dışı olduğu ve Kuran’ın açık ayetleriyle tamamen çeliştiğidir.
Reenkarnasyonun
Kuran’da geçtiğini iddia edenlerin delil olarak öne sürdükleri birkaç ayetten
biri Mümin Suresi’nin 11. ayetidir. Ayette şöyle buyrulmaktadır:
Dediler ki: “Rabbimiz, bizi iki kere öldürdün ve iki kere dirilttin; biz de
günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi çıkış için bir yol var mı ?” (Mümin Suresi,
11)
Reenkarnasyoncular
bu ayette, insanın dünyada bir kere yaşayıp öldükten sonra tekrar diriltilerek
dünyada ikinci bir yaşama başladığını, bu suretle ruhunun gelişimini
tamamladığını ve bu ikinci yaşamını takip eden ikinci ölümünden sonra ahirette
diriltildiğini iddia ederler.
Oysa ayete göre
insanın iki defa ölü iki defa diri hali olduğu anlaşılmaktadır. Üçüncü bir ölü
ya da dirilik hali söz konusu değildir. Bu durumda doğal olarak akla, insanın
en baştaki durumunun ölü mü ya da diri mi olduğu sorusu gelir. Bu sorunun
cevabını ise Bakara Suresi’nin 28. ayetinde buluruz:
Nasıl oluyor da Allah’ı inkar ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi o diriltti;
sonra sizi yine öldürecek, yine diriltecektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz.
(Bakara Suresi, 28)
Ayet açıktır; insan
başlangıçta ölüdür, yani yaratılışının temeli başlangıçta, ayetlerde de
bildirilen toprak, su, çamur gibi cansız maddelerden oluşmaktadır. Daha sonra
Allah bu cansız yığına “bir düzen içinde şekil verip” diriltir. Birinci ölüm ve
birinci diriliş gerçekleşmiştir. Birinci dirilişten belli bir süre sonra insan,
yaşamı sona erince tekrar öldürülür, ilk ölümünde olduğu gibi toprağa geri
döner, çürüyüp-ufalanıp toz haline gelir. Bu da ikinci defa ölü haline
geçişidir. Geriye ise ikinci ve son diriltilmesi kalmıştır. Bu da ahiretteki
dirilmesidir. İkinci ve son diriliş ahiretteki dirilme olduğuna göre, dünya
hayatında ikinci bir diriliş söz konusu olamaz. Aksi takdirde bu tür bir iddia
üçüncü bir dirilişi gerektirir ki böyle bir durumdan hiçbir ayette söz edilmez.
Görüldüğü gibi ne Mümin Suresi 11. ayetinden, ne de Bakara Suresi 28. ayetinden
insanın dünyada birden fazla kez diriltildiği anlamı çıkmaz. Tam tersine bir
kere dünyada bir kere de ahirette dirilişin olduğu ayetlerden açık bir şekilde
anlaşılmaktadır.
Bunun dışında,
Kuran’daki pek çok ayet de insanın içinde imtihan edildiği tek bir dünya hayatı
olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin ölümden sonra tekrar dünyaya dönüş
olmadığı, Allah’ın buna kesin olarak izin vermeyeceği ayetlerde şöyle
bildirilmektedir:
Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri
çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım. “Asla,
gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların
önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
(Müminun Suresi, 99-100)
Ayette, kişiye ölüm
geldikten sonra yeniden dünya hayatına bir dönüş, bir telafi imkanı bulunmadığı
anlatılırken inkarcıların, bunun aksine ikinci bir diriliş ve dünyaya dönüş
beklentisine sahip oldukları da dikkat çekmektedir. Allah bunun hiçbir
geçerliliği bulunmayan ve inkarcıların kendi söyledikleri bir sözden ibaret
olduğunu açıkça belirtir.
Başka ayetlerde de
cennettekilerin “ilk” ölümden başka bir ölüm tatmayacakları şöyle bildirilir:
Orda, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları
cehennem azabından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak.
İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş’ budur. (Duhan Suresi, 56-57)
Cennet ehlinin,
birinci ölümleri dışında başka bir ölüm tatmayacaklarından dolayı duydukları
sevinç bir başka ayette şöyle geçer:
Nasıl, biz ölecek olanlar değil miymişiz? Yalnızca birinci ölümümüzden
başka (öyle mi)? Ve biz azaba uğratılacak olanlar değil miymişiz? (Saffat
Suresi, 58-59)
Üstteki ayetler o
kadar açıktır ki, insanın yaşadığı tek bir ölüm olduğu, hiçbir tevile yer
bırakmayacak netlikte vurgulanmaktadır. Önceki ayetlerde iki ölümden
bahsedildiği halde, neden burada tek bir ölümden başka ölüm tadılmayacağının
söylendiği gibi bir soru akla gelebilir. Bunun cevabı Duhan Suresi’nin 56.
ayetindeki ölümü “tatma” ifadesinde kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Zira,
insanın bilinçli olarak tattığı, yani yaşadığı, karşılaştığı, idrak ettiği ilk
ve tek bir ölüm vardır; o da dünya hayatının sona erdiği an karşılaştığı
ölümdür. En baştaki ölü halinden önce diri olmadığı dolayısıyla algılama ve
şuur gibi özellikleri olmadığı için bu birinci ölümünün şuuruna varması, bunu
tatması gibi bir durumu elbette ki olamaz.
Kuran’ın açık ve
kesin haberine rağmen, dünyada birden fazla ölme, dirilme, yeni bedenlere girme
gibi olayların bulunduğunu iddia etmek Kuran’ın açık ayetlerini reddetmek
anlamına gelecektir.
GAFLETİN KALIN PERDESİ
İnsan bencil
yaratılmıştır ve kendi çıkarlarını ilgilendiren şeyler hakkında son derece
hassastır. Ancak her konuda kendi çıkar ve menfaatlerini en ince ayrıntısına
kadar düşünen ve hesaplayan insanın doğrudan doğruya kendisini ilgilendiren
ölüm konusunda kayıtsız ve umursuz olması son derece hayret vericidir. “Kesin
bilgiyle iman etmeyenler”e özgü olan bu ruh halini Allah, Kuran’da tek bir
kelimeyle tanımlamıştır: “Gaflet”.
Gafletin anlamı,
şuurundaki bulanıklık ve kapalılıktan ötürü, bir insanın gerçekleri tam olarak
algılayamayıp, sağlıklı değerlendirmeler yapamaması ve buna bağlı olarak,
gereken sağlıklı tepkileri verememesidir. Bir ayette Allah şöyle buyurur:
İnsanların sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz
çeviriyorlar. (Enbiya Suresi, 1)
Ölümcül, çaresiz
bir hastalığa yakalanan birisinin öleceğine kesin gözüyle bakılır. Fakat ona bu
gözle bakanların da er ya da geç ölecekleri kesindir. Gaflet yüzünden, işin bu
yönü bu tarz kişilerin aklına gelmez. Oysa belki de ölüm, kendisini bu “ölümcül
hasta”dan çok daha önce, hiç ummadığı bir anda yakalayacaktır.
Yakınları, ölüm
döşeğindeki hastalarının durumuna üzülürler. Ama bir gün kesinlikle ölecek olan
kendilerine de üzülmek akıllarına gelmez. Oysa, bir olayın eninde sonunda
gerçekleşeceği kesinse, bunun yakın ya da uzak olması verilen tepkiyi
değiştirmemelidir.
Eğer ölmek üzere
olanlar için üzülmek gerekiyorsa, yalnızca ölüm anında değil herkes birbiri ve
kendisi için şimdiden üzülmeye başlamalıdır. Ya da içinde bulunduğu gaflet
perdesini yırtmalı, ölümün gerçek anlamını kavramalıdır.
Bunun için de,
öncelikle gafleti doğuran sebepleri tanımak yararlı olabilir.
Gafletin Nedenleri
- Tefekkür ve akletme eksikliği: Bazı insanlar ciddi konular üzerinde düşünmeye pek
alışık değildir. Düşünmeden yaşamaya alışık olduklarından, ölümü de çok uzak
görürler. Günlük sorunların, zihinlerini yeterince meşgul ettiğini düşünürler.
Küçük konularla o dar zihinlerini doldurur, küçük sorunlarda boğulur ve ölüm
gibi önemli konuları düşünemezler. Herhangi birinin ölümüyle karşılaştıklarında
ya da ölümle ilgili bir konu açıldığında, “Allah gecinden versin, Allah
kimsenin başına vermesin, Allah sıralı versin...” gibi sözlerle kendilerini
avutur, konuyu en kısa zamanda, yine düşünmeden geçiştirmeye çalışırlar.
- Yaşamın karmaşa ve hareketliliği: Yaşam öylesine akıcı ve hareketlidir ki kendini olayların
akışına kaptıran insan özel bir çaba göstermezse, eninde sonunda kendisini
yakalayacak olan ölüm gerçeğini göz ardı edebilir. Bu durum, özellikle imana
sahip olmadığı için kader, tevekkül, Allah’a teslim olma gibi kavramlara
yabancı insanlar için geçerlidir. Bu gibi insanlar kendilerini bildikleri andan
itibaren kendi deyimleriyle “dünyalarını kurtarmaya” bakarlar. Bu tip insanlar
sürekli yeni dünyevi planlar, çıkarlar, hedefler peşinde koşarlar; bunlarla
oyalanmaktan ölümü düşünmeye fırsat bulamazlar Hiç ummadıkları bir anda da
hazırlıksız ve şaşkın bir şekilde ölüm gerçeğiyle karşılaşırlar. Ama artık çok
geçtir.
- Doğum yanılgısı: Gafletin
sebeplerinden birisi de doğumun varlığıdır. Her gün doğumlar ve ölümler olur.
Yeryüzünün nüfusu hiç eksilmez, hatta günden güne artar. İnsan kendisini bu
döngünün etkisine kaptırınca sanki doğumlar ölümleri telafi ediyor, yaşam
böylece dengeleniyor gibi bir yanılgıya kapılabilir. Bu da ölüme karşı bir
gaflet perdesi oluşmasına sebep olur. Oysa şu andan itibaren hiçbir doğumun gerçekleşmeyeceği
bir döneme girsek, insanların birbiri ardına öldüğünü ve dünya nüfusunun hızla
sıfıra doğru gittiğini görsek... İşte o zaman ölüm insana tüm dehşetiyle
kendisini hissettirir. İnsan etrafındakilerin birer birer eksildiğini görür ve
kaçınılmaz sonun er geç kendisine de geleceğini kesin olarak fark eder. Aradan
yıllar bile geçse, hala hayatta olanlar ertesi gün sıranın kendilerine gelip
gelmeyeceği endişesiyle yatarlar. Ölüm bir an bile akıllarından çıkmaz.
Halbuki olayın aslı
da bundan farklı değildir. Yeni doğanların öleceklere hiçbir etkisi yoktur. Bu,
yalnızca psikolojik bir yanılgıdan ibarettir. Günümüzden 150 yıl önce
yaşayanlardan bugün hiçbiri hayatta değildir. Kendilerinden sonra doğanların bu
kişilerin ecellerine hiçbir faydası dokunmamıştır. Aynı şekilde 100 yıl sonra
da şu anda yaşayan insanlardan hemen hemen hiçbirisi kalmayacaktır. Çünkü dünya
bir tür durak yeridir; sürekli dolar ve boşalır.
Kendini Kandırma Yöntemleri
Ölümü göz ardı
ettiren ve gafleti doğuran nedenlerin dışında bir de insanların kendi
kendilerini avutmak için kullandıkları savunma mekanizmaları vardır. Bu kendini
kandırma yöntemlerini birkaç madde halinde inceleyebiliriz.
- Yaşlılık dönemine erteleme düşüncesi: Bu savunma mekanizması gençlerde ve orta yaşlılarda görülür.
Bunu kullanan insan, genelde 60-70 yıl yaşayacağını hesaplar ve ancak ömrünün
son yıllarını bu tür konulara ayırmaya karar verir. Böylece, ölüme ve öbür
dünyaya hazırlanmak için de yaşamından bir pay ayırmış olduğunu düşünür ve
vicdanını rahatlatır.
Halbuki bir saniye
sonra yaşayacağının bile garantisi olmayan, daha ne kadar yaşayacağını, nerede
ve ne zaman öleceğini asla bilmeyen bir insanın böyle uzun vadeli, sonuçsuz
hesaplar yapmasının ne büyük bir gaflet olduğu ortadadır. Her gün etrafında kendisiyle
yaşıt hatta daha genç pek çok kişi ölür. Gazeteler ölüm ilanlarıyla doludur.
Televizyonlarda her gece birçok ölüm haberi izler. Çoğu zaman, büyük küçük,
kendi yakınlarının ölümlerine tanık olur. Fakat etrafındaki insanların bir gün
hatta belki de yarın, kendi ölümüne de tanık olacaklarını, kendi ölüm ilanını
okuyacaklarını aklına getirmez. Kaldı ki, o beklediği “yaşlılık” sınırına kadar
yaşasa bile bir şey değişmeyecek, sahip olduğu zihniyeti değiştirmediği sürece,
ölümle karşı karşıya gelene dek erteleme mantığını sürdürecektir. Allah bir
ayette şöyle buyurur:
Ertelemek ancak inkarda bir artıştır… (Tevbe Suresi, 37)
-”Cehennemde cezamı çeker ve çıkarım” mantığı: Toplumda oldukça yaygın olan bu görüş, gerçekte doğru
bilinmemektedir. Kuran’ın hiçbir yerinde bir süre Allah’ın dilemesi dışında
cehennemde ceza görüp, sonra bağışlanarak cennete alınanlardan söz edilmez. Tam
tersine, konu ile ilgili tüm ayetlerde, kıyamet günü müminlerin ve inkarcıların
kesin bir biçimde ayrılacakları, müminlerin ebediyen cennete girecekleri,
inkarcıların ise ebediyen cehenneme, aşağılık bir azabın içine sürülecekleri ve
Allah dilemedikçe oradan çıkamayacakları bildirilmiştir:
Dediler ki: “Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir.” De ki:
“Allah Katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah’a
karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” Hayır; kim bir kötülük işler de
günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. İman edip salih amellerde bulunanlar ise cennet halkıdırlar,
orada süresiz kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-82)
Bir diğer ayette
şöyle denir:
Bu, onların: “Ateş bize sayılı günler dışında kesinlikle dokunmayacak”
demelerindendir. Onların bu iftiraları, dinleri konusunda kendilerini yanılgıya
düşürmüştür. (Al-i İmran Suresi, 24)
Cehennem, insanın
hayal gücünün alamayacağı kadar büyük acıları yaşayacağı bir yerdir. Cehennem
Allah’ın “Kahhar”, “Cebbar” sıfatlarının en şiddetli tecelli ettiği ve
dünyadaki hiçbir azapla kıyaslanamayacak azaplarla dolu, korkunç bir ortamdır.
Parmağının ucu yanınca bile canı çok acıyan aciz bir insanın rahat ve umursuz
bir şekilde böyle bir azabı belirli bir süre için bile olsa göze aldığını
söylemesi, akletmediğinin açık bir göstergesidir. Allah’ın azabını hafife alan,
sonsuz azap çekme ihtimalini rahatlıkla karşılayan bir kimse gerçekte Allah’ın
kadrini gereği gibi takdir edemeyen, akledemeyen bir insandır.
-Ben zaten cennete gireceğim mantığı: Kendilerinin mutlaka cennete gireceğini iddia eden insanlar
vardır. Dünyada iyilik olarak tanımladıkları ufak tefek birtakım şeyleri
yaparak ve kötülük olarak tanımladıkları birtakım şeylerden uzak durarak,
cennete gideceklerini sanırlar. Din hakkındaki bilgileri kulaktan dolma,
hurafelerle dolu safsatalardan öteye geçmeyen bu insanlar, gerçekte Kuran’da
tarif edilen güzel ahlakla hiçbir ilgisi olmayan, kendi uydurdukları bir din
anlayışına sahiptirler. Sorulduğunda kendilerini “Müslüman” olarak
tanıtabilirler. Oysa Kuran’a göre bu inanca sahip olan kişiler Allah’a birçok
şeyi ortak koştukları için gerçek Müslümanlar değillerdir. Kehf Suresi’nde
böyle bir insanın durumu şöyle anlatılır:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve
ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki
bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan
bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka
ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki:
“Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha
güçlüyüm.” Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve): “Bunun
sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum” dedi. “Kıyamet-saatinin
kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz
bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım.” Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı
ona dedi ki: “Seni topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni
düzgün (eli ayağı tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı
ettin?” “Fakat, O Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak
koşmam.” (Kehf Suresi, 32-38)
Yukarıdaki
ayetlerde anlatılan bahçe sahibi, “Rabbime döndürülecek olursam” ifadesiyle,
Allah’a ve ahiret gününe kesin bilgiyle iman etmediğini, ve bu konuda şüphe
içinde olduğunu ortaya koymaktadır. Buna karşın, kendisinin üstün bir mümin
olduğu iddiasındadır ki Allah’ın kendisini cennetle ödüllendireceğinden
emindir. Günümüzde bu zihniyete sahip kişilerin var olduğunu görmekteyiz.
Bu kişiler Allah’a
karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduklarını aslında için için kendileri de
bilirler, fakat bu gerçek onlara hatırlatılmak istense bunu kabul etmeyip hemen
kendilerini temize çıkarmaya çalışırlar. Din ahlakını yaşamanın önemsiz olduğunu
öne sürer, mahalledeki dindar görünümlü kişilerin aslında ne kadar namussuz,
ahlaksız olduğunu iddia ederek kendilerini masum göstermeye uğraşırlar.
Kalplerinin temiz olduğunu, kimsenin kötülüğünü istemediklerini, kimsenin
malında, mülkünde, ailesinde gözleri olmadığını söyleyerek “iyi insan”
olduklarını ispatlamaya kalkarlar. Dilencilere sadaka verdiklerini, komşuya
ikramda bulunduklarını, senelerce gece gündüz çalıştıklarını, insanlara hizmet
ettiklerini, bundan daha iyi Müslümanlık olmadığını savunurlar.
Samimiyetsizliklerinin
en büyük göstergesi ise, sahip oldukları sapkın din anlayışına dayanak bulmak
için birtakım bahaneler üretmeleridir. Kendi yaşamlarını meşrulaştırmak için
kullandıkları, “en büyük ibadet çalışmaktır”, “mühim olan kalp temizliğidir”
gibi ifadeler en çok rastlanılan örneklerdendir. Bu ifadeler Kuran’da
bildirildiği üzere din öne sürülerek Allah’a karşı yalan söylemekten ibarettir:
Size ne oluyor, nasıl hüküm veriyorsunuz?
Hiç mi öğüt alıp-düşünmüyorsunuz?
Yoksa sizin apaçık olan bir deliliniz mi var?
Eğer doğru söylüyorsanız, öyleyse getirin kitabınızı. (Saffat Suresi,
154-157)
- Çifte standart mantıklar: İnsan, farklı bir kendini kandırma yöntemi daha
geliştirmiş olabilir. Ölüm aklına geldiğinde sonsuza dek yok olacağını düşünür
ve bunun dehşetiyle Allah’ın vaat ettiği sonsuz bir hayatın “var olabileceğine”
yüzde elli ihtimal verir. Böylece kendi içinde bir nevi umut ışığı yakar. Öte
yandan, Allah’ın kendisine yüklediği birtakım sorumluluklar olduğu aklına
gelince de, diğer yüzde elli ihtimali düşünür. “Nasılsa toprak olup yok
olacağım, ölümden sonra hayat yoktur” diyerek hesap verme, cehennem azabıyla
karşılaşma gibi korku ve endişelerini bastırır. Her iki durumda da gaflet
halinin ona verdiği bir nevi sarhoşluk hali içerisinde ölüm onu yakalayıncaya
kadar yaşamını sürdürür.
Gafletin Sonucu
Önceki bölümlerde,
ölüm, insana yaşadığı sürece kendini hatırlatır demiştik. Ya bu hatırlatmalar
ona fayda verir ve birtakım konuları tekrar gözden geçirmesi, hayata ve
olaylara bakış açısını yeniden düzenlemesi gerektiğini ciddi bir şekilde
düşünmeye başlar. Ya da sözünü ettiğimiz savunma mekanizmaları devreye girer,
kalbinin ve gözünün önündeki gaflet perdesi günden güne daha da kalınlaşmaya
başlar.
İşte inkarcıların
bir kısmının yaşlanıp ölüme iyice yaklaştıkları halde, ölümü büyük bir
sakinlikle, akılsızca bir rahatlıkla beklemeleri bu perdenin kalınlığının
göstergesidir. Çünkü ölüm onlara artık yalnızca güzel ve tatlı bir uykuyu,
huzur ve sakinliği, ebedi bir rahatlığı çağrıştırmaktadır.
Oysa onları yoktan
var edip yaratan, sonra öldürüp tekrar diriltecek olan Allah onlara azapla
geçirecekleri ebedi bir hayatı, ebedi bir pişmanlığı ve mutsuzluğu vaat
etmiştir. Onlar da bu gerçeği, tam ebedi uykuya dalacaklarını sandıkları ölüm
anında bizzat görürler. Çünkü, ölümün bir yokoluş olmadığını, aksine kendileri
için azapla dolu yeni bir dünyanın başlangıcı olduğunu anlarlar. Canlarını alan
ölüm meleklerinin dehşet verici gelişi, o büyük azabın ilk habercisidir. Bu
nedenle Kuran’da, ölümden sonraki yaşamı reddeden inkarcılardan söz edilirken “Öyleyse melekler,
yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları zaman nasıl olacak?” (Muhammed Suresi, 27) denir. Bu anda, inkarcıların
ölümden önceki küstah ve kibirli tavırları yerini dehşet, pişmanlık, çaresizlik
ve sonsuz bir acıya bırakır. Allah Kuran’da, bu durumu şöyle haber verir:
Dediler ki: “Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten
biz mi yeniden yaratılmış olacağız?” Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkar
edenlerdir. De ki: “Size vekil kılınan ölüm meleği, hayatınıza son verecek,
sonra Rabbiniz’e döndürülmüş olacaksınız.” Suçlu-günahkarları, Rableri
huzurunda başları öne eğilmiş olarak: “Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi
(bir kere daha dünyaya) geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz
gerçekten kesin bilgiyle inananlarız” (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen.
(Secde Suresi, 10-12)
Ölümden Kaçış Yoktur
İnsan özellikle
gençliğinde ölümü hiç aklına getirmek istemez. Bunu bir son olarak gördüğü için
ölümün düşüncesinden bile kaçar. Düşünmemek onun için en rahat kaçış yoludur.
Oysa fiziksel kaçış ölüme bir çare olmadığı gibi, ölümü aklına getirmekten
kaçınarak ölümden kurtulabilmek de mümkün değildir. Dahası, ölümü aklına
getirmemek de mümkün değildir. Daha önce de belirttiğimiz gibi insan, her gün
önüne gelen gazetelerde mutlaka ölüm haberleriyle, ölüm ilanlarıyla karşılaşır.
Yolda giderken bir cenaze arabasına rastlar ya da bir mezarlığın önünden geçer.
Zaman içinde yakınları ve akrabaları ölür. Onların cenazelerine gittiğinde ve
evlerini ziyaret ettiğinde, mutlak gerçekle yüzyüze kalır. Başkalarının,
özellikle de sevdiklerinin ölümünü gördükçe, kendi sonunu düşünür.
İnsan ne kadar
direnirse dirensin, nereye sığınırsa sığınsın, nereye kaçarsa kaçsın, aslında
farkında olmadan her an kendi ölümüne doğru koşar. Önünde başka bir kapı,
tercih veya çıkış yolu yoktur. Geri sayım sürekli devam eder. Ne yöne dönerse
ölüm onu oradan karşılar. Allah’ın kanununda bir değişme olmaz. Kaderde
belirlenmiş bir anda ve yerde ölüm onu yakalar. Kuran’da, Allah bu gerçeği
şöyle haber verir:
De ki: “Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle
karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)
a döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir.” (Cuma Suresi,
8)
Her nerede olursanız ölüm sizi bulur, yüksekçe yerlerde tahkim edilmiş
şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)
Bu nedenle insanın
yapması gereken, kendini kandırmayı ya da gerçekleri göz ardı etmeyi bir kenara
bırakıp Allah’ın kaderinde tespit ettiği süreyi en iyi şekilde
değerlendirebilmektir. Bu sürenin ne zaman biteceğini de yalnız Allah
bilmektedir.
GERÇEK ÖLÜM VE GÖRÜNEN ÖLÜM
Ruhun Ölümü
(Gerçek Ölüm)
Nasıl öleceğinizi,
ölümün nasıl bir şey olduğunu, ölürken neler olacağını hiç düşündünüz mü?
Şimdiye dek, önce
ölüp sonra da dirilerek insanlar arasına dönen ve neler görüp, neler
hissettiğini anlatan hiç kimse olmamıştır. Bu nedenle ölümün nasıl bir durum
olduğunu, bir insanın ölüm anında neler hissettiğini bilmemize teknik olarak
imkan yoktur.
Ancak insana
hayatını veren ve zamanı gelince de geri alan Allah, ölümün nasıl
gerçekleştiğini Kitabında bizlere bildirmiştir. Bu nedenle, ölümün nasıl
gerçekleştiğini, ölmekte olan bir insanın gerçekte neler yaşayıp, neler
hissettiğini ancak Kuran’dan öğrenebiliriz.
Kuran’a
baktığımızda ise oldukça önemli bir gerçekle karşılaşırız. Çünkü Kuran’da haber
verilen ve tarif edilen ölüm, “tıbbi ölüm”den, yani diğer insanlar tarafından
gözlemlenen ölümden çok farklıdır.
Öncelikle, bazı
ayetlerde ölüm anında, ölecek kişi tarafından görülen, fakat diğer insanlar
tarafından gözlemlenemeyen olaylar yaşandığı bize haber verilir. Vakıa
Suresi’nde şöyle buyrulmaktadır:
Hele can boğaza gelip dayandığında, Ki o sırada siz (sadece) bakıp,
durursunuz, Biz ona sizden daha yakınız; ancak görmezsiniz. (Vakıa Suresi,
83-85)
Bir başka ayette
de, bu “gözlemlenemeyen olaylar”ın inkarcılar için bir zorluk anı olduğundan
şöyle bahsedilir:
Onların malları ve evlatları seni imrendirmesin; Allah bunlarla, ancak
onları dünyada azablandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken zorluk içinde
çıkmasını istiyor. (Tevbe Suresi, 85)
Buna karşın,
müminlerin ölümü ise “güzellikle” olur:
Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: “Selam size” derler.
“Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin.” (Nahl Suresi, 32)
İşte bu ayetlerde
bize ölüm hakkında çok önemli ve değişmez gerçekler haber verilir: Ölüm anında,
ölen kişinin yaşadıkları ile dışarıda onu izleyen kişilerin gördükleri şeyler
çok farklıdır. Örneğin hayatı boyunca iflah olmamış azılı bir inkarcı,
dışarıdan bakıldığında, uykusu sırasında ölmüş gibi algılanabilir. Oysa o anda
başka bir boyuta geçen ruhu, büyük acılar içinde ölümü tadmaktadır. Ya da tam
tersine, acı çektiği sanılan bir müminin ruhu, ayette de bildirildiği gibi
bedeninden, melekler tarafından “güzellikle” ayrılır.
Kısaca, “bedenin
tıbbi ölümü” ile, Kuran’da tarif edilen ölüm gerçekte çok farklı olaylardır.
İşte “tadılan” bu
gerçek ölüm, az önce belirttiğimiz gibi inkarcılar için büyük bir azap,
müminler içinse büyük bir nimet ve güzelliktir. İnkarcıların canlarının
“zorluk” içinde çıktığı da Kuran’da bildirilir. Ayetlerde bu “zorluk” ayrıntılı
olarak tarif edilir.
- Ölüm anında inkarcının sırtına ve yüzüne vurularak
canının alınması:
Öyleyse melekler, yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını aldıkları
zaman nasıl olacak? İşte böyle; çünkü gerçekten onlar, Allah’ı gazablandıran
şeye uydular ve O’nu razı edecek şeyleri çirkin karşıladılar; bundan dolayı
(Allah,) amellerini boşa çıkardı. (Muhammed Suresi, 27-28)
- Ölümün şiddetli sarsıntıları ve meleklerin inkarcıya
ölüm anında, ebedi azaplarını müjdelemeleri:
... Sen bu zalimleri, ölümün ‘şiddetli sarsıntıları’ sırasında meleklerin
ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın,
bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden
büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık
göreceksiniz” (dediklerinde) bir görsen... (Enam Suresi, 93-94)
Melekleri, onların yüzlerine ve arkalarına vurarak: “Yakıcı azabı tadın”
diye o inkar edenlerin canlarını alırken görmelisin. Bu, ellerinizin önceden
takdim ettiği işler yüzündendir. Yoksa şüphesiz Allah kullara zulmedici
değildir. (Enfal Suresi, 50-51)
Ayetlerden açıkça
anlaşıldığı gibi, inkar eden bir kişinin ölümü kendisi için büyük bir azaptır.
Dışarıdaki yakınları onun rahat yatağında huzurlu bir şekilde öldüğünü
sanırlarken o, gerçekte, maddi ve manevi çok büyük bir azabın içine girmiştir.
Ölüm melekleri, acı vererek ve aşağılayarak onun canını bedeninden çıkarırlar.
Kuran’da, bu melekler, inkarcıların canlarını bedenlerinden, “ta en derinden
acıyla sökerek çıkaranlar” (Naziat Suresi, 1)
olarak tarif edilirler.
Başka ayetlerde
şöyle buyrulmaktadır:
Hayır; can, köprücük kemiğine gelip dayandığı zaman, “Son müdahaleyi
yapacak kim” denir.
Artık gerçekten, kendisi de bir ayrılık olduğunu anlamıştır. (Kıyamet
Suresi, 26-28)
İşte inkarcı, artık
hayatı boyunca inkar etmiş olduğu o büyük gerçekle yüzyüzedir. Ölümle birlikte,
yaşamı boyunca işlediği büyük suçun, inkarının cezasını çekmeye başlayacaktır.
Meleklerin sırtına vura vura, canını en derinden sökerek almaları, kendisini
bekleyen sonsuz azabın yalnızca çok hafif bir başlangıcıdır.
Bunun aksine, ölüm,
mümin için büyük bir mutluluk ve neşenin başlangıcıdır. Ruhu en derinden acıyla
sökülen inkarcının aksine müminin ruhu, “yumuşacık çekip alanlar” tarafından (Naziat Suresi, 2), “güzellikle” ve “selamla” (Nahl
Suresi, 32), adeta uykuda ruhun acısızca bedenden ayrılıp farklı bir boyuta
geçmesi gibi alınır.
Ölümün gerçeği işte
budur. Dışarıdaki insanlar, yalnızca tıbbi ölümü bilirler; hayati fonksiyonları
sona ermek üzere olan bir beden görürler. Ölen kimseyi seyredenler, ne onun
yüzüne ve sırtına vurulduğunu, ne ayaklarının dolaştığını, ne de canının
köprücük kemiğine dayandığını görürler. Bu görüntü ve hislerle yalnızca ölen
kişinin ruhu muhatap olur. Oysa gerçek ölüm, dışarıda insanların göremeyeceği
bir boyutta ölen kişi tarafından bütün yönleriyle “tadılmakta”dır. Bir başka
deyişle, ölüm sırasında yaşanan olay, bir “boyut değişikliği”dir.
Müminin Ölümü:
- Kaçınılmaz
olduğunu bildiği ve yaşamı süresince hazırlık yaptığı ölümle karşılaşır.
- Canını almaya
gelen melekler ona selam verip, onu cennetle müjdelerler.
- Melekler
güzellikle canını alırlar.
- Ruhu bedeninden
yumuşakça çekilip alınır.
- Arkasından
gelecek müminleri müjdelemek, Allah’ın vaadinin hak olduğunu ve müminler için
bir korku ve üzüntü olmadığını haber vermek ister. Ama buna izin verilmez.
İnkarcının Ölümü:
- Hayatı boyunca
kendisinden kaçıp durduğu ölümle buluşur.
- Ölümü şiddetli
sarsıntılar içinde olur.
- Melekler,
ellerini ona doğru uzatır ve onu alçaltıcı ve yakıcı bir azapla müjdelerler.
- Melekler, yüzüne
ve sırtına vura vura canını alırlar.
- Ruhu en derinden
acıyla sökülür.
- Ruhu köprücük
kemiklerine kadar çekilir ve son müdahale yapılır.
- Canı o inkar
içindeyken zorluk içinde çıkar.
- Ölümle yüzyüze
geldiği andaki imanı ve tevbesi kabul edilmez.
-Gerçeği görmenin
verdiği büyük pişmanlık içinde Allah’tan kendisini dünyaya geri çevirmesini ve
kaybettiği ömrünü telafi etmeyi talep eder. Ama bu isteği kabul edilmez.
Dışarıdaki
insanların gördüğü “tıbbi ölüm”ün de insana ders veren çok önemli bir yönü
vardır. Tıbbi ölümün insan bedenini yok edişi, insana çok önemli bazı
gerçekleri kavrama fırsatı verir. Bu nedenle, gerçek ölümün ardından söz konusu
tıbbi ölüme de değinmek, hepimizin bedenini bekleyen mezar hakkında biraz
düşünmek gerekir.
Bedenin Ölümü
(Dışarıdan Görünen Ölüm)
Ölüm anında ruh, bu
dünyadaki insanların içinde yaşadıkları boyuttan ayrılırken, geride cansız
bedenini bırakır. Deri değiştiren canlılar gibi, bu dünyadaki bedenini geride
bırakır ve asıl hayatına doğru ilerler.
Ancak geride kalan
bedenin karşılaşacakları da ibret vericidir. Özellikle bu bedene hayattayken
gereğinden fazla değer verenler için.
Peki öldükten sonra
bu bedenin başına neler geleceğini ayrıntılı olarak düşündünüz mü hiç?
Bir gün
öleceksiniz. Belki hiç beklenmedik bir şekilde. Ekmek almak için bakkala
giderken yolda bir araba kazası geçireceksiniz. Ya da amansız bir hastalık
hayatınıza son verecek. Veya bir anda kalbiniz duracak.
Böylece ölümü
tatmaya başlayacaksınız.
Bu andan itibaren
de, bedeninizle hiçbir ilişkiniz kalmayacak. Hayat boyu “ben” dediğiniz ve sahiplendiğiniz
o beden, sıradan bir et parçası haline gelecek. Ölümünüzle birlikte bedeninizi
başka insanlar taşımaya başlayacaklar. Etrafta ağlayanlar, “daha dün
buradaydı”, “dağ gibi adamdı” diyenler olacak. Sonra o bedeni alıp evin bir
odasına, belki de morga koyacaklar. Orada bir gece bekleyecek. Ertesi gün gömme
işlemleri başlayacak. Cansız bedeni alıp gasilhaneye götürecekler. Görevli,
kaskatı kesilmiş olan bedeninizi soğuk suyla yıkayacak. Ancak bu aşamada ölümün
izleri de bedende aşikar hale gelecek. Morarmalar başlayacak.
Daha sonra bedeni
beyaz bir bezle, kefenle saracaklar. Sonra da tahta tabuta koyup üstüne yeşil
bir örtü örtecekler. Cenaze arabası gelecek, tabutu devralacak. Araba mezarlığa
doğru ilerlerken, yolda hayat devam edecek. Bazı insanlar cenaze geçiyor diye
saygı gösterecek, çoğu kendi işine bakacak. Sonra mezarlığa gelinecek. Tabut,
sizi sevenler ya da seviyor gibi görünenler tarafından ellerde taşınacak.
Etrafta muhtemelen yine ağlayanlar, sızlananlar olacak. Sonra o kaçınılmaz yere,
mezara gelinecek. Üstünde sizin isminiz yazılı... Bedeni tabuttan çıkarıp beyaz
kefenle birlikte mezarın içine atacaklar. Ve sonra son iş yapılacak. Ellerine
kürek alanlar, beyaz kefenin içindeki bedenin üzerine toprak atmaya
başlayacaklar. Kefenin ağzını açıp içine de toprak atacaklar. Ağzınıza,
burnunuza, boğazınıza, gözlerinize topraklar dolacak. Topraklar yavaş yavaş
kefeni örtecek. Biraz sonra işleri bitecek ve gidecekler. Mezarlık her zamanki
derin sessizliğine bürünecek. Gidenler, kendi hayatlarına geri dönecekler, ama
gömülen beden için artık hayatın hiçbir anlamı kalmamış olacak. Dünyadaki
hiçbir güzellik, hiçbir güzel ev, güzel insan, güzel manzara artık o beden için
bir şey ifade etmeyecek. Bedeniniz, hiçbir dostunuzla artık görüşemeyecek.
Beden için var olan tek şey, artık yalnızca toprak ve onun içindeki bakteri ve
kurtlar olacak.
Öldükten Sonra Ne
Hale Geleceğinizi Hiç Düşündünüz mü?
Zaten gömülmenizle
birlikte bedeniniz hem içten hem de dıştan gelen etkilerle hızlı bir parçalanma
sürecine girecek.
Vücutta oksijen
kalmayacağından, bir süre sonra mikroplar faaliyete geçerek bedene
yayılacaklar.
Karında toplanan
gazlar cesedi şişirecek ve bu şişlik vücudun her tarafına yayılarak, bedeni
tanınmaz hale getirecek.
Bundan sonra gazın
diyaframa yaptığı basınçtan dolayı ağızdan ve burundan kanlı köpükler gelmeye
başlayacak.
Çürüme ilerledikçe
kıllar, tırnaklar, avuç içleri ve tabanlar yerlerinden ayrılacaklar.
Bu dış değişmeyle
beraber, iç organlarda da (akciğer, kalp ve karaciğerde) çürüme başlayacak.
En korkunç olay ise
bu noktada gerçekleşecek; karın bölgesinde toplanan gazlar deriyi zayıf
noktasından patlatacaklar ve bedenden tahammül edilmez derecede pis kokular
yayılacak. (Ölü insan kokusu, dünyanın en iğrenç kokularındandır.)
Bu süre içinde kafadan
başlamak üzere, adaleler de yerlerinden ayrılacak.
Cilt ve yumuşak
kısımlar tamamen dökülecek ve iskelet gözükmeye başlayacak.
Beyin tamamen
çürüyecek ve kil görünümünü alacak, kemikler bağlantılarından ayrılacak ve
iskelet dağılmaya başlayacak...
Bu olay, ceset bir
toprak ve kemik yığını haline gelene kadar böylece devam edecek.
“Ben” sandığınız
bedeniniz böylelikle korkunç ve iğrenç bir şekilde yok olacak. Geride kalanlar
sizden söz ederken, topraktaki tüm kurtlar, böcekler ve bakteriler sizin etlerinizi
kemirecekler.
Eğer bir kaza
sonucunda ölür de, gömülmezseniz, o zaman çok daha feci bir manzara ortaya
çıkacak. Bedeniniz, sıcak havada açıkta kalmış bir et gibi, kurtlanacak, birkaç
gün içinde bir kurt yumağı haline dönüşecek. Kurtlar, son et parçasını da
yiyene kadar iskeletin kıvrımları arasında dolaşacaklar.
Böylece “en güzel
bir biçimde” yaratılmış olan insan hayatı, olabilecek en korkunç biçimde sona
erecek.
Peki neden?
İnsan vücudunun
öldükten sonra bu hale getirilmesi Allah’ın dilemesiyledir. Ve bunun çok büyük
bir hikmeti vardır. İnsan, kendisinin aslında bedenden ibaret olmadığını,
bedeninin yalnızca kendisine giydirilmiş geçici bir kılıf olduğunu, bu korkunç
sonu görerek anlamalı, bedenin ötesinde bir varlığı olduğunu hissetmelidir. İnsan,
sadece bedenden ibaret olamayacağını, bedenin ötesinde onu bir araç olarak
kullanan ruhun var olduğunu anlamalıdır.
Allah kendini “et
ve kemikten” ibaret sanan insana, belki de bunun bir aldanış olduğunu kavratmak
için böyle ibret verici bir son hazırlamıştır.
İnsan, bedeninin
ölümüne bakmalı, bu geçici dünyada adeta sonsuza kadar kalacakmış gibi
sahiplendiği ve bütün arzularına boyun eğdiği bedeninin akıbeti hakkında
düşünmelidir. O beden toprağın altında çürüyecek, kurtlanacak ve iskelete
dönüşecektir.
DÜNYA HAYATININ GEÇİCİLİĞİ
Hiç düşündünüz mü?
Neden insan sık sık
temizlenmek zorundadır? Neden temizliğine, bakımına dikkat etmezse, vücudu,
ağzı kokar, cildi ve saçı yağlanır? Neden terler ve bu terin kokusu son derece
kötüdür?
İnsanın aksine,
çicekler son derece güzel kokulara sahiptirler. Gül ya da karanfil, pis çamurlu
bir toprakta yetişmelerine rağmen binlerce yıldır son derece güzel kokarlar.
Ama insan, biraz dikkat etmediğinde kötü kokmaya başlar ve bunu ancak iyi bir
bakımla engelleyebilir.
Neden böyle
olduğunu, insanın neden bu şekilde bir eksiklikle yaratıldığını hiç düşündünüz
mü? Allah’ın neden çiçekleri güzel kokulu yaparken, insan bedeninin bu şekilde
acizliklerle dolu olduğunu hiç aklınıza getirdiniz mi?
İnsan yalnızca bu
saydığımız özelliklerle kalmaz; yorulur, acıkır, susar, canı acır, midesi
bulanır, hastalanır…
İnsanlara bunlar
doğal şeylermiş gibi gelir, ama bu bir aldanıştır. İnsan hiçbir zaman kötü
kokmayabilir, hiçbir zaman baş ağrısı çekmeyebilir, hiçbir zaman hasta olmayabilirdi.
Tüm bu zorluklar, “tesadüfen” oluşmuş değil, özel olarak yaratılmışlardır.
Allah, insanı belirli bir amaç, belirli bir hikmet doğrultusunda bu şekilde
yaratmıştır.
Bu amaçlardan biri;
insanın aciz bir varlık, bir “kul” olduğunu anlamasıdır. Eksiksiz, mükemmel
olmak Allah’ın vasfıdır, O’nun kulu olan insan ise sonsuz derecede eksiktir,
zayıftır ve dolayısıyla O’na sonsuz derecede muhtaçtır. Allah bir ayette,
konuyu çok hikmetli bir biçimde açıklar:
Ey insanlar, siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtaçlarsınız; Allah ise,
Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır, Hamid (övülmeye layık)tır. Dileyecek
olsa, sizi giderir (yok eder) ve yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah’a göre güç
değildir. (Fatır Suresi, 15-17)
İnsanın sahip
olduğu kusur ve eksikliklerin başka bir amacı ise, bu yurdun geçiciliğini
hatırlatmasıdır. Çünkü söz konusu kusur ve eksiklikler, bu dünyadaki bedene
mahsusturlar. Ahirette, cennet ehli yeni bir bedenle, eksiksiz ve kusursuz bir
şekilde yaratılacaktır. Bu dünyadaki zayıf, eksik, kusurlu beden, müminin
gerçek bedeni değildir, geçici bir süre içinde kaldığı bir kalıptır.
Bundan dolayıdır
ki, dünyada kusursuz bir güzellik elde edilemez. Fiziksel yönden en güzel, en
çekici, en kusursuz olduğunu sandığımız bir insan da, diğer tüm insanlar gibi
fiziksel ihtiyaçlarını gidermekte, terlemekte, kimi zaman ağzı kokmakta, kimi
zaman yüzünde sivilce çıkmaktadır. Temiz kalabilmek için sürekli yıkanmak ve
bakım yapmak zorundadır. Kimi insanın yüzü güzeldir, ama fiziği o kadar düzgün
değildir. Bunun tersi de mümkündür. Kimisinin gözü güzel, fakat burnu eğri
olabilir. Bu özelliklerin sonsuz varyasyonlarını sayabiliriz. Dış görünüş
olarak gerçekten kusursuz gibi görünen bir kimsede de hiç umulmadık bir
hastalık, rahatsızlık ya da kusur bulunabilir.
Herşeyden önemlisi,
en mükemmel görünen insan bile mutlaka yaşlanır ve ölür. Beklenmedik bir anda
bir kazayla paramparça olabilir. Dünyadaki beden gibi, dünyanın bizzat kendisi
de eksik, kusurlu, yetersiz ve geçicidir. Bütün çiçekler mutlaka solar, en
güzel yiyecekler çürür, bozulur, kokuşur. Tüm bunlar bu dünyaya mahsus eksik ve
kusurlardır. Bizlere tanınan kısa dünya hayatı da, taşıdığımız beden de
Allah’ın çok kısa bir süre için verdiği geçici emanetlerdir. Sonsuz bir yaşantı
ve mükemmel bir yaratılış ise yalnızca ahirete mahsustur. Rabbimiz bir ayetinde
şöyle buyurur:
Size verilen herhangi bir şey, dünya hayatının metaı (kısa süreli
faydalanması)dır. Allah Katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. (Bu
da) iman edip Rablerine tevekkül edenler içindir. (Şura Suresi, 36)
Bir başka ayette,
dünyanın gerçek mahiyeti şöyle anlatılır:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, ‘(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama’, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve
çocuklarda bir ‘çoğalma-tutkusu’dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği
ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise
şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya
hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Kısaca bu dünyada
Allah sonsuz kudret ve bilgisinin bir göstergesi olarak birçok güzellik, sanat
ve harikalık ile çok çeşitli kusur ve eksiklikleri de aynı anda yaratmaktadır.
Mükemmellik ve kalıcılık bu dünyanın kanununa aykırıdır. Gelişen teknoloji de
dahil olmak üzere, insan aklının düşünebileceği hiçbir şey Allah’ın bu kanununu
değiştiremeyecektir. Böylece insanlar bir yandan ahireti özleyip ona kavuşmak
için çabalamalı ve Allah’a gereken şükür ve takdiri göstermelidirler. Bir
yandan da bunların gerçek yerinin bu geçici dünya değil, eksik ve kusurlardan
arındırılmış ve müminler için hazırlanmış ebedi cennet hayatı olduğunu
anlamalıdırlar. Kuran’da, bu gerçek çok açık bir biçimde bildirilir:
Hayır, siz dünya hayatını seçip üstün tutuyorsunuz. Ahiret ise daha hayırlı
ve daha süreklidir. (A’la Suresi, 16-17)
Bir başka ayette
ise, “gerçekten
ahiret yurdu ise, asıl hayat odur” (Ankebut
Suresi, 64) denir. “Asıl hayat”ımız olan ahiret ile geçici bir yurt olan dünya
arasında, perde kadar ince bir sınır vardır. Ölüm, işte bu perdeyi kaldırır.
Ölümle birlikte bu dünya ve bedenle olan ilişki kesilecek, yepyeni bir
yaratılışla sonsuz hayata başlangıç yapılacaktır.
Ölümle birlikte
başlayacak olan hayat gerçek hayattır. Eksiklik, kusur, geçicilik dünyaya ait
kanunlardır. Gerçek kanunlar; kusursuzluk, ölümsüzlük, mükemmellik üzerine
kuruludur. Bir başka deyişle, normal olan, bir çiçeğin hiç solmaması, bir
insanın hiç kirlenmemesi, hiç yaşlanmaması, bir meyvenin hiç çürümemesidir.
Asıl kanunlar, insanın her istediğinin anında gerçekleşmesini, insanın hiçbir
acı ve hastalık yaşamamasını, hiçbir zaman üşümemesini, ya da terlememesini
gerektirir. Ancak asıl kanunlar, asıl hayatta; geçici kanunlar da geçici olan
bu dünya hayatındadır.
Asıl kanunların
yurdu, yani ahiret ise çok yakındır. Allah dilediği an insanın buradaki
yaşamına son verip, onu ahirete geçirebilir. Bu geçiş, bir göz açıp-kapaması
kadar çabuk gerçekleşecektir. Rüyadan uyanmak gibi... Ölümle birlikte sona
erecek olan dünyanın, ahirete göre ne denli kısa olduğu Kuran’da şöyle
anlatılır:
Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir
gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” Dedi ki: “Yalnızca az
(bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,” “Bizim, sizi boş bir amaç
uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?” (Müminun Suresi, 112-115)
Ölümle birlikte
rüya sona ermiş ve gerçek yaşam başlamıştır. Yeryüzünde “bir gün ya da bir
günün birazı kadar”, hatta “bir göz çarpması” kadar kalmış olan insan,
yaptıklarının hesabını vermek üzere Allah’ın huzuruna çıkar. Eğer dünyada iken
ölümü aklında tutmuş, Allah’a kavuşacağının bilincinde olmuş ise, kurtulmayı
umacaktır. Kuran’da “kitabı sağ eline verilen” bu kurtulmuşların şöyle diyeceği
haber verilir:
“... Alın kitabımı okuyun. Çünkü ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı
sanmış (anlamış)tım.” (Hakka Suresi, 19-20)
ÖLÜMDEN İBRET ALMAYANLARIN DÜNYA VE AHİRETTEKİ DURUMLARI
İnsanların çoğunda
“ölüm yaşamın bittiği andır” şeklinde eksik ve yetersiz bir inanış vardır. Oysa
biraz daha derin düşünülse ölümün diğer bir hayatın da başladığı an olduğu
anlaşılacaktır. Bu eksik bakış açısı yüzünden, inkar edenler hedefledikleri
herşeyi dünyadaki kısa sürenin içine sığdırmaya çalışırlar. Ahireti
tanımayanların, bu dünyadan gözü kapalı bir şekilde sınır tanımadan yararlanmak
istemelerinin sebebi de budur. Bunlar ölümle birlikte, herşeyden mahrum
kalacakları endişesiyle, doğru-yanlış ayrımı yapmadan yaşamaya, bu dünyadan
maksimum derecede faydalanmaya, nefislerini tatmin etmeye çalışırlar. Önlerinde
çok uzun yılların var olduğuna kendilerini inandırıp, uzun vadeli planlar
peşinde koşarlar. Bu, şeytanın insanı aldatmak için kullandığı en klasik
yöntemdir. Şeytanın inkarcılar üzerinde uygulamak istediği oyununu Allah
Kuran’da şu ayetlerle haber verir:
Şüphesiz, kendilerine hidayet açıkça belli olduktan sonra, gerisin geri
(küfre) dönenleri, şeytan kışkırtmış ve uzun emellere kaptırmıştır. (Muhammed
Suresi, 25)
(Şeytan) Onlara vaadler ediyor, onları en olmadık kuruntulara düşürüyor.
Oysa şeytan onlara bir aldanıştan başka bir şey vaat etmez. (Nisa Suresi, 120)
Bu dünyada sonsuza
dek yaşayacakmış gibi mal ve servet biriktiren inkarcılar, hayatlarını mal ve
evlat çokluğu ile övünecekleri bir yarış haline getirirler. Bu sahte üstünlüğün
verdiği gurura kapılarak ahiretten tamamen uzaklaşırlar. Ancak içinde
bulundukları büyük yanılgının kendilerini nereye doğru yönlendirdiği, ayetlerle
açıkça bildirilmiştir:
Onlar sanıyorlar mı ki, kendilerine vermekte olduğumuz mal ve çocuklarla,
Biz onların hayırlarına koşuyoruz (veya yardım ediyoruz)? Hayır, onlar şuurunda
değiller. (Müminun Suresi, 55-56)
Şu halde onların malları ve çocukları seni imrendirmesin; Allah bunlarla
ancak onları dünya hayatında azaplandırmak ve canlarının onlar inkar içindeyken
zorlukla çıkmasını ister. (Tevbe Suresi, 55)
Allah insana,
imtihan için gönderildiği bu dünyada ölümü ve ahireti düşündürecek pek çok
mesaj gönderir. Bir ayette, insana uyarı olsun diye verilen belalara dikkat
çekilir:
Görmüyorlar mı ki, gerçekten onlar her yıl, bir veya iki defa belaya
çarptırılıyorlar da sonra tevbe etmiyorlar ve öğüt alıp (ders çıkarıp)
düşünmüyorlar. (Tevbe Suresi, 126)
Gerçekten çoğu
insan, sık sık tevbe etmesine, öğüt alıp düşünmesine vesile olacak belalarla
karşılaşır. Bunlar, ayette bildirildiği gibi yılda bir kaç kez karşılaşılabilen
büyük belalar ya da günlük küçük sıkıntılar olabilir. İnsan kaza, sakatlanma ve
ölümle sonuçlanan birçok olaya tanık olur. İnsana düşen, bu tip olayların kendi
başına da gelebileceğini, her an kendi imtihanının da sona erebileceğini
hatırlamak, hemen Allah’a sığınıp bütün samimiyeti ile bağışlanma dilemektir.
Müminlerin
gördükleri olaylardan aldıkları ders ve ibret kalıcı olur. Fakat, aynı
olayların iman etmeyenler üzerindeki etkisi ve bunlara verdikleri tepki çok
daha farklıdır. İnkarcılar kendilerinde uyandırdığı dehşet hissinin bir sonucu
olarak ölümün gerçekliğini kabullenmeyerek ya da unutmaya çalışarak kendilerini
rahatlatmak için uğraşıp-dururlar. Ancak bu yanıltıcı metodla kendilerine zarar
vermekten öteye gidemezler. Çünkü Allah, “Onları adı konulmuş bir süreye kadar ertelemektedir” (Nahl Suresi, 61) ve bu süre sandıklarının aksine
aleyhlerine işlemektedir. Kuran’da şöyle buyrulur:
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için
hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın diye süre
vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)
Ölüm en yakınındaki
kimseye isabet ettiğinde bile bu uyarıyı hiç üzerine almayan, bundan bir öğüt
ve ders çıkaramayan gaflet içindeki insan, günün birinde kendisi ölümle karşı
karşıya kalsa, içinde bulunduğu durumdan kurtulmak için bir anda dünyanın en
ihlaslı insanı haline geliverir. Kuran’da bu psikoloji bir örnekle şöyle tasvir
edilir:
Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz
zaman, onlar da güzel bir rüzgarla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla
sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgar gelip çatar ve her yandan dalgalar
onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını
sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlisler)’ olarak
Allah’a dua etmeye başlarlar: “Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan,
muhakkak Sana şükredenlerden olacağız.” (Yunus Suresi, 22)
Ancak bu insanlar,
Allah, kendilerini kurtardığında tekrar eski gafletlerine geri döner ve Allah’a
verdikleri sözü unutarak, en ufak bir vicdani rahatsızlık duymadan sahtekarlık
ve nankörlüklerini ortaya koyarlar. Oysa bu sahtekarlıkları, kıyamet günü kendi
aleyhlerine bir delil olacaktır. Ayetin devamında şöyle denir:
Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa
koyulurlar. Ey insanlar, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu)
dünya hayatının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz Bizedir, Biz de yaptıklarınızı
size haber vereceğiz. (Yunus Suresi, 23)
Bu psikolojideki
insan, ümitsiz bir çabayla aynı sahtekarlığı ölüm esnasında da dener. Fakat
kendisine tanınan süre artık sona ermiştir:
Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: “Rabbim, beni geri
çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım.” Asla,
gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların
önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
(Müminun Suresi, 99-100)
İnkarcıların bu
tutumunun Allah’ın huzurunda bile devam ettiğini görürüz. Bu durum ayetlerde
şöyle haber verilir:
Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş olarak:
“Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya) geri çevir,
salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız”
(diye yalvaracakları zamanı) bir görsen... Öyleyse bu (azab) gününüzle
karşılaşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın. Biz de sizi gerçekten unuttuk;
yaptıklarınıza karşılık ebedi azabı tadın. (Secde Suresi, 12-14)
Aynı sonuçsuz
çırpınışların cehennemde de devam ettiğini haber veren bir ayet şöyledir:
İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar: “Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan
başka salih bir amelde bulunalım.” Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın
öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı)
tadın; artık zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Ahiretteki bu
ümitsiz çırpınışlar ve acı sonuç, hep insanın dünyanın gerçek amacını ve
değerini takdir edemeyişinden kaynaklanır. İman etmemiş insan; dünyadayken
Allah’ın etrafında yarattığı hikmetli olaylardan ibret almaz, Allah’ın
gönderdiği uyarıları dinlemez, vicdanını bastırarak anlamazlıktan, görmezlikten
gelir, ölümü kendinden çok uzakta görür, Allah’ın rızası değil, nefsinin
istekleri doğrultusunda hareket eder. Tüm bunlar, sonunda geri dönüşü olmayan
ölüme hazırlıksız yakalanmaya ve yukarıdaki ayetlerde geçen umutsuz duruma
düşmeye sebep olur. Bu nedenle ölüm gelip uyandırmadan gafletin derin
uykusundan uyanmak gerekir. Çünkü ölüm anında uyanmak insana hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Allah bu durumdan insanları şöyle sakındırır:
Sizden birinize ölüm gelip de: “Rabbim, beni yakın bir süreye (ecele) kadar
geciktirsen ben de böylece sadaka versem ve salihlerden olsam” demezden önce,
size rızık olarak verdiklerimizden infak edin. Oysa Allah, kendi eceli gelmiş
bulunan hiçbir kimseyi kesinlikle ertelemez. Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır. (Münafikun Suresi, 10-11)
Biraz aklı olan
insanın yapması gereken, ölümden sürekli kaçmak değil onu her an hatırda
tutmaktır. Ancak bu şekilde gerçek hedefinin bilincinde olarak hareket
edebilir, nefsinin ve şeytanın kendisini bu geçici dünya hayatı ile aldatıp
oyalamasına izin vermez.
Ölüme Hazırlık Yapmak
Bu dünya insanların
eğitim yeridir. Allah insanlara dünyada çeşitli sorumluluklar yüklemiş ve
onlara gözetmeleri gereken sınırları bildirmiştir. İnsan, bu sınırları
gözettiği, emredilenleri yerine getirip, yasaklanan şeylerden sakındığı ölçüde
ruhen olgunlaşır, aklı ve şuuru gelişir. Başına gelen olaylara sabretmesini,
hiçbir durumda Allah’ın dininden taviz vermemeyi, her durum karşısında Allah’a
yönelip dönmeyi, yalnız O’ndan yardım istemeyi öğrenir. Allah’ı gereği gibi
takdir etmeyi, O’na karşı içli bir sevgi ve saygı dolu bir korku duymayı
öğrenir, Allah’a karşı katıksız bir iman ve tam bir teslimiyet kazanır. Allah’ın
yarattığı nimetlerin değerini gerçek manada anlar ve bu sayede Allah’a karşı
olan şükrü, sevgisi, yakınlığı ve hayranlığı artar. Sonuçta, Allah’ın beğendiği
üstün akla ve ahlak özelliklerine sahip ideal bir mümin haline gelir. Bu
şekilde her yönüyle mükemmel yaratılmış olan cennete girmeye layık bir insan
haline gelir.
Kısaca, Allah’ın
özel olarak yarattığı bu hikmetli olay dünyadaki eğitimin bir parçası olan
imtihan ortamının sırrını içerir. İnsan bu dünyada başına gelen sayısız
olaylarla sınanır ve bu imtihandaki başarısı oranında ebedi hayatında ceza veya
mükafata kavuşur. Hiç kimse kendi imtihanının ne zaman son bulacağını bilemez.
Ölüm, Kuran’da bizlere bildirildiği gibi “süresi belirtilmiş bir yazıdır”. (Al-i İmran Suresi, 145) Bu süre bazen uzun, bazen de
kısadır. Aslında en uzun olarak tanımladığımız süre bile nadiren 70 ya da 80
senenin üzerine çıkabilir.
Bu nedenle, uzun
yaşama hesapları yapmak yerine insan, Allah’a karşı sorumlu olduğunu ve hesap
gününde bütün yaptıklarının hesabını vereceğini bilerek, Kuran’ın ve
Peygamberimiz (sav)’in sünnetinin rehberliğinde ve onun gösterdiği yola uygun
olarak yaşamalıdır. Aksi halde, sonsuz hayatı için bir hazırlık yapmaması,
bunun için kendisine tanınan bu tek ve son fırsatı kaçırması ve ebediyen
cennetten mahrum kalması kendisi için gerçekten de çok acı bir durum olur.
Ebediyen cennetten mahrum olan biri sonsuz azap mekanı olan cehenneme gidecek
bir ahlak gösteriyor demektir. Bu nedenle dünyada boşa geçen her saniye hem çok
büyük bir kayıp hem de çok acı bir sonuca doğru atılan yeni bir adımdır.
Madem gerçek budur,
öyleyse bu gerçeğin dünyadaki herşeyden daha önemli olduğunu iyi anlamak
gerekir. İnsanın, hayatında karşısına çıkacak muhtemel olaylar için önceden
hazırlık yaptığı gibi, hatta daha da fazla, ölüm ve sonrası için benzeri bir
hazırlık yapması en mantıklı hareket olacaktır. Her insan ölümden sonra
karşılaşacağı olaylarla da tek başına muhatap olacaktır. Ebedi kurtuluşu
isteyen insanlara, Allah Kuran’da şöyle emreder:
Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Herkes yarın için neyi takdim ettiğine
baksın. Allah’tan korkun. Hiç şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.
Kendileri Allah’ı unutmuş, böylece O da onlara kendi nefislerini unutturmuş
olanlar gibi olmayın. İşte onlar, fasık olanların ta kendileridir. (Haşr
Suresi, 18-19)
- 2 -
KIYAMET
... İnsan, önündeki (sonsuz geleceği)ni de
‘fücurla sürdürmek ister.’
“Kıyamet günü ne zamanmış” diye sorar.
Ama göz ‘kamaşıp da kaydığı’; Ay karardığı,
Güneş ve Ay birleştirildiği zaman;
İnsan o gün: “Kaçış nereye?” der.
Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok.
O gün, ‘sonunda varılıp
karar kılınacak yer (müstakar)’
yalnızca Rabbinin Katıdır.
(Kıyamet Suresi, 5-12)
GİRİŞ
Ahirete İman
Ahiret inancı,
Kuran’da imanın temel şartları arasında sayılan son derece önemli bir konudur.
Allah, Fatiha Suresi’nin başında Kendi sıfatlarını bildirirken, Rahman ve Rahim
isimlerinin hemen ardından Kendisi’nin “Din gününün Maliki” (Fatiha
Suresi, 3) olduğunu haber verir. Bir sonraki sure olan Bakara Suresi’nin hemen
üçüncü ayetinde de müminlerin “gayba”, yani görmediklerine, duyularıyla
algılayamadıklarına iman ettiklerini bildirir:
Onlar, gayba inanırlar... (Bakara Suresi, 3)
Ölümden sonra
dirilme, kıyamet, cennet, cehennem gibi olaylar, kısaca ahiret hep bu “gayb”ın
içerisinde yer alır. Nitekim Bakara Suresi’nin 4. ayetinde de, “... ve ahirete de
kesin bir bilgiyle inanırlar” ifadesiyle
Rabbimiz “ahirete iman” konusunun önemini tekrar hatırlatır.
Kuran’da bildirilen
şekilde bir ahiret inancı, insanın samimi ve gerçek bir mümin olduğunun çok
büyük bir kanıtıdır. Çünkü ahirete iman eden bir kişi zaten Allah’a, O’nun
kitabına ve Resulüne de kayıtsız şartsız iman etmiş demektir. Bu kişi Allah’ın
herşeye gücünün yettiğini, sözünün doğru, vaadinin de hak olduğunu bilir,
dolayısıyla ahiretten hiçbir şüphe duymaz. Henüz bu gerçekleri görmediği,
bunlara bizzat şahit olmadığı halde Allah’a olan imanının, O’na duyduğu güvenin
ve kendisine verilmiş olan aklın doğal bir sonucu olarak, adeta görüyormuş gibi
bunlara iman eder. Ahirete karşı şüphelerden arınmış, kesin bir iman, Allah’ın
varlığına ve O’nun Kuran’da bildirdiği tüm sıfatlarına iman ettiğini, Allah’a
tam bir güven ve teslimiyeti olduğunu ve O’nu gereği gibi tanıyıp takdir
ettiğini de gösterir.
Gerçek bir imana
sahip olmak kesin bilgiye dayanan bir ahiret inancı ile mümkündür. Allah
Kuran’ın birçok ayetinde inkarcıların ahireti tanımadığını, onun
gerçekleşeceğine inanmadıklarını bildirir. Aslında bunları söyleyenlerin pek
çoğu Allah’ın varlığına inanan kimselerdir. Ancak inkarcıların en çok yanılgıya
düştükleri konu Allah’ın varlığı değil, Allah’ın sıfatlarıdır. Kimisi Allah’ın
herşeyi en başta yaratıp bıraktığını, daha sonra olayların kendi başına gelişip
devam ettiğini; kimisi Allah’ın insanı yarattığını fakat insanın kendi kaderini
kendisinin belirlediğini; kimisi Allah’tan gizli olan fiiller, düşünceler
yapabileceğini; kimisi de Allah’ın var olduğunu, ancak dinin gerekli olmadığını
savunur… Allah bu sapkın düşünceyi savunanlarla ilgili olarak Kuran’da şöyle
haber verir:
Onlar: “Allah, beşere hiçbir şey indirmemiştir” demekle Allah’ı, kadrinin
hakkını vererek takdir edemediler... (Enam Suresi, 91)
Ayetten anlaşıldığı
gibi bazı insanların imansızlığının temelinde Allah’ın varlığını kesin bir reddetme
değil, Allah’ı gereği gibi takdir edememe, dolayısıyla da ahireti inkar etme
vardır. Yoksa inkarcılar arasında, bir Yaratıcıyı kesin bir yargıyla
reddedenlerin oranı oldukça düşüktür. Bunların bile çoğu içlerinde sürekli bir
şüphe duygusuyla yaşar. Allah’a şirk koşan ve ölümden sonra dirilmeyi, hesap
gününü, cenneti, cehennemi inkar edenlerin durumu birçok ayette haber verilir
ve ahirete iman konusu özlü olarak açıklanır.
Ahiret, her ne
kadar bu dünyada beş duyumuzla idrak edemeyeceğimiz bir gerçekse de Allah bu
gerçeği aklımızla kavramamız için sayısız delil yaratmıştır. Zaten dünyadaki
imtihan ortamının bir gereği olarak, önemli olan bu gerçeklerin duyular
vasıtasıyla değil, akıl ve vicdan yoluyla kavranmasıdır. Normal bir insan biraz
düşündüğünde kendisi dahil, etrafındaki hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını,
herşeyin, Yaratıcımız’ın sonsuz gücü, bilgisi, isteği ve kontrolünde
gerçekleştiğini rahatlıkla görür. Bunun sonucu olarak ahiretin yaratılmasının
da Allah için çok kolay olduğunu ve bunun Allah’ın hikmetli ve adaletli
yaratması olduğunu kavrar.
Ancak durum bu
kadar açıkken, tüm hayatını kendi heva ve hevesi, nefsani arzuları peşinde,
Allah’ın emirlerine isyan içinde geçiren bir insan, ölümden sonra dirilmek,
hesap günüyle karşılaşmak ve yaptıklarının karşılığını görmek istemez. Bu
nedenle her ne kadar ahiretin varlığına ihtimal verse bile vicdanını örtme ve
kendini kandırma yolunu seçer. Bu gafil ruh halindeki bir inkarcı artık ölümden
sonra dirilmeyi ve ahireti reddedebilmek için akıl ve mantıktan uzak, tutarsız
ve tek aşamalı örnekler vermeye başlar. Kuran’da böyle kişilerin inkar
edebilmek için verdiği bir örnek şöyle bildirilmektedir:
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi ki:
“Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?” (Yasin Suresi, 78)
Oysa, yalnızca bir
kaçıştan ve kendini kandırmaktan öte bir amacı olmayan bu sorunun cevabı
aslında çok açıktır. Allah şöyle buyurmuştur:
De ki: “Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı
bilir.” (Yasin Suresi, 79)
Allah, bu şekilde
tutarsız örnekler vermenin ahireti inkar edenlere özgü bir özellik olduğunu da
Kuran’da bildirmektedir:
Ahirete inanmayanların kötü örnekleri vardır, en yüce örnekler ise Allah’a
aittir. O, güç sahibi olandır, hüküm ve hikmet sahibidir. (Nahl Suresi, 60)
Bazıları da
örneklerini geliştirip detaylandırarak iddialarını daha mantıklı hale
getirdiklerini sanırlar. Oysa her söyledikleri akılsızlıklarını daha da açığa
çıkarır. Allah ayetlerinde bu kişilerle ilgili şöyle buyurmuştur:
Derler ki: “Biz çukurda iken, gerçekten biz mi yeniden (diriltilip)
döndürüleceğiz? Biz çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz zaman mı?” Derler ki:
“Şu durumda, zararına bir dönüştür bu.” (Naziat Suresi, 10-12)
Nahl Suresi’nde ise
iman etmeyenlerin ahireti inkar etmelerindeki ısrar şöyle haber verilir:
Olanca yeminleriyle: “Öleni Allah diriltmez” diye yemin ettiler. Hayır; bu,
O’nun üzerinde hak olan bir vaaddir, ancak insanların çoğu bilmezler. (Nahl
Suresi, 38)
Heva ve heveslerini
ilah edinerek, vicdanlarını örten ve böyle örneklerle kendilerini de kandıran
insanların konumlarını Allah Kuran’da şöyle bildirir:
Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık
(hazırladık). Kalbleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır
bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar
gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi,
179)
Kuran’ın bir başka
ayetinde de bu kişilerin durumu şöyle tarif edilir:
Şimdi sen, kendi hevasını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini
saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği
kimseyi gördün mü? Artık Allah’tan sonra ona kim hidayet verecektir? Siz yine
de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?
Dediler ki: “(Bütün olup biten,) Bu dünya hayatımızdan başkası değildir,
ölürüz ve diriliriz; bizi “kesintisi olmayan zaman (dehrin akışın)dan başkası
yıkıma (helake) uğratmıyor.” Oysa onların bununla ilgili hiçbir bilgileri
yoktur; yalnızca zannediyorlar. (Casiye Suresi, 23-24)
Dünya Hayatının Durumu
Ölüm, yeniden
diriliş, ahiret gibi, inkarcıların şüphe içinde oldukları konular, aslında
insanın hayatı boyunca karşı karşıya olduğu gerçeklerdir.
Uyku ve rüya bu
konuda önemli bir örnektir. Ölümden sonra dirilişi inatla inkar eden ve sürekli
ölümden kaçan bir kişi aslında her gece uykusunda ölüp, her sabah dirildiğinin
şuurunda değildir. Allah’ın Kuran’da uyku ile ilgili bildirdikleri konunun
anlaşılmasına yardımcı olur:
Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyeni de uykusunda (bir tür
ölüme sokar). Böylece, kendisi hakkında ölüm kararı verilmiş olanı(n ruhunu)
tutar, öbürüsünü ise adı konulmuş bir ecele kadar salıverir. Şüphesiz bunda,
düşünebilen bir kavim için gerçekten ayetler vardır. (Zümer Suresi, 42)
Sizi geceleyin öldüren (uyutan) ve gündüzün ‘güç yetirip etkilemekte (yapıp
kazanmakta) olduklarınızı’ bilen, sonra adı konulmuş ecel doluncaya kadar onda
sizi dirilten (uyandıran) O’dur. Sonra ‘en son dönüşünüz’ O’nadır. Sonra
yapmakta olduklarınızı size O haber verecektir. (Enam Suresi, 60)
Ayetlerde de
bildirildiği gibi, uyku hali “ölüm” olarak adlandırılmakta, bildiğimiz “ölüm”le
uyku arasında bir ayırım yapılmamaktadır.
Uyku, insan
ruhunun, uyanıkken kullandığı bedeni terk etmesidir. Rüya görmeye başlandığında
ise bu kez yepyeni bir beden kullanılmaya başlanır ve yepyeni bir ortam
algılanır. Çoğu zaman bunun rüya olduğunun bile farkında değilizdir. Rüyamızda
korkar, hüzünlenir, sevinir, acı duyar ya da zevk alırız. Rüyamızda başımıza
gelen olayların gerçek olduğundan o kadar eminizdir ki bu olaylara, uyanıkken
verdiğimiz tepkilerin benzerini veririz.
Teknik olarak
mümkün olsa ve bize dışarıdan müdahele edip, aslında gördüklerimizin yalnızca
hayalden ibaret olduğunu söyleseler, buna aldırış bile etmez hatta buna
inanmayız. Oysa, yaşadıklarımızı dış dünyada sağlayan hiçbir maddi gerçeklik
yoktur ve rüyada yaşadığımız tüm olaylar Allah’ın ruhumuza algılattığı bir
görüntü ve hisler bütünüdür.
Ancak göz ardı
edilmemesi gereken en önemli nokta, uykudan uyandığımızda da bu ilahi kanunun
değişmediğidir. Allah rüyaların doğrudan Kendi İrade ve yaratmasına tabi
olduklarını, “Hani Allah, onları sana uykunda az gösteriyordu; eğer sana çok
gösterseydi, gerçekten yılgınlığa kapılacaktınız ve iş konusunda gerçekten çekişmeye
düşecektiniz. Ancak Allah esenlik (kurtuluş) bağışladı. Çünkü O, elbette
sinelerin özünde saklı duranı bilendir.” (Enfal
Suresi, 43) ayetiyle haber vermiş, “Karşı karşıya geldiğinizde, Allah, ‘olacağı olan işi
gerçekleştirmek’ için, onları gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların
gözlerinde azaltıyordu. Ve (bütün) işler Allah’a döndürülür.” (Enfal Suresi, 44) ayetiyle normal hayatta da aynı
kuralın işlediğini bildirmiştir. Allah, madde hakkında algıladığımız his ve
görüntülerin tamamen Kendi istek ve yaratmasına tabi olduğuna bir başka ayette
de şöyle dikkat çekmektedir:
Karşı karşıya gelen iki toplulukta, sizin için andolsun bir ayet (ibret)
vardır. Bir topluluk, Allah yolunda çarpışıyordu, diğeri ise kafirdi ki göz
görmesiyle karşılarındakini kendilerinin iki katı görüyorlardı. İşte Allah,
dilediğini yardımıyla destekler. Şüphesiz bunda, basiret sahipleri için
gerçekten bir ibret vardır. (Al-i İmran Suresi, 13)
Günlük hayatta,
muhatap olduğumuz varlıklar, yaşadığımız olaylar da aynen rüya gibi Allah’ın
ruhumuza gösterdiği görüntüler, algılattığı hislerden meydana gelirler.
Kendimize ait görüntüler ve fiiller de başka şeylere ait görüntü ve hareketler
de Allah’ın kare kare bunlara ait görüntü ve algıları yaratmasıyla gerçekleşir.
Bu gerçek Kuran’da şöyle açıklanır:
Onları siz öldürmediniz, ama onları Allah öldürdü; attığın zaman sen
atmadın, ama Allah attı. Mü’minleri Kendinden güzel bir imtihanla imtihan etmek
için (yaptı.) Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir. (Enfal Suresi, 17)
Ahiret ve ona ait
olan görüntü ve algıların yaratılması da aynı ilahi kanun çerçevesinde
gerçekleşir. Ölümle birlikte, dünya ortamı ve bu ortamda kullanılan bedenle
ilgi kesilir. Ruh ise Allah’ın dilemesiyle ölümsüzdür. Bu dünyadan ahirete
geçiş ise uykudan uyanıp dünya hayatına geçmeye benzerdir.
Yeniden dirilişle
birlikte, ahiret hayatı ve yepyeni bir yaratılışta olan bir bedenle yeni bir
yaşama başlanır.Bu dünyada sonsuz çeşitlilikte görüntüyü, sesi, kokuyu, tadı,
dokunma hissini yaratan Allah, aynı şekilde cennet ve cehenneme ait sonsuz
görüntü ve hisleri de yaratacaktır. Bütün bunların yaratılması Allah için son
derece kolaydır:
... O, bir işin olmasına karar verirse, ona yalnızca “OL” der, o da hemen
oluverir. (Bakara Suresi, 117)
Diğer bir gerçekse,
dünya hayatı rüyaya göre nasıl daha net ve keskinse, ahiretin de dünyaya
kıyasla çok daha net ve keskin olduğudur. Benzer şekilde, rüya dünya hayatına
nazaran ne kadar kısaysa dünya hayatı da ahirete kıyasla o kadar hatta
kıyaslanamayacak derecede kısadır. Bilindiği gibi zaman, izafi bir kavramdır.
Bu konu günümüzde bilimsel olarak ispatlanmış bir gerçektir. Rüyada insanın
saatler boyu yaşadığını sandığı bir olay dünya zamanına göre yalnızca birkaç
saniyede gerçekleşir. En uzun rüya bile dünyadaki hesaba göre birkaç dakika
sürer. Fakat rüyayı gören kişi belki de rüyasında günler geçirmiştir. Allah
zamanın göreceli olduğunu ayetlerde haber vermektedir:
Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde
çıkabilmektedir. (Mearic Suresi, 4)
Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta
olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O’na yükselir. (Secde Suresi, 5)
Aynı şekilde
dünyada uzun yıllar yaşayan bir insan, aslında ahiretteki zaman boyutuna göre
çok az bir süre yaşamış olur. Ahirete gittiklerinde bu gerçeğe şahit olanların
konuşmaları Kuran’da şöyle aktarılır:
Dedi ki: “Yıl sayısı olarak yeryüzünde ne kadar kaldınız?” Dediler ki: “Bir
gün ya da bir günün birazı kadar kaldık, sayanlara sor.” Dedi ki: “Yalnızca az
(bir zaman) kaldınız, gerçekten bir bilseydiniz,” “Bizim, sizi boş bir amaç
uğruna yarattığımızı ve gerçekten Bize döndürülüp getirilmeyeceğinizi mi
sanmıştınız?” (Müminun Suresi, 112-115)
Durum böyleyken,
insanın sonsuz yaşamını bu geçici dünya hayatı uğruna tehlikeye atmasının ne
büyük bir akılsızlık olduğu ortadadır. Üstelik dünya hayatının ahiret hayatına
kıyasla ne kadar kısa olduğu düşünülürse...
Sonuç olarak,
dünyada yaşadıklarımız Allah’ın ruhumuza izlettirdiği algılardır. İnsanın
bedeni de aynı şekilde Allah’ın ruhuna gösterdiği bir görüntüdür. Allah
görüntüyü dilediği zaman değiştirir. İnsan ölünce gözündeki perde kalkar ve
önceden sandığı gibi yok olmadığını anlar. Bu olay Kuran’da şöyle haber
verilir:
O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) “İşte bu, senin
yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir” (denildiği zaman da). Sur’a da üfürülmüştür.
İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür. (Artık) Her bir nefis, yanında bir
sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. “Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin;
işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün
keskindir.” (Kaf Suresi, 19-22)
İşte o zaman işin
gerçeğini daha iyi kavrayan inkarcıların neler söyleyeceklerini Allah şöyle
bildirmiştir:
Demişlerdir ki: “Eyvahlar bize, uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim
diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan Allah)ın vaat ettiğidir, (demek ki)
gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş”. (Yasin Suresi, 52)
Bu andan itibaren
inkar eden bir kişiyi, artık telafisi mümkün olmayan ve sonsuza dek sürecek bir
pişmanlık kaplar. İşte bu, en büyük pişmanlıktır.
EVRENİN ÖLÜMÜ
Kuran’da bizlere,
evrendeki tüm yaratılmışların yanında, evrenin kendisinin de bir ölümü olduğu
haber verilir. Ölümlü olan yalnızca insan değildir. Tüm hayvanlar ölür,
bitkiler de ölür. Hatta gezegenler ve yıldızlar da ölür. Ölüm evrendeki tüm
yaratılmışların ortak kaderidir. Allah Katında ezelde belirlenmiş olan bir
günde tüm insanlar, canlılar, Dünya, Güneş, Ay, yıldızlar, kısacası tüm
maddesel varlıklar yok olacaktır. Kuran’da bu güne “kıyamet” (kalkış günü) adı
verilir; bu gün, “insanların, alemlerin Rabbi için kalkacağı gün”dür. (Mutaffifin Suresi, 6)
İnsanın ölümünün
dehşet verici oluşu gibi, evrenin ölümü olan kıyamet de dehşet vericidir. O
gün, önceden inanmamış olanlar, Allah’ın azametini, kudretini ilk kez, hem de
çok büyük bir şiddetle hissedeceklerdir. İşte bu nedenle kıyamet, inkarcılar
için başlı başına büyük bir azap, bir dehşet, pişmanlık, acı ve şaşkınlık
günüdür. Kıyameti gören insan, hiçbir şekilde tarif edilemeyecek, dünyadaki tüm
korkulardan yüzlerce kat şiddetli olan bir korkuya kapılacaktır. Kuran’da,
kıyametin aşamaları, bu büyük olayın nasıl gerçekleşeceği ve bunu gören
insanların ne hale geleceği tarif edilir.
Sur’a İlk Üfleniş
Kıyametin
başlangıcı Sur’a üfürülmesi ile olur. Bu, dünyanın ve bütün evrenin toplu
yıkımının ve sonun başlangıcının işaretidir. Artık geriye dönüş yoktur. Bu,
dünya hayatının tamamen bitip herkes için gerçek hayatın, yani ahiretin
başladığının sesidir. Bu ses, inkar edenlerin kalplerinde kesintisiz ve sonsuza
dek taşıyacakları korku, dehşet, yılgınlık ve şaşkınlığı başlatan ilk sestir.
İman etmeyenlerin bundan böyle, sonsuza değin geçirecekleri zorlu günlerin
başladığının habercisidir. Müddessir Suresi’nde kıyamet gününün inkarcılar için
nasıl bir an olduğu şöyle haber verilmiştir:
Çünkü o boruya (sur’a) üfürüldüğü zaman. İşte o gün, zorlu bir gündür.
Kafirler içinse hiç kolay değildir. (Müddessir Suresi, 8-10)
Sur’a üfürülmesi,
elbette ki inkarcılarda büyük bir dehşet ve huzursuzluk yaratacaktır. Kaynağı
görülemeyen, algılanamayan, tanımlanamayan ürperti verici bir ses, tüm dünyayı
kaplayacak, insanlar büyük bir olayın başladığını hissedeceklerdir. Sur’un
sesini duymanın verdiği huzursuzluk, giderek panik ve dehşete dönüşecektir.
Sur’a üfürülmesinden sonra birbiri ardına gelecek olan olaylar ise, bu dehşeti
hayal edilemeyecek bir seviyeye çıkaracaktır.
Yeryüzünün Yıkımı
Kuran’da
bildirildiğine göre, Sur’a üfürülmesini büyük bir sarsıntı ve kulakları
patlatırcasına gelen bir gürleme takip eder. Bu anda insanlar artık korkunç bir
felaketle karşı karşıya olduklarını anlamışlardır. Dünyanın ve yaşamın yok
olmakta olduğu iyice ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de dünya üzerindeki şeylerin
değeri bir kaç saniye içinde sıfıra iner. Kıyametin yalnızca gürültüsü bile
insanlar arasındaki bütün dünyevi bağları kopartıp parçalamaya yeterli olur.
İnsanlar, artık yalnızca bir kaçıp kurtulma duygusuyla dolmuşlardır. Korku her
yeri kaplamış, herkes kendi derdine düşmüştür:
Fakat “kulakları patlatırcasına olan o gürleme” geldiği zaman, kişi o gün,
kendi kardeşinden kaçar. Annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O
gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır. (Abese Suresi,
33-37)
Yerin, şiddetli bir
sarsıntı ile sarsıldıktan sonra yaratıldığından beri içinde barındırdığı, artık
hiçbir anlam ve değeri kalmayan hazinelerini ve sırlarını dışarı çıkaracağı
Kuran’da haber verilir:
Yer, o şiddetli sarsıntısıyla sarsıldığı, yer ağırlıklarını dışa
atıp-çıkardığı ve insan: “Buna ne oluyor?” dediği zaman; o gün (yer),
haberlerini anlatacaktır. Çünkü senin Rabbin, ona vahyetmiştir. (Zelzele
Suresi, 1-5)
Korkunç bir
gürültü, ardından yerin şiddetle sarsılması ve bir de yeraltındaki maddelerin
volkanik patlamalarla her yandan dışarı boşalması, dünya üzerindeki herşeyin
değerini bir anda yok etmiştir. İnsanlar bu ana kadar bu şeylere çok önem
vermektedirler. Örneğin evleri, işyerleri, arabaları, tarlaları onlar için çok
önemlidir. Tüm hayatlarını iyi bir ev satın alıp içinde oturmak üzerine kurmuş
olabilirler. Ancak bunların ne kadar geçici amaçlar olduğu kıyametin daha ilk
dakikalarında ortaya çıkar. İnsanların hayatlarını adadıkları yapılar, kağıttan
bir ev gibi bir anda yıkılıp yok olur. Hayatını içinde çalıştığı şirkette
yükselmeye adamış olan bir insan, artık bir hiç haline gelmiştir. Bir ülkede
iktidarı ele geçirmek için çaba harcamış olan bir başkası da aynı korkunç
durumdadır. Çünkü artık ortada ülke kalmamıştır... Allah rızası için yapılmış
ibadetler dışında herşey anlamını yitirmiştir. Kuran’da bildirildiği gibi, “O, ‘herşeyi
batırıp gömen büyük-felaket’ (Kıyamet) geldiği zaman. O gün, insan, neye çaba
harcadığını düşünüp-anlar. Görebilenler için cehennem de sergilenmiştir.” (Naziat Suresi, 34-36)
- Dağların
Parçalanışı
Kıyamet günü
yaşanan felaketler hayal gücünün alamayacağı niteliktedir. Yeryüzündeki en
sağlam yapılar olan heybetli, sarsılmaz dağlar yerlerinden oynatılıp yürütülür;
köklerinden savrulur, yakılır, paramparça edilirler. En ufak bir depremde
paniğe kapılan, kimi zaman bütün bir geceyi korkudan sokakta geçiren insanlar
için, gözlerinin önünde dağların yerinden oynatıldığı türden bir felaket
dayanılabilecek gibi değildir.
Kuran’da dağların
kıyamet günündeki durumları şöyle tasvir edilir:
Artık Sur’a tek bir üfürülüşle üfürüleceği. Yeryüzü ve dağlar yerlerinden
oynatılıp kaldırılacağı, ardından tek bir çarpma ile birbirlerine çarpılıp
parça parça olacağı zaman. İşte o gün, vakıa (bir gerçek olan kıyamet) artık
vuku bulmuş (gerçekleşmiş)tur. (Hakka Suresi, 13-15)
Şüphesiz o hüküm (fasl) günü, belirlenmiş bir vakittir. Sur’a üfürüleceği
gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. O sırada gök açılmış ve kapı kapı
olmuştur. Dağlar yürütülmüş, artık bir serap oluvermiştir. (Nebe Suresi, 17-20)
Dağlar, yürütüldüğü zaman. Gebe develer, kendi başına terkedildiği zaman.
Vahşi-hayvanlar, toplandığı zaman. (Tekvir Suresi, 3-5)
Ve dağların ‘etrafa saçılmış’ renkli yünler gibi olacakları (gün). (Kaaria
Suresi, 5)
O gün, taş, toprak
ve kayalardan meydana gelen kapkara dağları bile rengarenk yün parçaları gibi
etrafa savuran sınırsız, kahredici bir güç vardır. İnsan bu gücün, “doğanın
gücü” olmadığının artık çok iyi farkındadır. Bir zamanlar ilah edindiği,
müstakil bir güç sahibi zannederek isim taktığı “tabiat ana”, kendi yok oluşuna
bile çare bulamamaktadır. Allah’ı gereği gibi takdir edemeyip inkar eden
insanlar kıyamet günü hayatları boyunca yanlış yerlere atfettikleri bu gücün
gerçek sahibinin kim olduğunu anlarlar. Ama bu, artık onlara hiçbir fayda
sağlamayacaktır. Yaşamları boyunca akıl ve vicdanlarıyla anlayamadıkları
gerçeği, şimdi dehşetle anlayacaktır.
Bu dehşet, o gün,
canlı cansız tüm varlıkları sarmıştır. Kıyamet günü yaşanan her sahneye bu
korku ve dehşet hakimdir. İnsan, hayvan ve tabiat, hepsi bu ortak korku altında
ezilirler. Artık ne dağlar bildiğimiz heybetli dağlar, ne deniz alıştığımız
engin deniz, ne de gök o eski sınırsız, erişilmez göktür. Güneş, yıldızlar,
bütün evren kıyametin sarsıntısıyla kuşatılmış, kendilerini yaratana boyun
eğmiştir. Koskoca dağlar kumdan kaleler gibi ufalanırlarken, bu dağların,
denizlerin, yıldızların yanında çok daha küçük ve aciz olan insan ise, korku ve
telaşının içinde ezilecek, büyük bir yıkım yaşayacaktır. O günün dehşetinden
yalnızca Allah’tan korkup sakınan, O’na iman etmiş ve hayatı boyunca Kuran’a bağlı
yaşamış olanlar korunacaktır. Bu Allah’ın Kuran’da vaat ettiği bir gerçektir:
Sur’a üfürüleceği gün, Allah’ın dilediği kimseler dışında, göklerde ve
yerde olan herkes artık korkuya kapılmıştır ve her biri ‘boyun bükmüş’ olarak
O’na gelmişlerdir. (Neml Suresi, 87)
- Denizlerin
Kaynaması
Kıyamet gününün
dehşetini anlamak için şu anda sahip olduğumuz düşünce kıstasları yeterli
değildir. Ama o gün meydana gelecek yıkımın Allah’ın sonsuz kudretinin bir
tecellisi olacağını bilmek, insanı felaketin boyutları hakkında fikir sahibi
yapabilir. Örneğin dünyadaki en büyük kütle ve en büyük hayat kaynağı olan
okyanusların benzin gibi tutuşturulması ve taşırılması o gün hakkında Kuran’da
insanlara verilen örneklerden biridir:
Denizler, tutuşturulduğu zaman.
Nefisler, birleştiği zaman. (Tekvir Suresi, 6-7)
Denizler, fışkırtılıp-taşırıldığı zaman. (İnfitar Suresi, 3)
Göklerin Yok Edilişi
Kıyamet gününün
yıkımı ve dehşeti yalnızca dünyayı değil, evrenin de tümünü kaplar. Yeryüzü,
yerin altı, dağlar, denizler için olduğu gibi gökyüzü, Ay, Güneş, yıldızlar ve
gezegenler için de belirlenmiş ölüm vakti gelmiştir. Allah Kuran’da, o büyük
gün hakkında şöyle buyurur:
Şüphesiz, size vadedilen gerçekleşecektir. Yıldızlar ‘örtülüp (ışıkları)
silindiği’ zaman. Gök yarıldığı zaman. Dağlar, kökünden sökülüp savurulduğu
zaman. (Mürselat Suresi, 7-10)
Kıyametle beraber,
insanın bildiği, alıştığı ve sonsuza dek süreceğini sandığı bütün varlıklar ve
düzenler temelinden bozulmaya uğrar, darmadağın olur ve en sonunda yokluğa
karışırlar. O gün gökyüzünün uğradığı akıbet de böyledir. Gökyüzü, insanın
doğumundan itibaren varlığından ve devamından emin olduğu, kendisini koruyan
bir tavandır. Oysa kıyamet günü hayatı boyunca insanı saran atmosfer, o gün
aynen erimiş maden gibi akkor haline gelir. Kuran’da, o gün gökyüzünün durumu, “gökyüzünün erimiş
maden gibi olacağı gün” (Mearic Suresi, 8)
şeklinde tarif edilmektedir.
Kıyamette
gerçekleşecek olan bu büyük olayların insana vereceği dehşet, normal zamanlarda
oluşan doğal felaketlerin verdiği korku ile kıyaslanarak belki kısmen
anlaşılabilir. Depremler ya da volkanik patlamalar, bilindiği gibi insanların
en çok korktuğu olaylardandır. Yeryüzünün doğal, süregelen ve alışılmış
şartlarında meydana gelen bu tür değişiklikler, çoğu insanda büyük panik
meydana getirir. Depremle çatlayan yer kabuğu veya lav püskürten bir volkan,
insandaki alışmışlığı ve rahatı bir anda ortadan kaldırır. İnsan, umursamadan
her gün bastığı sağlam zeminin değerini, o felaket anında çok iyi anlar.
Ancak verdiği bütün
acılara rağmen deprem veya yanardağ patlaması, geçici olaylardır. Bir deprem ya
da patlama yaşanır ve biter. Bir süre sonra acıları unutulur, bir anı olarak
kalır. Ama kıyamet günü, ne bir depreme ne de başka bir afete benzemez. Bu
günde birbiri ardına gelen inanılmaz yıkımlar, var olan herşeyin artık geri
dönüşü olmaksızın yok olduğunun açık delilidir. Örneğin insanın hayal gücünü
aşan bir olay gerçekleşecek ve gökyüzü, çatlayarak yarılacaktır. Bu, insanın
bildiği tüm “fizik kuralları”nın, güvendiği her türlü kavramın bir anda yok
olması demektir. Binlerce yıldır varlığına alışılmış yeri ve göğü, onları inşa
eden Yüce Allah paramparça eder. Kuran’da, o an “Gök
çatlayıp-yarıldığı zaman, yıldızlar, dağılıp-yayıldığı zaman, denizler,
fışkırtılıp-taşırıldığı zaman” (İnfitar
Suresi, 1-3) olarak tarif edilmektedir. Başka ayetlerde ise, bu olay şöyle
haber verilir:
Gök, yarılıp-parçalandığı. Ve ‘kendi yaratılışına uygun’ Rabbine boyun
eğdiği zaman. (İnşikak Suresi, 1-2)
İnsanların dünyada
gözlerinde büyüttükleri herşey parça parça edilmiştir. Gökyüzü cisimleri de
birer birer ölürler. Bu, ayetlerde bildirildiği gibi, “Güneş köreltildiği
zaman, yıldızlar, bulanıklaşıp-döküldüğü zaman”dır. (Tekvir Suresi, 1-2) Yüzbinlerce yıldır ışık saçan,
dünyanın hayat ve enerji kaynağı Güneş, dürülüp söndürülünce onun gerçek bir
sahibinin olduğu ve o ana kadar ancak O’nun emriyle hareket ettiği gözler önüne
serilir. İnsanların hep erişilmez, muhteşem, esrarengiz gördükleri ve içinde
evrenin engin sırları barınır sandıkları yıldızlar bir bir düşürülüp
söndürülür. Sarsılmaz dağlar yerinden oynatılıp yürütülür, uçsuz bucaksız engin
denizler kaynatılıp buharlaşır, herşeyin varlığının ve yazgısının gerçek
sahibinin kim olduğu, herşeyin üstündeki tek ve gerçek kudret sahibinin kim
olduğu, yegane hakimiyetin kime ait olduğu tüm açıklığıyla ortaya çıkar. Artık
verilen süre tamamlanmış ve dinden uzak insanlar içine daldıkları gafletten
olabilecek en büyük felaket ile uyandırılmıştır. Bu gafletin sebebi söz konusu
insanların Allah’ın “kadrini” (gücünü, kuvvetini) henüz dünyada iken tam olarak
anlayamamış olmalarıdır. Oysa o gün evrenin ve yaşamın sahibinin kim olduğu çok
iyi anlaşılacaktır. Bir ayette şöyle buyrulmaktadır:
Onlar, Allah’ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Oysa kıyamet günü yer,
bütünüyle O’nun avucu (kabzası)ndadır; gökler de sağ eliyle
dürülüp-bükülmüştür. O, şirk koştuklarından münezzeh ve Yücedir. (Zümer Suresi,
67)
İnsanların İçinde Bulunduğu Durum
Kıyametin doğurduğu
bütün bu korku, dehşet ve şaşkınlık inkarcı insanın dünya hayatındaki
gafletinin karşılığıdır. İnsan dünyada kıyametten ne kadar gaflette ve ona
karşı ne kadar hazırlıksızsa, o gün kapılacağı dehşet de o denli büyük olur. Bu
korku ve dehşet hissi, kendisine ölüm anı gelmesinden itibaren sonsuza kadar
inkarcının peşini bırakmaz. Her an, her olay onun için bir korku vesilesidir.
Artık önündeki her saniye kendisini dehşet verici azaplar beklemektedir.
Karşılaştığı her dehşet, ayrıca ileride karşılaşacağının korkusunu da doğurur.
Bu korku, çocukların saçlarını bile bir anda ağartabilen bir korkudur. Allah
Kuran’da şöyle buyurur:
Eğer inkar edecek olursanız, çocukların saçlarını ağartan bir günde
kendinizi nasıl koruyacaksınız? Bu nedenle gök bile yarılıp-çatlamıştır;
(artık) O’nun va’di gerçekleştirilip-yerine getirilmiştir. (Müzzemmil Suresi,
17-18)
Allah’ı, yapıp
ettiklerinden habersiz sananlar o anda kendilerinin aslında kıyamet gününe
kadar zaman verilmiş aciz varlıklar olduklarını anlarlar. Çünkü Allah, o zamana
dek “… onları
yalnızca gözlerin dehşetle belireceği bir güne ertelemektedir.” (İbrahim Suresi, 42) Başka ayetlerde, inkarcıların korku
ve şaşkınlığı şöyle tarif edilir:
Kaari’a... Nedir kaari’a? Sana o kaaria’yı bildiren nedir? İnsanların, ‘her
yana dağılmış’ pervaneler gibi olacakları gün ve dağların ‘etrafa saçılmış’
renkli yünler gibi olacakları (gün). (Kaaria Suresi, 1-5)
Dünyada en kuvvetli
bağlardan biri olan annenin çocuğuna duyduğu koruma ve sevgi bağı bile
kıyametin şiddetiyle parçalanıp kopar. Gebeler korkudan çocuklarını düşürürler.
O büyük şok insanlara şuurlarını kaybettirir. Şaşkınlık ve panikten afallamış,
kendini bilmez sarhoşlar gibi etrafa yayılmışlardır. Allah’ın azabının şiddeti
karşısında inkarcıların durumu Kuran’da şöyle bildirilir:
Ey insanlar, Rabbiniz’den korkup-sakının, çünkü kıyamet saatinin sarsıntısı
büyük bir şeydir. Onu gördüğünüz gün, her emzikli kendi emzirdiğini unutup
geçecek ve her gebe kendi yükünü düşürecektir. İnsanları da sarhoş olmuş
görürsün, oysa onlar sarhoş değillerdir. Ancak Allah’ın azabı pek şiddetlidir.
(Hac Suresi, 1-2)
İnsanların o gün,
korku ve dehşetle birlikte tattıkları en kahredici duygulardan birisi de
çaresizliktir. Dünyada başına gelebilecek muhtemel her türlü felaket için
tedbirini alan, en ölümcül afet, en büyük deprem, en şiddetli kasırga, en
dehşetli nükleer savaş için bile korunmasını ve sığınağını hazırlayan
insanoğlu, öyle bir olayla karşı karşıya gelir ki kaçıp sığınabileceği,
barınabileceği tek bir güvenli yer kalmamıştır. Eğer inkarcı ise Allah’tan
hiçbir yardım görmez. Yardım görebileceği başka herhangi bir merci, bir otorite
de yoktur. Eskiden bir yol gösterici ve kurtarıcı sandığı bilim ve teknolojinin
de artık hiçbir değeri kalmamıştır. En ileri teknolojiye sahip olsa, değil
Ay’a, uzayın en uzak köşesine kaçıp saklansa azap kendisini orada da
bulacaktır. Çünkü kıyamet bütün evreni kaplamıştır. Yalnızca üzerinde bir
zamanlar güven içinde yürüdüğü yeryüzü değil, erişilmez sandığı uzak yıldızlar
bile Allah’ın emrine boyun eğmişler, “bulanıklaşıp-dökülmüştürler”. (Tekvir Suresi, 2) İnsanların o günkü çaresizliği
Kuran’da şöyle anlatılır:
Ay karardığı, Güneş ve Ay birleştirildiği zaman. İnsan o gün: “Kaçış
nereye?” der. Hayır, sığınacak herhangi bir yer yok. O gün, ‘sonunda varılıp
karar kılınacak yer (müstakar)’ yalnızca Rabbinin Katıdır. (Kıyamet Suresi,
8-12)
SUR’A İKİNCİ KEZ ÜFLENİŞ VE ÖLÜLERİN DİRİLTİLMESİ
Sur’a ilk olarak
üflenmesiyle birlikte yer ve gök paramparça edilmiş ve evren ölmüştür. Canlı
hiçbir varlık kalmamıştır. Kuran’da bildirildiği gibi, “yer başka bir
yere, gökler de başka göklere dönüştürülmüştür”. (İbrahim Suresi, 48) Bu dönüşümden sonra mahşer günü
için hazırlanan ortamı Rabbimiz şöyle haber verir:
Sana dağlar hakkında soruyorlar. De ki: “Benim Rabbim, onları darmadağın
edip savuracak”
“Yerlerini bomboş, çırçıplak bırakacaktır.”
“Orada ne bir eğrilik göreceksin, ne de bir tümsek.” (Taha Suresi, 105-107)
İşte hesap günü
insanların üzerinde dirilip, biraraya gelip, hesaplarını ve akıbetlerini
bekleyecekleri yer budur. Artık sıra insanların diriltilip tek olan, Kahhar
olan Allah’ın huzuruna çıkarılmalarına gelmiştir. Ve Sur’a ikinci kez üfürülür.
Dünya hayatında ahireti ve yeniden dirilişi inkar eden insan bir daha uyanmayı
hiç beklemediği kabrinin içinden dışarı atılır. Sur’a bu ikinci üfürülüş ve
insanların dirilmesi Kuran’da şöyle bildirilir:
Sur’a üfürüldü; böylece Allah’ın diledikleri dışında, göklerde ve yerde
olanlar çarpılıp-yıkılıverdi. Sonra bir daha ona üfürüldü, artık onlar ayağa
kalkmış durumda gözetliyorlar. Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı... (Zümer Suresi,
68-69)
Ölülerin Mezarlarından Çıkmaları
İnsanların
dirilişleri esnasında ve dirildikten sonraki durumları ayetlerde ayrıntılı
olarak tarif edilmiştir. Kuran’da haber verildiğine göre o büyük diriliş şöyle
gerçekleşir:
- Sur’a ikinci kez
üfürülmesiyle birlikte toprağın altından dışarı çağrılan insanlar, yayılan
çekirgeler gibi ve hızla koşarak kabirlerinden dışarı çıkarlar.
Gözleri ‘zillet ve dehşetten düşmüş olarak’, sanki ‘yayılan’ çekirgeler
gibi kabirlerinden çıkarlar. (Kamer Suresi, 7)
... Sonra sizi yerden (toprağın altından) bir (kere) çağırma ile çağırdığı
zaman, hemencecik siz (bir de bakarsınız ki) çıkarılmışsınız. (Rum Suresi, 25)
O gün yer, onlardan çatlayıp-ayrılır da (onlar,) hızla koşarlar. İşte bu,
Bize göre oldukça-kolay olan bir haşir (sizi birarada toplama)dır. (Kaf Suresi,
44)
- Kendilerini
çağıran çağırıcıya doğru yönelirler ve dikili bir şeye doğru yönelmiş gibi
boyunlarını çağırıcıya uzatmış olarak koşmaya başlarlar. Ve bu çağrı daha önce
benzerine rastlanmış bir çağrı da değildir:
... O çağırıcının ‘ne tanınmış, ne görülmüş’ bir şeye çağıracağı gün...
(Kamer Suresi, 6)
O gün, kendisinden sapma imkanı olamayan çağırıcıya uyacaklar... (Taha
Suresi, 108)
... sanki onlar dikili bir şeye yönelmiş gibidirler. (Mearic Suresi, 43)
Dünyada Allah’ın
sınırlarını tanımayan, Allah’a itaat etmeyen, büyüklenen inkarcı, dirilir
dirilmez birden çok itaatli, boyun eğici bir hale gelir. Ne olup bittiğini
sorgulamadan, kayıtsız şartsız bu çağrıya icabet eder. Dünyadaki imtihan sona
erdiği için başka seçim imkanı zaten yoktur. Aksini yapmayı istese de yapamaz.
Hatta isteyemez bile. Bu çağrıya karşı koymaya hiçbir gücü yoktur. O nedenle bu
günün “zorlu bir gün” olduğunu gerçekten hissetmiştir:
Boyunlarını çağırana doğru uzatmış olarak koşarlarken, kafirler derler ki:
“Bu, zorlu bir gün.” (Kamer Suresi, 8)
- İnkar edenler
başlarını dikerek koşarlar, gözler dönmez, hareket edemez. Herkes kayıtsız
şartsız bir itaat içindedir. O gün insanların sahip olabileceği tek geçerli ve
değerli şey imandır. O da inkarcılarda yoktur. Bu yüzden kalpleri bomboştur:
Başlarını dikerek koşarlar, gözleri kendilerine dönüp-çevrilmez. Kalpleri
(sanki) bomboştur. (İbrahim Suresi, 43)
- Allah’ın huzuruna
doğru dalga dalga süzülürler:
Sur’a üfürüleceği gün, artık siz dalga dalga geleceksiniz. (Nebe Suresi,
18)
Sur’a üfürülmüştür; böylece onlar kabirlerinden (diriltilip) Rablerine
doğru (dalgalar halinde) süzülüp-giderler. Demişlerdir ki: “Eyvahlar bize,
uykuya-bırakıldığımız yerden bizi kim diriltip-kaldırdı? Bu, Rahman (olan
Allah)ın va’dettiğidir, (demek ki) gönderilen (elçi)ler doğru söylemiş”. (Yasin
Suresi, 51-52)
Ayette haber
verilen “eyvah” ifadesi, çok büyük bir panik ve hayal kırıklığının ifadesidir.
Çünkü kendi dirilişine bizzat şahit olan inkarcı kişi, hayatı boyunca kendisine
bunu haber veren elçilerin gerçekten doğru söylediklerini anlamıştır.
Dolayısıyla inkar edenlere müjdelenen, “dönüşü olmayan ebedi azab”ı da bizzat
yaşayacağını idrak etmiştir. Artık bundan hiçbir şüphesi yoktur. “Ebedi uyku”
diye bir şey olmadığını anlamıştır. Kendisine vaat edilenlerin birer birer
başına geleceğinden, hiçbir kurtuluş ümidi olmadığından emindir.
- İnkarcıların
kıyamet günü yaşadıkları genel ruh halleri korku, dehşet, yılgınlık, şaşkınlık
ve çaresizliktir; genel görünümleri ise daha da dehşet vericidir. Yüzleri
kapkaradır; toz, karartı ve zillet (aşağılanma) kaplamıştır:
O gün, öyle yüzler vardır ki, ‘zillet içinde aşağılanmıştır.’ (Gaşiye
Suresi, 2)
Ve o gün öyle yüzler vardır ki üzerini toz bürümüştür. Bir karartı sarıp
kaplamıştır. İşte onlar da, kafir facir olanlardır. (Abese Suresi, 40-42)
Kıyamet günü, Allah’a karşı yalan söyleyenlerin yüzlerinin kapkara olduğunu
görürsün. Büyüklenenler için cehennemde bir konaklama yeri mi yok? (Zümer
Suresi, 60)
- Allah’a iman
etmeyenler kıyamet günü kör olarak haşredilirler:
Kim de Benim zikrimden yüz çevirirse, artık onun için sıkıntılı bir geçim
vardır ve Biz onu kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz.
O da (şöyle) demiş olur: “Ben görmekte olan biriyken, beni niye kör olarak
haşrettin Rabbim?”
(Allah da) Der ki: “İşte böyle, sana ayetlerimiz gelmişti, fakat sen onları
unuttun, bugün de sen işte böyle unutulmaktasın.” (Taha Suresi, 124-126)
Allah, kimi hidayete erdirirse, işte o, hidayet bulmuştur, kimi saptırırsa
onlar için O’nun dışında asla veliler bulamazsın. Kıyamet günü, Biz onları
yüzükoyun körler, dilsizler ve sağırlar olarak haşrederiz. Onların barınma
yerleri cehennemdir; ateşi sükun buldukça, çılgın alevini onlara arttırırız.
(İsra Suresi, 97)
- İnkarcıların kör
gözleri de korkunçluk ve iğrençliklerini artırır bir şekildedir. Allah onların
gözlerinin alacağı şekli şöyle haber vermektedir:
Sur’a üfürüleceği gün, Biz suçlu-günahkarları o gün, (yüzleri kara,
gözleri) gömgök (kaskatı ve kör) olarak’ toplayacağız. (Taha Suresi, 102)
Bu korkunç, aynı
zamanda da aşağılık görünümleriyle inkarcılar ilk bakışta, müminlerden
ayrılırlar. Dünyadayken kibir ve gösteriş içinde, Allah’ın ayetlerine karşı
savaş açan, büyüklenen bu güruhun sonlarının başlangıcı işte böyle olur.
O Gün Dostluk, Akrabalık,
Yakınlık ve Yardımlaşma Yoktur
O gün insanın
başkalarıyla, hatta kendi annesi, babası, eşi ve çocuklarıyla bile ilgilenmeye
ne hali ne fırsatı vardır. Mahşer gününün şiddeti ve olağanüstü korkusu herkesi
kendi derdine düşürür. Allah, o diriliş gününü şöyle tarif etmektedir:
Din gününü sana bildiren şey nedir? Ve yine din gününü sana bildiren şey
nedir? Hiçbir nefsin bir başka nefse herhangi bir şeye güç yetiremeyeceği
gündür; o gün emir yalnızca Allah’ındır. (İnfitar Suresi, 17-19)
Fakat ‘kulakları patlatırcasına olan o gürleme’ geldiği zaman, kişi o gün,
kendi kardeşinden kaçar; Annesinden ve babasından, eşinden ve çocuklarından. O
gün, onlardan her birisinin kendine yetecek bir işi vardır. (Abese Suresi,
33-37)
Dünya hayatında kişinin
en çok değer verdiği put edindiği bağlar, böylece Allah’ın azabı karşısında
paramparça olur. Artık insanlar arasındaki dünyevi yakınlıkların, soy
bağlarının hiçbir anlamı kalmamıştır. Değeri olan tek şey, imandır:
Böylece Sur’a üfürüldüğü zaman artık o gün aralarında soylar (veya
soybağları) yoktur ve (üstünlük unsuru olarak soyluluğu veya birbirlerine
durumlarını) soruşturmazlar da. Artık kimin tartısı ağır basarsa, işte onlar,
kurtuluşa erenlerin ta kendileridir. Kimin tartısı hafif gelirse, işte onlar da
kendi nefislerini hüsrana uğratanlar, cehennemde de ebedi olarak kalacak
olanlardır.” (Müminun Suresi, 101-103)
Dünyadaki bağlar ve
ilişkiler öyle bir parçalanır ki, sözde en çok sevilen oğullar, eşler,
kardeşler, hatta bütün soy, inkarcılar tarafından azaba karşılık fidye olarak
teklif edilir:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu sormaz. Onlar
birbirlerine gösterilirler. Bir suçlu-günahkar, o günün azabına karşılık olmak
üzere, oğullarını fidye olarak vermek ister. Kendi eşini ve kardeşini. Ve onu
barındıran aşiretini de. Yeryüzünde bulunanların tümünü (verse de); sonra bir
kurtulsa. Hayır; (hiçbiri kabul edilmez). Doğrusu o (cehennem), cayır cayır
yanmakta olan ateştir. (Mearic Suresi, 10-15)
Mahşer günü
yaşanacak olan bu “fidye teklifi”, dünya hayatının ne denli boş olduğunu da
gösterir. Dünya hayatında bazı insanlar küçük çıkarlar peşinde koşar. İyi bir
iş, güzel bir ev, para, makam mevki sahibi olmak uğruna bütün bir ömür
çalışılır. Buna karşın, Kuran’da haber verildiği üzere tek bir kadın veya erkek
değil dünyadaki kadınların veya erkeklerin tümü, tek bir ev değil dünyadaki
bütün mülkler, yeryüzünün altın ve gümüş bütün hazineleri, hatta bütün dünya,
mahşer gününün azabından kurtulmak için fidye olarak verilmek istenecektir. Ama
elbette bu umutsuz bir çabadır ve insanı hiçbir şekilde kurtaramaz.
İnsanların Hesap İçin Toplanmaları
Kuran’da, insanın
yaşamının varacağı son şöyle açıklanır:
Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp
durmaktasın; sonunda O’na varacaksın. (İnşikak Suresi, 6)
Hayatımız boyunca
ne yaparsak yapalım, harcadığımız bütün çabaların sonucunda ulaşacağımız son
nokta, Allah’ın huzuruna çıkacağımız andır. Tüm bu hayatın amacı, O’na kulluk
etmektir. Hayatın en önemli anı ise, Allah’a hesap vereceğimiz mahşer günüdür.
Dünyadaki yaşamımız
boyunca geçen her gün, bizi o mahşer gününe biraz daha yakınlaştırır. Geçen her
saat, her dakika, hatta her saniye, ölüme, yeniden dirilişe ve hesaba doğru
atılmış bir adımdır. Hayat, bir kum saati gibi sürekli olarak bu yöne doğru
akar. Saati durdurmanın ya da geri çevirmenin yolu yoktur. Tüm insanlar, bu
yolu izleyeceklerdir. Allah, Kuran’da şöyle hükmetmektedir:
Şüphesiz onların dönüşleri Bizedir. Sonra onları hesaba çekmek de elbette
Bize aittir. (Gaşiye Suresi, 25-26)
Şu an dünyada
milyarlarca insan yaşamaktadır. Bu sayıya şimdiye dek yaşamış ve bundan sonra
da yaşayacak insanların sayısını eklersek, mahşer (diriliş) günü mezarlarından
çıkıp toplanacak insan kalabalığının olağanüstü bir görüntü oluşturacağını
anlayabiliriz. İlk insan Hz. Adem’den, kıyamet günü canı alınacak son insana
kadar yeryüzünde yaşamış insanların tümü bu mahşer meydanında biraraya
gelecektir. Sayısı milyarlarla ifade edilebilecek bu insan topluluğunun
oluşturacağı manzara son derece görkemli olacaktır. Fakat aynı zamanda bir o
kadar da ürkütücü ve dehşet verici olacağı kesindir. Allah’ın huzurunda
toplanma anı ve insanların durumu Kuran’da şöyle anlatılır:
O gün, kendisinden sapma imkanı olamayan çağırıcıya uyacaklar. Rahman (olan
Allah)a karşı sesler kısılmıştır; artık bir hırıltıdan başka bir şey
işitemezsin.
O gün, Rahman (olan Allah)’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnut
olduğu kimseden başkasının şefaati bir yarar sağlamaz.
O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir. Onlar ise, bilgi bakımından
O’nu kavrayıp kuşatamazlar.
(Artık bütün) Yüzler, diri, kaim olanın önünde eğik durmuştur ve zulüm
yüklenen ise yok olup gitmiştir. (Taha Suresi, 108-111)
İnkarcıların bütün
bir ömür boyu göz ardı ettiği, müminlerin ise şevkle hazırlanıp beklediği hesap
anı gelmiştir. Bu büyük mahkeme için görkemli bir mekan yaratılır. O gün,
ayette bildirildiğine göre, “Gök yarılıp-çatlamıştır; artık o gün, ‘sarkmış-za’fa
uğramıştır.’ Melek(ler) ise, onun çevresi üzerindedir. O gün, Rabbinin arşını
onların da üstünde sekiz (melek) taşır.” (Hakka
Suresi, 16-17) Bir başka ayette ise, o gün, “Ruh ve meleklerin saflar halinde duracakları gün...” (Nebe Suresi, 38) olarak tarif edilir.
Alemlerin Rabbi
olan Allah o gün yarattığı kullarından hesap soracaktır. İnkar edenler için
sonsuz bir azap kaynağı da yaratmıştır. Kimse o gün O’nun vereceği acının bir
benzerini veremez. Kuran’da şöyle haber verilir:
Hayır; yer, parça parça yıkılıp darmadağın olduğu, Rabbin(in buyruğu)
geldiği ve melekler dizi dizi durduğu zaman; O gün, cehennem de getirilmiştir.
İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda? Der ki:
“Keşke hayatım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim.” Artık o gün hiç
kimse (Allah’ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. O’nun vuracağı bağı hiç
kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 21-26)
İnsan, eğer
dünyadaki yaşamında Allah’a kulluk görevini yerine getirmeyip, bu büyük güne iman
edip ona hazırlık yapmamışsa, pişmanlığın en büyüğünü yaşayacaktır. O gün inkar
eden kişi “Ah, keşke ben bir toprak oluverseydim” (Nebe Suresi, 40) diyecektir. Ancak bu pişmanlığın
faydası yoktur; onu azaptan kurtaramayacaktır. Aksine, bu pişmanlık onun için
yeni bir azap kaynağı olacak, cehennemde çekeceği fiziksel acıların üzerine bir
de manevi işkence olarak eklenecektir.
Kitapların Verilişi, Teraziler ve Hesaba Çekilme
İnkarcıların
dirilmelerinin ardından, hesaba çekilecek olmanın verdiği korku ve sıkıntı
başlar. İnsanın dünyadaki yaşamı sırasında her yaptığı, her düşündüğü gözler
önüne serilir. En ufak bir ayrıntı bile unutulmaz. Bir ayette şöyle bildirilir:
“… Gerçekten bir hardal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya
parçasından ya da göklerde veya yer(in derinliklerinde) de bulunsa bile, Allah
onu getirir. (açığa çıkarır) Şüphesiz Allah, Latif olandır, (herşeyden)
haberdardır.” (Lokman Suresi, 16)
İnsanlar hesaba
çekildiklerinde kendi amel defterlerinden dünyada ahiret için neyi hazırladıklarını
öğrenirler. Kuran’da, o an şöyle anlatılır:
O gün insanlar, amelleri kendilerine gösterilsin diye, bölük bölük
fırlayıp-çıkarlar. Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık
kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür. (Zelzele Suresi,
6-8)
Kuran’da
bildirildiğine göre, hesap defterleri inkarcılara sol ellerinden, müminlere ise
sağ ellerinden verilecektir. “Sağın adamları”, bir ayette şöyle anlatılır:
Siz o gün arzolunursunuz; sizden yana hiçbir gizli (şey), gizli kalmaz.
Artık kitabı sağ-eline verilen kişi, der ki: “Alın, kitabımı okuyun.” “Çünkü
ben, gerçekten hesabıma kavuşacağımı sanmış (anlamış)tım.” Artık o, hoşnut bir
yaşama içindedir. Yüksek bir cennette. Devşirilecek (meyve ve eşsiz ürün) leri
pek yakındır. “Geride kalan günlerde, ‘peşin olarak sunduklarınıza karşılık
olmak üzere,’ afiyetle yiyin ve için.” (Hakka Suresi, 18-24)
Müminlerin bu
sevinç ve coşkusuna karşın inkar edenler büyük bir utanç ve pişmanlık
içindedirler. Ölmeyi hatta yok olmayı isterler. Üstteki ayetin devamında
inkarcıların çaresizlikleri şöyle haber verilir:
Kitabı sol eline verilen ise; o da, der ki: “Bana keşke kitabım
verilmeseydi. Hesabımı hiç bilmeseydim. Keşke o (ölüm herşeyi) kesip
bitirseydi. Malım bana hiçbir yarar sağlayamadı. Güç ve kudretim yok olup
gitti.” (Hakka Suresi, 25-29)
Başka ayetlerde,
sağın ve solun adamları arasındaki farkı Allah şöyle bildirmektedir:
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse. O, kolay bir hesap (sorgu) ile
sorguya çekilecek. Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. Kimin
de kitabı ardından verilirse. O da, helak (yok olmay)ı çağıracak. Çılgın alevli
ateşe girecek. Çünkü o, (dünyada) kendi yakınları arasında sevinçliydi. Doğrusu
o, (Rabbine) bir daha dönmeyeceğini sanmıştı. Hayır; gerçekten Rabbi, kendisini
çok iyi görendi. (İnşikak Suresi, 7-15)
Kitaplardaki
ameller, hesap günü için özel hazırlanmış duyarlı terazilerde tartılır. O gün,
Allah’ın adaleti karşısında kimse zerre kadar haksızlığa uğratılmaz:
Biz ise, kıyamet gününe ait duyarlı teraziler koyarız da artık, hiçbir
nefis hiçbir şeyle haksızlığa uğramaz. Bir hardal tanesi bile olsa ona
(teraziye) getiririz. Hesap görücüler olarak Biz yeteriz. (Enbiya Suresi, 47)
Dünya hayatında
yapılan her amel, en küçük ayrıntılar bile eksik kalmaksızın bu tartıya
konulmuştur. Bu tartının ibresi sonsuz azaba veya sonsuz kurtuluş ve mutluluğa
götürecek kararı belirler. Eğer tartı ağır basarsa cennete, hafif kalırsa ateş
çukuruna girilecektir. Allah’tan başka hiçbir güç veya yardımcı o anda insana
yardım edemez:
İşte, kimin tartıları ağır basarsa, artık o, hoşnut olunan bir hayat
içindedir. Kimin tartıları hafif kalırsa, artık onun da anası (son durağı)
“haviye”dir (uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O,
kızgın bir ateştir. (Kaaria Suresi, 6-11)
Ardından tüm
insanlar tek tek hesaba çekilirler. Artık dünyadaki makamların, mevkilerin
hiçbir anlamı kalmamıştır. Bir devlet başkanı da sıradan bir insan da, Allah
Katında aynı hesapla karşı karşıya kalır. Herkese, kendisini yaratmış olan Allah’a
kulluk edip etmediği, O’nun emirlerine uyup uymadığı sorulur. İnkarcıların tüm
günahları, tüm pislikleri, tüm kötülükleri, akıllarından, kalplerinden bütün
geçirdikleri tek tek ortaya dökülür:
Sırların orta yere çıkarılacağı gün. Artık onun ne gücü vardır, ne
yardımcısı. (Tarık Suresi, 9-10)
Dünyadaki
yaşamlarını Allah’ın gösterdiği şekilde değil de, kendi istek ve tutkularına ya
da içinde bulundukları ortamın çarpık değer ve inançlarına göre yönlendirmiş
olanların hesabı zorludur. Ayetlerde o büyük hesap şöyle anlatılır:
Ve ‘diri diri toprağa gömülen kızcağıza’ sorulduğu zaman:
“Hangi suçtan dolayı öldürüldü?”
Sahifeler (amel defterleri) açıldığı zaman,
Gök, sıyrılıp-yüzüldüğü zaman,
Cehennem ateşi çılgınca kızıştırıldığı zaman,
Cennet de yakınlaştırıldığı zaman,
(Artık her) Nefis, neyi hazırladığını bilip-öğrenmiştir. (Tekvir Suresi,
8-14)
Hiçbir insan
Rabbimiz’in huzurunda yaptıklarını inkar edemez. İşlediği bütün hayır ve şer
ortaya çıkarılmıştır. İnkar etse bile şahitler onu yalanlar. Dünya hayatında
kendisine şahit olan insanlar da hesap sırasında şahitlik yapmak için ortaya
getirilir. Allah ayetinde şöyle buyurmaktadır:
Yer, Rabbinin nuruyla parıldadı; (orta yere) kitap kondu; Peygamberler ve
şahidler getirildi ve aralarında hak ile hüküm verildi, onlar haksızlığa
uğratılmazlar. (Zümer Suresi, 69)
Hesap sırasında
inkarcıları bekleyen başka şahitler de vardır. İşitme, görme duyuları ve
derileri Allah’ın izniyle dile gelip konuşur, kendi aleyhlerinde şahitlik
ederler. Bütün bir ömür boyunca kullandıkları, kendilerine ait sandıkları
uzuvlarının bile insana ihanet etmesi, o gün yaşanacak olan psikolojik yıkımı
daha da artırır. Fussilet Suresi’ndeki ayetlerde o gün yaşanacak olan bu gerçek
şöyle haber verilir:
Allah’ın düşmanlarının biraraya getirilip-toplanacakları gün işte onlar,
ateşe bölükler halinde dağıtılırlar. Sonunda oraya geldikleri zaman, işitme,
görme (duyuları) ve derileri kendi aleyhlerine şahitlik edecektir. Kendi
derilerine dediler ki: “Niye aleyhimizde şahitlik ettiniz?” Dediler ki:
“Herşeye nutku verip-konuşturan Allah, bizi konuşturdu. Sizi ilk defa O yarattı
ve O’na döndürülüyorsunuz. Siz, işitme, görme (duyularınız) ve derileriniz
aleyhinize şahitlik eder diye sakınmıyordunuz. Aksine, yaptıklarınızın birçoğunu
Allah’ın bilmeyeceğini sanıyordunuz. İşte bu sizin zannınız; Rabbiniz hakkında
beslediğiniz-zannınız, sizi bir yıkıma uğrattı, böylelikle hüsrana uğrayan
kimseler olarak sabahladınız.” Şimdi eğer sabredebilirlerse, artık onlar için
konaklama yeri ateştir. Ve eğer onlar hoşnut olma (dünya)ya dönmek isterlerse,
artık hoşnut olacaklardan değildirler. (Fussilet Suresi, 19-24)
İnkarcılar,
kendilerini yaratan ve yaşatan Allah’a isyan etmekle, olabilecek en büyük suçu
işlemişlerdir. Bu yüzden hesap günü kendilerini savunmalarına izin verilmez.
Hatta seslerini çıkarmalarına dahi fırsat tanınmaz. Aşağılanmış ve zavallı bir
şekilde haklarındaki hükmün verilmesini beklerler:
O gün, yalanlayanların vay haline. Bu, onların konuşamayacakları bir
gündür. Ve onlara özür beyan etmeleri için izin verilmez. O gün,
yalanlayanların vay haline. Bu, hüküm günüdür; sizi ve öncekileri ‘birarada
topladık.’ Şayet kurabileceğiniz hileli bir düzeniniz varsa, durmaksızın bana
karşı kurun. O gün, yalanlayanların vay haline. (Mürselat Suresi, 34-40)
İnkarcı o gün kendi
yaptıklarından şiddetle nefret eder ve kendi nefsine karşı da büyük bir öfke
duyar. Fakat Allah’ın onlara karşı duyduğu öfke çok daha büyüktür. İnkar
edenlere şöyle seslenilir:
... Allah’ın gazablanması, elbette sizin kendi nefislerinize
gazablanmanızdan daha büyüktür. Çünkü siz, imana çağrıldığınız zaman inkar
ediyordunuz. (Mümin Suresi, 10)
Allah’ın gazabıyla
karşı karşıya kalan inkarcılar büyük bir umutsuzluk, pişmanlık, utanç ve üzüntü
içindedirler. Hiç dirilmemiş olmayı isterler. Ölümün kendilerini ebediyen yok
etmiş olmasını dilerler. Oysa ölüm bir son değil, yalnızca bir başlangıçtır.
Bundan sonra başka bir ölüm de yoktur. Allah’ın, “O inkar edenler
Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler” (Hicr
Suresi, 2) ayeti de inkarcılar üzerinde tecelli etmeye başlar.
İnkarcıların
yaşayacakları tüm bu zorlukların aksine o gün müminler için kolay bir hesap
olacaktır. Mümin Allah’ın huzurunda hesaba çekildikten sonra, büyük kurtuluş ve
mutluluğun coşkusuyla sevinç içindedir. Dünyadaki yaşamını, kendisini yaratan
ve doğruya yönelten Allah’ın istediği şekilde sürdürdüğünden dolayı sonsuz
rahmet sahibi Allah hesap günü müminlerin günahlarını affedecektir. Böylece
Allah’ın sınırsız nimetleriyle dolu cennete kavuşur, sonsuz ateş azabından da
uzak tutulur:
Ey insan, gerçekten sen, hiç durmaksızın Rabbine doğru bir çaba harcayıp
durmaktasın; sonunda O’na varacaksın.
Artık kimin kitabı sağ yanından verilirse,
O, kolay bir hesap (sorgu) ile sorguya çekilecek,
Ve kendi yakınlarına sevinç içinde dönmüş olacaktır. (İnşikak Suresi, 6-9)
İnkarcıların Çaresizliği
İnkarcı o gün
kendisinden her isteneni yapmak ister, ama başaramaz; gücü, kuvveti alınmıştır.
Secdeye davet edildiğinde secde etmek ister, ancak bunu bile başaramaz. Tıpkı
insanın kabus görürken bir şeyi yapmak isteyip de yapamaması, bağırmak isteyip
de sesinin çıkmaması gibi. Eli ayağı tutmaz hale gelir. Korku, dehşet ve
çaresizlikten adeta felç olmuştur. Onların bu durumları Kuran’da şöyle
bildirilmektedir:
Ayağın üstünden (örtünün) açılacağı ve onların secdeye çağrılacakları gün,
artık güç yetiremezler. Gözleri ‘korkudan ve dehşetten düşük’, kendilerini de
zillet sarıp-kuşatmış. Oysa onlar, (daha önce) sapasağlam iken secdeye davet
edilirlerdi. (Kalem Suresi, 42-43)
İnkarcı bir kişinin
ahirette secdeye davet edilmesinin hikmetlerinden biri, bunu dünyadayken
yapmamasından dolayı üzüntü ve pişmanlığının artması, bir daha da sonsuza
kadar, ne kadar çok istese de bunu yapıp telafi etmesinin imkansız olduğunu
görmesi, bunun keder ve ümitsizliğini ebediyen içinde taşıması için olabilir.
Kuran’da mahşer
günü müminlerin ve inkarcıların nasıl bir çehreye sahip olduklarından da haber
verilir. Müminlerin içlerindeki coşku yüzlerine yansımış, ışıl ışıl
bakmaktadırlar. İnkarcılar ise yaptıkları nankörlüğün ve akılsızlığın farkına
varır ve kendilerine isabet edecek azabı beklerler. Müminlerin coşkulu,
ışıltılı ifadelerine karşılık onların yüzlerine karartı ve pislik çökmüştür:
Hayır; siz çarçabuk geçmekte olanı (dünyayı) seviyorsunuz. Ve ahireti terk
edip-bırakıyorsunuz. O gün yüzler ışıl ışıl parlar. Rablerine bakıp-durur. O
gün, öyle yüzler vardır ki kararmış-ekşimiştir. Kendisine, beli büken işlerin
yapılacağını anlamaktadır. (Kıyamet Suresi, 20-25)
Cehennemin Gösterilişi
Allah Meryem Suresi’nde
mümin ya da inkarcı, tüm insanların cehennemin çevresinde diz çökeceğini haber
vermektedir:
İnsan demektedir ki: “Ben öldükten sonra mı, gerçekten diri olarak
çıkarılacağım?” İnsan önceden, hiçbir şey değilken, gerçekten Bizim onu
yaratmış bulunduğumuzu (hiç) düşünmüyor mu? Andolsun Rabbine, Biz onları da,
şeytanları da mutlaka haşredeceğiz, sonra onları cehennemin çevresinde diz üstü
çökmüş olarak hazır bulunduracağız. Sonra, her bir gruptan Rahman’a karşı
azgınlık göstermek bakımından en şiddetli olanını ayıracağız. Sonra Biz ona
(cehenneme) girmeye kimlerin en çok uygun olduğunu daha iyi biliriz. Sizden ona
girmeyecek hiç kimse yoktur. Bu, Rabbinin kesin olarak üzerine aldığı bir
karardır. Sonra, takva sahiplerini kurtarırız ve zulmedenleri diz üstü çökmüş
olarak bırakıveririz. (Meryem Suresi, 66-72)
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi, mahşer günü tüm insanlar “cehennemin çevresinde diz üstü
çökmüş olarak” hazır bulundurulacaklardır. Tüm insanlar, mümin ya da inkarcı,
cehennemin korkunç uğultusuna ve içindeki akıl durdurucu görüntülere şahit
olacaklardır. Ancak sonra Allah’ın dilemesiyle müminler kurtarılır ve
inkarcılar diz üstü çökmüş olarak bırakılırlar. Daha sonra da cehennemin içine
atılırlar.
Müminlerin de o
topluluk içinde olmalarının hikmetlerinden birinin, Allah’ın azametini daha iyi
kavramaları ve O’na şükretmeleri olduğu düşünülebilir. Cehennem azabının
şiddetini yakından gören mümin, Allah’ın kendisine verdiği imanın ne kadar
büyük bir nimet olduğunu iyice kavrar. Çünkü şahit olduğu cehennem o kadar
korkunçtur ki, yalnızca o azaptan kurtulmuş olmak bile, insan için büyük bir
mutluluktur.
Mümin, cehenneme
şahit olmakla, kıyas yapma imkanına sahip olur. Böylece insana verilecek en
güzel nimetleri barındıran, içinde ebedi kalacağı cennetin değerini daha iyi
anlar. Dünyada da acıdan kurtulmak büyük bir nimettir. Örneğin dağ başında
soğuktan donma tehlikesi geçiren biri için, içinde ateş yanan köhne bir baraka,
o an için en lüks otel odasından daha güzeldir. Günlerce yemek yememiş birisi
için kuru bir ekmek, normal zamanda yiyeceği en mükellef ziyafetten daha
lezzetli gelir. Acının sona ermesi, başlı başına büyük bir sevinç, neşe, huzur
ve dolayısıyla şükür kaynağıdır.
Cehennemi yakından
görüp Allah’ın kurtardığı mümin, işte bu sevince ulaşır. Cennet ile
ödüllendirilmesi de, Kuran’da sözü edilen “felah”ı (büyük kurtuluş ve mutluluk)
eksiksiz bir biçimde tatmasını sağlar. Var olan en büyük azabı gördükten sonra,
cennete girip hayal gücünün alamayacağı nimetlere kavuşan mümin cennetin
değerini çok iyi bilir. Geri kalan sonsuz hayatı boyunca da cehennem ortamını
hiç unutmaz, bu sayede cennetten aldığı zevk aynı oranda fazlalaşır.
Mahşer gününde
insanlar, Araf (burçlar) üzerinde bulunan, mümin ve inkarcıları yüzlerinden
tanıyan kimselerin şu sözleriyle karşılaşırlar:
İki taraf arasında bir engel ve burçlar (A’raf) üstünde hepsini yüzlerinden
tanıyan adamlar vardır. Cennete gireceklere: “Selam size” derler, ki bunlar
henüz girmeyen fakat (girmeyi) ‘şiddetle arzu edip umanlardır.’ Gözleri
cehennem halkından yana çevrilince: “Rabbimiz, bizi zalimler topluluğuyla
birlikte kılma” derler.
Burcun üstündeki adamlar, kendilerini yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen
birtakım) adamlara seslenerek derler ki: “Ne (güç ve servet) toplamış olmanız,
ne büyüklük taslamanız (istikbarınız) size bir yarar sağlamadı. Kendilerine
Allah’ın bir rahmet eriştirmeyeceğine yemin ettiğiniz kimseler bunlar mıydı?
(Cennettekilere de) Girin cennete. Sizin için korku yoktur ve mahzun
olmayacaksınız.” (A’raf Suresi, 46-49)
İnsanlar yeniden
dirildikten sonra hesap günü yaratılmışların en hayırlıları olan müminler
(Beyyine Suresi, 7) ile yaratılmışların en aşağısı (Beyyine Suresi, 6) olan
inkarcıların birbirlerinden sonsuza kadar ayrılmaları vaktidir. Ayırma günü
Kuran’da şöyle bildirilmektedir:
Ve resuller de (şahitlik için) belli bir vakitte getirildiği zaman. (Bu,)
Hangi gün için ertelenmişti? (Mü’mini müşrikten, haklıyı haksızdan) Ayırma günü
için. Bu ayırma gününü sana ne bildirdi? O gün, yalanlayanların vay haline.
Biz, öncekileri helak etmedik mi? Sonra arkadan gelenleri onların izinde
yürüteceğiz. İşte Biz, suçlu-günahkarlara böyle yapıyoruz. O gün,
yalanlayanların vay haline. (Mürselat Suresi, 11-19)
Kaf Suresi’nde
inkarcıların ve müminlerin ebedi yurtlarına yaptıkları yolculuk, şöyle
anlatılır:
O, ölüm sarhoşluğu, bir gerçek olarak gelip de, (insana) “İşte bu, senin
yan çizip-kaçmakta olduğun şeydir” (denildiği zaman da). Sur’a da üfürülmüştür.
İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür. (Artık) Her bir nefis, yanında bir
sürücü ve bir şahid ile gelmiştir. “Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin;
işte Biz de senin üzerindeki örtüyü açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün
keskindir.” Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: “İşte bu,
yanımda hazır durumda olan şey.” Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü
atın cehennemin içine. Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi. Ki o, Allah’la
beraber başka bir İlah edinmişti. Artık ikiniz, onu en şiddetli olan azabın
içine atın. Onun yakın-dostu (saptırıcı) dedi ki: “Rabbimiz, ben onu
kışkırtıp-azdırmadım. Ancak kendisi (haktan) uzak bir sapıklık içindeydi.”
(Allah buyurur:) “Benim huzurumda çekişip-durmayın. Ben size daha önce ‘kesin
bir uyarı’ göndermiştim. Huzurumda söz değişikliğe uğratılmaz ve Ben kullara
zulmedici değilim.” O gün cehenneme diyeceğiz: “Doldun mu?” O da: “Daha fazlası
var mı?” diyecek. Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün)
yakınlaştırılmıştır. Bu, size vaat olunandır; (gönülden Allah’a) yönelip-dönen
(İslam’ın hükümlerini) koruyan. Görmediği halde Rahman’a karşı ‘içi titreyerek
korku duyan’ ve ‘içten Allah’a yönelmiş’ bir kalb ile gelen içindir. Ona
‘esenlik ve barış (selam)la’ girin. Bu, ebedilik günüdür. (Kaf Suresi, 19-34)
-3-
CEHENNEM
... O düşündü ve bir ölçü tespit etti.
Kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?
Yine kahrolası, nasıl bir ölçü koydu?
Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve
yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve
büyüklük tasladı. Böylece: “Bu, yalnızca
‘aktarılarak öğrenilen’ bir büyüdür” dedi.
“Bu, bir beşer sözünden başkası değildir.”
Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacağım.
Cehennem (sakar) nedir, sen bilir misin?
Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere
delicesine susamıştır.
(Müddessir Suresi, 18-29)
GİRİŞ
Aldanmalar ve Gerçekler
İnkar edenlerin
içinde sonsuza kadar kalacakları yer, onların dünya hayatında yaptıklarına
karşılık cezalarını çekmeleri için yaratılmış olan “cehennem”dir.
İnkar edenler
suçludurlar. İşledikleri suç ise, olabilecek en büyük suçtur. Bu suç, insanın
kendisini yaratan, ona can veren Allah’a isyan ve nankörlük etmesidir. Böyle
büyük bir suça da büyük bir ceza gerekir ki, cehennem bu adaletin yerine
getirileceği yerdir. İnsan Allah’a kul olsun diye yaratılmıştır. Yaratılış
amacını reddederse, karşılığını cehennemde görür. Allah, bir ayetinde şöyle
buyurmaktadır:
... Doğrusu Bana ibadet etmekten büyüklenen (müstekbir)ler; cehenneme boyun
bükmüş kimseler olarak gireceklerdir. (Mü’min Suresi, 60)
Allah’a iman
etmeyen, O’nu gereği gibi takdir etmeyip kulluk görevini yerine getirmeyen her
insan sonunda cehenneme gidecektir ve kimsenin de cehennemden kurtulmak için
bir garantisi yoktur. Tüm insanlar için en büyük tehlike Allah’ın azabıyla
karşılık göreceği yer olan cehennemdir. Dünya üzerindeki hiçbir şey Allah’ın
rızasını kazanmaktan ve cehennemden korunmaktan daha önemli olmayacaktır.
Bu açık gerçeğe
karşın, insanların bir kısmı bir tür sarhoşluk içindedirler. Kendilerine başka
dertler bulurlar. Önemsiz bir konu için aylarca, yıllarca didinirler de,
kendileri için en büyük tehlike olan cehennemi düşünmezler bile. Ateş
yanıbaşlarındadır, ama bunu fark edemeyecek kadar kördürler. Kuran’da, “daimi
sarhoşluk” (gaflet) halindeki bu insan grubundan şöyle söz edilir:
İnsanları sorgulama (zamanı) yaklaştı, kendileri ise gaflet içinde yüz
çeviriyorlar. Rablerinden kendilerine yeni bir hatırlatma gelmeyiversin, bunu
mutlaka oyun konusu yaparak dinliyorlar. Onların kalpleri tutkuyla
oyalanmadadır... (Enbiya Suresi, 1-3)
Böyle insanların
kalpleri tutkuyla oyalanmadadır. Bu kişiler sadece dünya hayatında geçici bir
yarar elde edebilecekleri bazı saplantılı hedefler üzerine tüm hayatlarını
harcamaktadırlar. Kimisi işinde yükselmeyi, kimisi “mutlu bir yuva” kurmayı,
çok para kazanmayı ya da boş bir ideolojiyi savunmayı hayatının amacı haline
getirmiştir. Önlerindeki sonsuza kadar sürecek olan büyük tehlikenin ise
farkında değildirler. Cehenneme karşı olan duyarsızlıkları, konu hakkında
kullandıkları üsluptan bile hemen anlaşılır. Bu tür insanların oluşturduğu
“cahiliye toplumu” içinde hemen herkes anlamını tam olarak kavramadan cehennnem
sözcüğünü sık sık telaffuz eder. Bu kelime kimi zaman esprilere dahi konu olur.
Hiç kimse bu kelimenin anlamı üzerinde uzun uzun durmaz. İşte en büyük
hatalardan biri burada yapılır ve cehennem hayali bir kavram olarak kabul
görür.
Oysa cehennem,
inkarcıların şiddetle bağlandıkları bu dünyadan daha gerçektir. Dünya yok
olacaktır, ama cehennem sonsuza dek vardır. Dünyayı, evreni ve insanı eşi
benzeri bulunmayan sayısız denge ve ayrıntı üzerinde kusursuz bir sanatla
yaratan Allah, aynı şekilde ahireti ve cehennemi de yaratmıştır ve cehennem
azabını bütün müşrik, münafık ve inkarcılara vaat etmiştir.
Yaratılmış en kötü
mekan olan cehennem, hayal gücünün alabileceğinden çok öte bir azap kaynağıdır.
Bu azap Allah’ın kudretinin bir tecellisi olarak yaratılmıştır ve dünyada
mümkün olan en büyük acılardan kat kat şiddetli acılar içerir.
Bir başka büyük
gerçek ise bu azabın cehenneme girenler için “sonsuza dek” sürecek olmasıdır.
Cahiliye toplumu içindeki birçok insan, cehennem azabının her insan için
belirli bir zaman süreceği, sonra da bağışlanacakları gibi bir hurafeye inanır.
Bu kişiler dünya
hayatından istedikleri kadar yararlanıp, bunun karşılığında cehennemde bir süre
kalacaklarını, daha sonra affedileceklerini zannederler. Ama kendilerini
bekleyen son, tahmin ettiklerinden çok daha acıdır. Çünkü cehennem -Allah’ın
dilemesi dışında- sonsuza dek sürecek bir azap mekanıdır. Allah Kuran’da,
cehennemin inkarcılar için yaratıldığını ve azabının sonsuza dek sürdüğünü
bildirmektedir. İnkar edenler, “bütün zamanlar boyunca içinde kalacaklardır.” (Nebe Suresi, 23)
Her insanın “biraz
yanıp sonra da cennete gireceği” şeklindeki düşünce ise, bazı insanların
kendilerini avutup aldatmak için uydurdukları bir safsatadır. Nitekim Kuran’da
aynı şeyi Yahudilerin de öne sürdükleri bildirilir:
Dediler ki: “Sayılı günlerin dışında, ateş asla bize değmeyecektir.” De ki:
“Allah Katından bir ahid mi aldınız? -ki Allah asla ahdinden dönmez- Yoksa Allah’a
karşı bilmediğiniz bir şeyi mi söylüyorsunuz?” Hayır; kim bir kötülük işler de
günahı kendisini kuşatırsa, (artık) onlar, ateşin halkıdırlar, orada süresiz
kalacaklardır. (Bakara Suresi, 80-81)
Kendisini yaratan,
kendisine “işitme, görme ve kalp” veren Allah’a karşı, hayatını nankörlük ve
isyan içinde geçiren kimse, sonsuz azabı hak etmiştir. (Nahl Suresi, 78)
Kendisini avutmak için öne sürdüğü bahanelerin hiçbir yararı olmayacaktır.
Dünyada iken yaptığı taşkınlıklar, Allah’ın dinine karşı gösterdiği kayıtsızlık
ve hatta hınç, hakkındaki hükmü kesinleştirmiştir. Bir ayette, bu durum şöyle
anlatılır:
Onlara karşı apaçık olan ayetlerimiz okunduğu zaman, sen o inkar edenlerin
yüzlerindeki ‘red ve inkarı’ tanıyabilirsin. Neredeyse, kendilerine karşı
ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler. De ki: “Size, bundan daha kötü
olanını haber vereyim mi? Ateş... Allah, onu inkar edenlere va’detmiş
bulunmaktadır. Ne kötü bir duraktır.” (Hac Suresi, 72)
Dünyada iken
Allah’a karşı büyüklük taslamış, müminlere karşı da düşmanlık beslemiş
olanlara, mahşer günü şöyle denecektir:
Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin kapılarından girin.
Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)
Cehennemin en
korkunç özelliği azabın hiçbir zaman bitmeyecek olmasıdır. İçine bir kez
girdikten sonra Allah’ın diledikleri dışında artık geri dönüş yoktur. Tek
gerçek sonsuza kadar sürecek ateş azabıdır. Allah’ın kahredici (“Kahhar”)
sıfatının en çok tecelli ettiği yer cehennemdir. Bununla yüzyüze gelen insan
ruhen sonsuz yıkıma uğrar. Çünkü artık hiçbir umut kalmamıştır. Kuran’da,
cehennemliklerin çaresizliği şöyle anlatılır:
Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her
çıkmak istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: “Kendisini yalanladığınız
ateş azabını tadın” denir. (Secde Suresi, 20)
... Ateş sizin içinde süresiz kalacağınız konaklama yerinizdir. Şüphesiz
Rabbin, hüküm ve hikmet sahibi olandır, bilendir. (Enam Suresi, 128)
Ateşten çıkmak isterler, ama ondan çıkacak değiller. Onlar için sürekli bir
azab vardır. (Maide Suresi, 37)
Böyle olmakla
beraber Allah’tan bir rahmet olarak Peygamber Efendimiz (sav)’nin şöyle bir
hadisi de vardır:
Hz. Peygamber (sav)
şöyle buyurdular: “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kimse ateşten çıkacaktır.”
Ebu Said der ki: “Kim (bu ihbarın ifade ettiği hakikatten) şüpheye düşerse şu
ayeti okusun: “Allah şüphesiz zerre kadar haksızlık yapmaz...” (Nisa Suresi,
40) (Tirmizi, Sıfatu Cehennem 10, (2601))
CEHENNEMDEKİ AZAP ORTAMI
Cehenneme Götürülme
Cehennem, Allah’ın
“Kahhar” (Kahredici), “Cebbar” (istediğini zorla yaptıran), “Muntakim” (intikam
alıcı) gibi isimlerinin sonsuza dek tecelli edeceği yerdir. İnkarcı insana her
yönden acı vermek için özel bir yaratılışla yaratılmıştır. Kuran ayetlerinde
cehennem, yaşayan bir canlı gibi tasvir edilir. Bu canlı, inkarcılara karşı
öfke, nefret, hınç ve istekle doludur. Yaratıldığı günden beri, Yaratıcımızı
inkar eden inkarcılardan intikam almayı beklemektedir. Cehennem, ayetlerde
bildirildiğine göre, “insana delicesine susamıştır”. (Müddessir Suresi, 29) Dini yalanlayanları gördüğünde
öfkesinin şiddetinden parçalanacak gibi olur. Bu ateşin yaratılışının bir amacı
vardır; kahredici bir azap vermek. O da görevini yapacak, acıların en büyüğünü
verecektir.
İnkar edenler,
Allah’ın huzurunda hesaba çekildikten sonra kitaplarını sol yanlarından
alırlar. Bu an, sonsuza dek içinde kalacakları cehenneme sürülecekleri andır.
İnkarcılar için hiçbir kaçış imkanı yoktur. Hazır bulundurulan milyarlarca
insanın meydana getirdiği mahşer kalabalığı bu insanlar için bir kurtuluş ya da
gözden kaçma imkanı oluşturmaz. Kimse bu kalabalığın arasına karışıp kendisini
unutturamaz, kaybettiremez. Her kişi, kendisi için görevlendirilmiş bir şahit,
bir de sürücü melekle gelir. Allah ayetlerinde şöyle buyurmaktadır:
Sur’a da üfürülmüştür. İşte bu, tehdidin (gerçekleştiği) gündür.
(Artık) Her bir nefis, yanında bir sürücü ve bir şahid ile gelmiştir.
Andolsun, sen bundan gaflet içindeydin; işte Biz de senin üzerindeki örtüyü
açıp-kaldırdık. Artık bugün görüş-gücün keskindir.
Onun yakını olan (ve yanından ayrılmayan melek) dedi ki: “İşte bu, yanımda
hazır durumda olan şey.”
Siz ikiniz (ey melekler), her inatçı nankörü atın cehennemin içine,
Hayra engel olan, saldırgan şüpheciyi,
Ki o, Allah’la beraber başka bir İlah edinmişti. Artık ikiniz, onu en
şiddetli olan azabın içine atın. (Kaf Suresi, 20-26)
İşte inkarcılar bu
korkunç yere doğru yüzüstü sürüklenerek götürülürler. Kuran’da bildirildiğine
göre “bölük bölük” cehenneme doğru sevk edilirler. Ancak daha ulaşmadan,
uzaktan cehennemin korkusu yürekleri sarar. Çünkü cehennemin dehşet verici
homurtusu ve uğultusu uzaktan duyulur:
...kaynayıp-feveran ederken onun korkunç homurtusunu işitirler. Öfkesinin
şiddetinden neredeyse patlayıp parçalanacak... (Mülk Suresi, 7-8)
Furkan Suresi’nin
12. ayetinde ateşin, inkarcıları “uzak bir yerden gördüğü” ve “gazablı öfke”ye
kapıldığı bildirilir.
Ayetlere göre,
inkarcılar, dirilişle birlikte başlarına gelecekleri hissetmeye başlarlar.
Boyunları aşağılanmaktan ve utançtan ötürü bükülmüştür. Başları düşmüş, dostsuz,
yardımcısız kalmış, gururları kırılmış, çökmüş durumdadırlar. Utançlarından
dolayı başlarını kaldırmadan gözlerinin ucuyla bakarlar. Onların bu çaresizlik
içindeki durumları Kuran’da şöyle haber verilir:
Onları görürsün; zilletten başları önlerine düşmüş bir halde, ona (ateşe)
sunulurlarken göz ucuyla sezdirmeden bakarlar. İman edenler de: “Gerçekten
hüsrana uğrayanlar, kıyamet günü hem kendi nefislerini, hem yakın akraba (veya
yandaş)larını da hüsrana uğratmışlardır” dediler. Haberiniz olsun; gerçekten
zalimler, kalıcı bir azab içindedirler. (Şura Suresi, 45)
Cehenneme Giriş, Karşılanma ve Cehennemin Katları
Allah’ı inkar
ederek Rabbimiz’in dinine göre bir yaşam sürmeyenlerin, cehennemin kapısına
vardıklarında yaşayacakları Kuran’da şöyle haber verilir:
İnkar edenler, cehenneme bölük bölük sevk edildiler. Sonunda oraya
geldikleri zaman, kapıları açıldı ve onlara (cehennemin) bekçileri dedi ki:
“Size Rabbiniz’in ayetlerini okuyan ve bugünle karşılaşacağınızı (söyleyip)
sizi uyaran elçiler gelmedi mi?” Onlar: “Evet” dediler. Ancak azab kelimesi
kafirlerin üzerine hak oldu. Dediler ki: “İçinde ebedi kalıcılar olarak
cehennemin kapılarından (içeri) girin. Büyüklüğe kapılanların konaklama yeri ne
kötüdür.” (Zümer Suresi, 71-72)
Cehennemin kapıları
ise, her bir inkarcı grubu için özel olarak var edilmiştir. İnsanlar Allah’a
karşı isyanlarının şiddetine göre sınıflara ayrılmışlardır. Cehennemde de,
Kuran’da belirtilen konumlarına ve kazandıkları günahlara göre farklı azap
tabakalarına yerleştirilirler. Bir ayette şöyle denir:
(Allah) diyecek: “Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle
birlikte ateşe girin.” Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini)
lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar,
en önde gelenler için: “Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten
kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) “Hepsi için kat
kattır. Ancak siz bilmezsiniz” diyecek. (Araf Suresi, 38)
Hicr Suresi’ndeki
ayetlerde de, cehennem içindeki farklı “kat”lardan şöyle söz edilir:
... onların tümünün buluşma yeri cehennemdir. O’nun yedi kapısı vardır;
onlardan her bir kapı için bir grup ayrılmıştır.” (Hicr Suresi, 43-44)
Bu katların en
altında yer alan, diğer bir ifadeyle en büyük azapla karşılaşanlar ise, iman
etmedikleri halde dünyada mümin taklidi yapmaya çalışmış olan ikiyüzlü
“münafık”lardır. Kuran’da onların bu durumu müminlere şöyle bildirilir:
Gerçekten münafıklar, ateşin en alçak tabakasındadırlar. Onlara bir
yardımcı bulamazsın. (Nisa Suresi, 145)
Cehennem nefret
doludur, inkarcılara doymaz, beşere azap vermeye susamıştır. İçine atılan çok
sayıda inkarcıya rağmen daha fazlasını ister. Kaf Suresi’nde şöyle bildirilir:
O gün cehenneme diyeceğiz: “Doldun mu?” O da: “Daha fazlası var mı?” diyecek.
(Kaf Suresi, 30)
Cehennem bir kere
yakaladığını sonsuza kadar alıkoyar. Allah, ayetlerde cehennemi şöyle tarif
etmektedir:
Onu Ben, cehenneme sürükleyip-atacağım. Cehennem (sakar) nedir, sen bilir
misin? Ne alıkoyar, ne bırakır. Beşere delicesine susamıştır. (Müddessir
Suresi, 26-29)
Üstteki ayetten
anlaşıldığı gibi inkarcılar cehenneme “atılırlar”. Şuara Suresi’nin 94.
ayetinde ise, inkarcıların cehenneme, adeta çöp gibi “dökülüverildiği”
bildirilir.
Kilitlenen Kapıların Ardındaki Sonsuz Hayat
İnkarcılar,
cehenneme girdiklerinde cehennemin kapıları üzerlerine kapatılır ve olabilecek
en dehşet verici görüntülerle karşılaşırlar. Biraz sonra ateşe atılacaklarını
ve bunun da sonsuza kadar süreceğini anlamışlardır. Kapıların kapanması, artık
bir çıkışın ya da kaçışın olmadığını gösterir. Allah, inkarcıların durumunu
şöyle haber verir:
Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş’eme).
“Kapıları kilitlenmiş” bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)
Karşı karşıya kaldıkları
azap, Kuran’da bildirildiğine göre “büyük bir azap” (Al-i İmran
Suresi, 176), “şiddetli bir azap” (Al-i İmran
Suresi, 4) ve “acıklı bir azap”tır. (Al-i İmran
Suresi, 21) İnsanın dünya hayatında sahip olduğu kıstaslar, cehennem azabını
tam olarak kavramaya yeterli değildir. Birkaç saniye olsun ateşe veya kaynar
suya dayanamayan insan, sonsuza kadar sürecek bir ateş azabını zihninde
gerektiği gibi canlandıramaz. Hatta dünyadaki ateşin verebileceği herhangi bir
acı, cehennem azabının şiddeti ile karşılaştırılamaz. Allah’ın azabının bir
benzeri yoktur:
Artık o gün hiç kimse (Allah’ın) vereceği azab gibi azablandıramaz. Onun
vuracağı bağı hiç kimse vuramaz. (Fecr Suresi, 25-26)
Kuran’da haber
verildiğine göre, cehennemde her anı çok yönlü işkencelerle dolu bir hayat söz
konusudur. Cehennemdeki bu hayat, aşağılanmanın, rezilliğin, sefilliğin,
fiziksel ve psikolojik eziyetlerin, işkencelerin çok çeşitli uygulamalarından
oluşur. Cehennemdeki azabı dünyadaki herhangi bir şeyle kıyaslamak elbette
mümkün değildir.
Cehennem ehli beş
duyusuyla da azap çeker. Gözü dehşet verici ve iğrenç görüntüler görür; kulağı
korkunç ve acı veren sesler, uğultular, gürültüler, çığlıklar, inlemeler,
haykırışlar duyar; burnu olabilecek en pis ve tiksinti verici kokularla dolar; dili
en iğrenç tatları, en dayanılmaz acıları hisseder; derisi ve tüm vücudu, tek
bir hücresi eksik kalmamak üzere yanar, şiddetli acılar içinde kıvranır. Bir
türlü ölüp yok olmaz. Allah Kuran’da “ateşe ne kadar dayanıklıdırlar” (Bakara Suresi, 175) şeklinde buyurmuştur. Derileri
yenilenir, azapta hiçbir kesinti ve hafifleme olmadan aynı işkence sonsuza
kadar sürer. Yine Kuran’a göre artık inkar edenler “sabretseler de
birdir, sabretmeseler de”. (Tur Suresi, 16)
En az fiziksel
acılar kadar şiddetli manevi azaplar da vardır. Aşağılanır, horlanır, rezil
olur, pişman olur, çaresizliğini ve ümitsizliğini düşündükçe yüreği yanar, kan
ağlar. Sonsuzluk aklına geldikçe mahvolur. Öyle ki, azap bir milyon yıl sonra
veya bir milyar yıl sonra ya da trilyonlarca yıl sonra sona erecek olsa bu onun
için büyük bir umut ve sevinç kaynağı olurdu. Ama azabın bir daha hiç sonunun
gelmeyeceğini, cehennemden hiçbir zaman çıkış olmayacağını bilmenin verdiği
ümitsizlik hissi dünyadaki herhangi bir ümitsizlik hissiyle kıyaslanamayacak
bir duygudur.
Kuran’daki
tasvirlerden anlaşıldığına göre cehennem, pis kokusu, dar, gürültülü, karanlık,
isli, dumanlı, izbe ve tekin olmayan mekanları, hücreleri kavurucu sıcaklığı,
en iğrenç yiyecek ve içecekleri, ateşten elbiseleri, sonsuza kadar artan
azabıyla Allah’ın kudretinin ve adaletinin tecelli ettiği bir mekandır. Ancak
söz konusu ortamı, fikir vermesi açısından bazı yönlerden, nükleer savaş
sonrasındaki dünyayı tasvir eden filmlerdeki karanlık, alabildiğine pis,
iğrenç, bunaltıcı ortamlara benzetebiliriz. Elbette böyle bir mekanda ona uygun
bir hayat söz konusudur. Cehennem ehli duyar, konuşur, tartışır, kaçmaya
çalışır, ateşte yakılır, azabın hafifletilmesini ister, susar, acıkır,
pişmanlık duyar.
Bu ortamda
cehennemlikler pis ve iğrenç mekanlarda hayvanlar gibi yaşarlar. Yiyecek olarak
yalnızca zakkum ağacını veya darı dikenini bulabilirler. İçecek olarak ise
irin, kan ve kaynar sudan başka bir şeyleri yoktur. Bu arada ateş onları her
yanlarından kuşatmıştır. Yanan derilerinin yerine yenileri yaratılır. Böylece
ateşin verdiği acı, kesintisiz bir şekilde hiç hafiflemeden devam eder.
Derileri dökülmüş, etleri yanmış, bütün vücutları yanık, kan, irin içinde
olduğu halde zincirlere vurulur ve kırbaçlanırlar. Tasmalandırılır, elleri
boyunlarına bağlı olarak daracık yerlere atılırlar. Zebaniler tarafından
ateşten yataklara yatırılırlar, üzerlerine örttükleri örtüler bile ateştendir.
Bu azaptan kurtulabilmek için sürekli feryat ederler, yalvarırlar, ama
kendilerine cevap bile verilmez. En azından, bir günlük de olsa azabın
hafiflemesini isterler, ama yine aşağılanma ve azapla karşılık görürler.
Cehennemde bütün bu
olanlar kesin birer gerçektir. Bugün dünyada sürdürdüğümüz hayat kadar, hatta
daha da gerçektirler.
Allah’a, O’nun tam
olarak istediği gibi değil, bir ucundan ibadet edenler (Hac Suresi, 11);
Allah’tan başka ilahlar edinerek, para, mevki, kariyer gibi kavramları
hayatlarının amacı haline getirenler; Allah’ın dinini kendi istekleri
doğrultusunda değiştirenler, Kuran’ı şahsi menfaatlerine göre yorumlayıp
çarpıtanlar, imandan sonra inkara sapanlar, kısacası bütün inkarcılar,
müşrikler ve münafıklar hepsi cehenneme getirilirler. Bu, Allah’ın kesin bir
sözüdür ve gerçekleşecektir:
Eğer Biz dilemiş olsaydık, her bir nefse kendi hidayetini verirdik. Fakat
Benden çıkan şu söz gerçekleşecektir: “Andolsun, cehennemi cinlerden ve
insanlardan (inkar edenlerle) tamamıyla dolduracağım.” (Secde Suresi, 13)
Bu insanlar da
zaten cehennem için özel olarak yaratılmışlardır:
Andolsun, cehennem için cinlerden ve insanlardan çok sayıda kişi yarattık
(hazırladık). Kalpleri vardır bununla kavrayıp-anlamazlar, gözleri vardır
bununla görmezler, kulakları vardır bununla işitmezler. Bunlar hayvanlar
gibidir, hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır. (Araf Suresi,
179)
Ateş Azabı
Cehennemdeki bu
hayatın içinde, en büyük azaplardan biri ateştir. Ateş diğer işkencelere
kıyasla insanın benliğini kökünden sarsan yok eden bir unsurdur. İnsan
vücudunun en derin noktalarına, Kuran’da Allah’ın bildirdiği şekliyle
“hücrelerine” kadar işleyen bir azaptır.
İşte cehennem ehli,
cehennemde “cayır cayır yanmakta olan” (Mearic
Suresi, 15), öfkeli, “alevleri kabardıkça kabaran” (Leyl Suresi, 14), “çılgınca yanan” (Furkan
Suresi, 11) bu ateşin içine atılırlar ve çığlık çığlığa yanarlar. Kaaria
Suresi’nde şöyle buyrulur:
Kimin tartıları hafif kalırsa. Artık onun da anası (son durağı) “haviye”dir
(uçurum). Onun ne olduğunu (mahiyetini) sana bildiren nedir? O, kızgın bir
ateştir. (Kaaria Suresi, 8-11)
Ayetlerden
anlaşıldığına göre, ateş cehennemin her yerini kaplamıştır. Bu çukurda ateşten
korunulabilecek, ateşin erişmediği bir yer yoktur. İnkar eden kişi diğer
fiziksel ve ruhsal işkencelere tabi olurken de hayatının her anında ateşle
muhataptır. Ateş, son derece büyüktür. Kuran’da, onun büyüklüğü ve şiddeti
ifade edilirken, ateşin kıvılcımları için “saray” ve “deve sürüleri”
benzetmeleri kullanılır:
O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin.
Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı)
alevden korur. Gerçekten o, sanki her biri saray olan bir kıvılcım saçar. Her
biri, sanki sapsarı erkek deve sürüleri gibidir. (Mürselat Suresi, 28-33)
İnkar edenler
ateşten kaçmak, ondan kurtulmak için tüm güçlerini harcarlar. Ama kaçmalarına
izin verilmez. Mearic Suresi 17. ayette bildirildiğine göre, o öyle bir ateştir
ki, “yüz çevirip
arkasını döneni çağırır-durur”.
Bir başka ayette
ise şöyle bildirilir:
Fasık olanlar içinse, artık onların da barınma yeri ateştir. Oradan her çıkmak
istediklerinde, geri çevrilirler ve onlara: “Kendisini yalanladığınız ateş
azabını tadın” denir. (Secde Suresi, 20)
Böyle bir ateşle
yananların tahayyül edilemeyecek çığlık ve inlemeleri ortalığı kaplar. Yalnızca
bu korkunç çığlık ve inlemeler bile cehennem ehli için özel bir azap
kaynağıdır. Orada “kemikleri çatırdatan inlemeler vardır”. (Enbiya Suresi, 100)
Bir başka ayette ise, “mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orada (kahırla
ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır” (Hud
Suresi, 106) diye bildirilmektedir.
Ateş, dayanılmaz
bir acıdır. İnsan bir kibrit çöpünün alevine parmağını kısa bir süre tutmaya
bile dayanamaz. Şiddetli bir acı duyar. Ancak dünyada bu ve benzeri şekillerde
hissettiğimiz ateş azabı, cehennemdekinin yanında çok çok zayıftır. Çünkü
insan, dünyada uzun süre yanamaz. Eğer yanan bir ateşin içine düşmüşse, 5-10
saniye içinde can verir, ateşin büyük acısını çok kısa bir an yaşamış olur.
Ancak cehennemdeki
durum, çok korkunçtur, çünkü oradaki ateş insanı öldürmez, yalnızca acı çektirir.
Cehennem ehli, sonsuza kadar sürecek olan bir ateşin içinde Allah’ın dilemesi
dışında sonsuza kadar yanacaktır. Bu işlemin sonsuza kadar süreceğini bilmenin
verdiği dayanılmaz bir çaresizlik, umutsuzluk ve yıkım içinde olacaktır.
Azabın bir başka
yönü de, özel olarak yüzlerinin yakılmasıdır. İnsanı kibirlendiren, bu kibirle
kendisini müstağni görmesinie neden olan vücudunun en önemli yeri yüzüdür.
Çünkü yüz kişiye ayrı bir fert olma özelliği kazandırır. “Ben” diye tanımlanan
varlığın en belirgin göstergesidir. Güzellik ve çirkinlik kavramlarının en
yoğun olarak toplandığı bölgedir. İnsanlar, gazetelerde ya da televizyonda yüzü
ileri derece yanmış birisinin görüntüsüne rastladıklarında, şiddetli bir
acımayla karışık ürperti hissederler. Ardından benzer bir felakete karşı Allah’tan
koruma isterler. Hiç kimse böyle bir felaketin kendi başına gelmesini istemez
ve zaten kısa sürede bu görüntü unutulur. Ancak inkarcıların gaflette olduğu
bir şey vardır ki, o da benzer bir sona hem de akıllarının alamayacağı kadar
şiddetlisine adım adım yaklaşmakta olduklarıdır. Cehennemdeki ateş insan
vücudunun her noktasına büyük acılar verir. Ama insanın yüzünün yanması en
acısıdır. Gözler, kulaklar, burun, dil ve derinin, yani beş duyu kaynağının
aynı anda bulunduğu tek ve en önemli bölgedir yüz. İnsan yüze gelecek darbelere
karşı çok hassastır, en ufak bir harekete şiddetli bir refleksle cevap verir.
Cehennemde ise yüz, ateşte yakılır, kaynar sularla haşlanır. Acının en yoğun
olarak hissedildiği yere en ağır işkenceler yapılır. Ayetlerde, bu azap şöyle
tasvir edilir:
Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: “Eyvahlar bize, keşke
Allah’a itaat etseydik ve Resule itaat etseydik.” (Ahzap Suresi, 66)
Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)
Ateş, onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar (etleri
sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler. (Müminun Suresi, 104)
Cehennemin Odunları, Kaynar Su ve
Dağlanan Vücutlar
Allah inkarcıların
cehennem ateşi içinde yanacaklarını bildirirken, Kuran’da bir benzetme
yapmıştır. Buna göre, inkarcılar yana yana “cehennemin odunu” haline gelirler.
Cehennemde ateşin kavurduğu herhangi bir nesne gibi yanmazlar. İnkarcılar
kendileri ateşin yakıtını oluştururlar. Bu durum bir ayette şöyle bildirilir:
“Zulmedenler, ise onlar da cehennem için odun olmuşlardır”. (Cin Suresi,
15)
Odunun kendisi,
ateşinin yakacağı herhangi bir cisimden çok daha uzun, çok daha şiddetle, için
için yanar. İşte inkarcılar da, aynı şekilde yalanladıkları bu ateşin odunu
olurlar. Ayetlerde, bu gerçek şöyle haber verilmiştir:
Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı
insanlar ve taşlardır... (Tahrim Suresi, 6)
Şüphesiz inkar edenler, onların malları da, çocukları da kendilerine Allah’tan
(gelecek azaba karşı) hiçbir şey kazandırmaz. Ve onlar ateşin yakıtıdırlar.
(Al-i İmran Suresi, 10)
Gerçekten siz de, Allah’ın dışında taptıklarınız da cehennemin odunusunuz,
siz ona varacaksınız. (Enbiya Suresi, 98)
Odun yerine geçen
insanların yanında, bir de ateşi yakmak için kullanılan gerçek odunlar vardır.
Ancak burada da farklı bir azap yaşanır. Dünyada iken dost, örneğin karı-koca
olan inkarcılar, birbirlerinin ateşine odun taşırlar. Kuran’da, Ebu Leheb ve
karısının cehennemde yaşayacakları son şöyle haber verilmektedir:
Ebu Leheb’in iki eli kurusun; kurudu ya.
Malı ve kazandıkları kendisine bir yarar sağlamadı.
Alevi olan bir ateşe girecektir. Eşi de; odun hamalı (ve)
Boynuna bükülmüş bir ip (bağlanmış) olarak. (Mesed Suresi, 1-5)
Bu, dünyadaki tüm
bağların kopması demektir. Dünyada iken birbirlerini çok sevdiklerini söyleyen
ve birlikte Allah’a karşı isyan eden inkarcılar, cehennemde birbirlerinin
ateşini beslerler. Orada tam bir ihanet söz konusudur. Allah’tan başka edinmiş
oldukları tüm dostlar, en yakınları, eşleri dahi birer düşman haline
gelmişlerdir.
İnsanın en büyük
organı vücudunu çepe çevre saran, hissetmesini, zevk almasını sağlayan
derisidir. Kalınlığı birkaç milimetreyi geçmez. İnsanın en çok değer verdiği
yüzü, elleri, kolları, bacakları ve diğer bütün organları deri tarafından
sarmalanmıştır. Ancak deri hassaslığı yüzünden en büyük acı kaynağı olabilir.
Derinin en zayıf olduğu nokta ise ateşe ve kaynar sıvılara karşı olan
zafiyetidir. Ateş deriyi kavurur yakar, kaynar su ise haşlar. Kaynar su insanın
derisini tek bir nokta boşta bırakmaksızın çepeçevre sarar. İncecik deriyi
kabartır, deri iltihapla şişer, su toplar ve patlar, böylece dayanılmaz bir
azaba neden olur. Dünyadaki fiziksel güzellik kuvvet, makam, şöhret kısacası
hiçbir şey insanı kaynar bir suya karşı dayanıklı kılmaz. Kuran’da
bildirildiğine göre, “küfre saptıklarından dolayı onlar için çılgınca kaynar
sular ve acıklı bir azab vardır”. (Enam
Suresi, 70) Vakıa Suresi’nde şöyle buyrulur:
Ve eğer o, yalanlayan sapıklardan ise artık (onun için) alabildiğine kaynar
sudan bir şölen vardır. Ve çılgınca yanan ateşe bir atılma da. Şüphesiz bu,
kesin bilgi ifade eden bir gerçektir. (Vakıa Suresi, 92-95)
Bir başka surede
ise, inkarcılara yapılacak kaynar su azabı şöyle anlatılır:
Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin.
Sonra kaynar suyun azabından başının üstüne dökün;
(Azabı) tad; çünkü sen, (kendince) üstün, onurluydun.
Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir. (Duhan Suresi, 47-50)
Bunların yanında,
ateş azabının bazı farklı çeşitleri vardır. Birisi de, ateşte kızdırılan
metallerle cehennem ehlinin vücutlarının dağlanmasıdır. Ancak kendilerini
dağlamak için kullanılacak olan bu metaller, dünyada iken Allah’a ortak
koştukları mal ve mülkleridir:
... Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara
acı bir azabı müjdele. Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı
gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) “İşte
bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın”
(denilecek). (Tevbe Suresi, 34-35)
Daha Başka Azaplar
Cehennem, çoğu
insanın sandığı gibi yalnızca insanların ateşte ve kaynar sularla yanacağı bir
yer değildir. Orada insanı hem fiziksel hem de psikolojik yönden azaplandıracak
çok çeşitli yöntemler vardır.
Dünyada, işkence
için çok farklı yöntemler ve araçlar kullanılmaktadır. Çoğu kişi bu işkenceler
sırasında ya sakat kalır ya da acıdan ölür. Sağ kalanlar ise genelde akıl
sağlıklarını kısmen, hatta bazen tümüyle yitirirler. Oysa bu dünyadaki işkence
yöntemleri, cehennemdekilere oranla karşılaştırılamayacak kadar hafiftir.
Cehennemde çok farklı, çok gelişmiş işkence yöntemleri kullanılacaktır. Dünyada
elektrik verilerek işkenceye uğratılan bir insanı da, verilen elektriği de,
insanın elektriğe olan acı duyarlılığını da Allah yaratmıştır. İnsana acı
verecek daha birçok bilinmeyen kaynak ve insanın bilinmeyen birçok zaafı
vardır. Allah yarattığı kullarının zaaflarını en iyi bilendir. Bu zaaflar
doğrultusunda en çok acıyı da yine Allah verecektir. Bu, “Muazzip” (azap edici)
ve “Kahhar” (kahredici) olan Allah’ın kanunudur.
Kuran’da haber
verildiğine göre cehennemde azap her yönden gelmektedir. Azaptan kendilerini
korumaya fırsatları yoktur, azap her yandan onları kuşatmaktadır. Üstlerinden,
altlarından gelen azabı savmaya güç yetiremezler. Onların bu durumu Kuran’da
şöyle haber verilir:
Azab konusunda senden acele (davranmanı) istiyorlar. Oysa cehennem, o inkar
edenleri gerçekten kuşatıp-durmaktadır. Azabın onları üstlerinden ve
ayaklarının altından kaplayacağı gün (Allah): “Yaptıklarınızı tadın” der.
(Ankebut Suresi, 54-55)
Ayrıca,
cehennemdeki, şu anda bilemediğimiz daha başka farklı azap kaynakları da
Kuran’da şu şekilde haber verilir:
Cehennem; onlar oraya girerler; ne kötü bir yataktır o. İşte bu; tatsınlar
onu: Kaynar su ve irin. Ve onun şeklinden başka, çift çift (olan daha beter
azablar) vardır. (Sad Suresi, 56-58)
Kuran’da
inkarcıların cehennemde karşılaşacakları azaplar haber verilmiştir. Elbette
Allah bunların çok daha üstünde, insanın hayal gücünün bile alamayacağı sonsuz
azap ve işkence şekillerini cehennemde yaratmaya güç yetirendir.
Sıcak, Karanlık, Duman ve Darlık
Dünyada insana en
çok sıkıntı veren ortamlar dar, pis, karanlık ve sıcak ortamlardır. Çok sıcak,
nemli ortamlar insanı boğar, yüksek nem en temel ihtiyaç olan nefes almayı
zorlaştırır. Nefes alamamak insanı şiddetli biçimde bunaltır, göğsü daralır,
kalbi sıkışır. Çok sıcak ve nemli havalarda gölge bile rahatlatıcı olmaz.
Görünmeyen ama yoğun bir tabaka insanı çepeçevre kuşatır, nefes borusundan
girip göğsünü tıkar. Örneğin lüks saunalardaki yüksek ısı ve neme insan çok
kısa bir süre dayanabilir. On dakika yoğun buhar altında kalmaya dayanamayan
birisi saunaya kapatılsa kısa bir süre içinde fenalık geçirir. Biraz daha uzun
kalırsa, aşırı nem ve sıcaktan ölebilir.
Cehennemde de bu
boğucu atmosfer çok yoğun bir biçimde hakimdir. Dünyada sıcağa karşı birçok
önlem geliştirmiş olan insan cehennemde çaresizdir. Ortam en sıcak çölden daha
sıcak, en karanlık, izbe hücrelerden daha sıkıntı verici ve pistir. Sıcak
insanın en küçük parçası olan hücrelerine dek işler. İnkarcılar için kavurucu
sıcağa karşı bir koruyucu, ferahlama veya serinleme imkanı yoktur. Kuran’da,
cehennem ehlinin bu durumundan şöyle söz edilir:
“Ashab-ı Şimal”, ne (mutsuzdur o) “Ashab-ı Şimal.” Hücrelere işleyen
kavurucu bir sıcaklık ve kaynar su. Ve kapkara dumandan bir gölge içindedirler.
Ki o, ne serindir, ne ferahlatıcı (kerim). (Vakıa Suresi, 41-44)
O gün, yalanlayanların vay haline. Kendisini yalanladığınız (azab)a gidin.
Üç dala ayrılmış bir gölgeye gidin. Ne gölge altında barındırır, ne (yakıcı)
alevden korur. (Mürselat Suresi, 28-31)
Bu denli boğucu bir
atmosfer içinde, bir de dar bir yere sokulma azabı vardır. Furkan Suresi’nde,
inkarcılara uygulanacak bu ceza şöyle anlatılır:
Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman,
orada yok oluşu isteyip-çağırırlar. Bugün bir yok oluşu çağırmayın, birçok
(kere) yok oluşu isteyip-çağırın. (Furkan Suresi, 13-14)
Bu dünyada dar bir
yerde kapalı kalmak, gerçekten de bir insan için çok zor ve bunaltıcıdır.. Dar
bir hücrede hapis, suçlulara verilen ağır cezaların başında gelir. Trafik
kazalarında parçalanmış bir aracın içinde saatlerce sıkışıp canlı kalan,
kazazedelerin durumu, bir deprem veya göçükte toprak altında kalan insanların
çaresizliği olabilecek en büyük felaketler olarak nitelendirilir. Oysa bu gibi
örnekler cehennemdeki ortama göre kıyaslanamayacak kadar hafiftir. En önemlisi
göçük altında veya benzer bir yerde sıkışan insan ya bir süre sonra şuurunu
kaybedip ölür ya da bir süre sonra canlı olarak kurtarılır. Sonuç olarak acı
çekilecek sürenin bir sonu, bitiş zamanı vardır.
Oysa cehennemde ne
bir son vardır ne de umut. Pis, yakıcı, havasız, karanlık, dumanlı bir
atmosferde bir de elleri boynuna bağlanan ve daracık, sıkışık bir yere sokulan
inkarcı, suda boğulan bir insan gibi, tarifsiz bir eziyet çeker. Debelenir,
çırpınır, kurtulmaya çalışır, ama kımıldayamaz. Sonunda, ayette belirtildiği
gibi, yok oluşu çağırır, ölüp yok olmayı ister. Ancak bu mümkün değildir.
Sokulduğu o daracık yerde, dünya ölçüsüyle aylar, yıllar, belki yüzyıllar boyu
kalacak, giderek artan bir sıkıntı içinde binlerce kez yok oluşu çağıracaktır.
Oradan çıkarıldığında ise, kurtuluşa değil, cehennemin bir başka azabına
götürülür.
Yiyecekler, İçecekler ve Giyecekler
Dünya, Allah’ın
insan için yarattığı sayısız lezzetli ve besleyici yiyecek maddeleriyle
donatılmıştır. Farklı lezzetlerdeki etler, türlü renk, tat ve kokuda meyve ve
sebzeler, baldan süte kadar uzanan hayvan ürünleri, hatta baharatlar, insan
için özel olarak yaratılmış ve dünya var olduğu günden itibaren insanlara
cömertçe sunulmuştur. Bu arada, insan vücudu da bu lezzetleri algılayabilecek
yapıda özel olarak yaratılmıştır. İnsan güzel yiyeceklere karşı Allah’ın
verdiği bir ilhamla iştah ve arzu duyar. Aynı şekilde de pis ve iğrenç
maddelere (çürümüş, kokuşmuş maddeler, irin, iltahap, kan vs.) karşı da bir
tiksinti besler. Bu da insana ilham edilmiş bir başka özelliktir.
Bu dünyada var olan
nimetlerin çok daha üstünleri Allah’ın Rahman sıfatı gereği cennette müminler
için sonsuza dek hazır bulundurulacaktır. Cehennem ehli ise dünyada yapıp
ettiklerinin cezası olarak Allah’ın lütfedici ve rızıklandırıcı (Rezzak)
sıfatlarından çok uzakta kalırlar. (Şura Suresi, 19) Artık onlar için yalnızca
azap vardır. Bir ayette onların ahirette karşılaşacakları son şöyle haber
verilir:
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya
hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla
yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız)
ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile
cezalandırılacaksınız.” (Ahkaf Suresi, 20)
Artık onlar için
hiçbir nimet yoktur. En temel, en doğal ihtiyaçlarının karşılanması bile onlar
için bir azaba dönmüştür. Yiyecekleri birer acı kaynağı olarak Allah özel
olarak yaratmıştır. Artık sonsuza kadar yiyebilecekleri tek şey darı dikeni
veya zakkum ağacıdır. Bunlar da, ne doyurur, ne de besler. Yalnızca acı
verirler; ağzı ve boğazı yırtar, karınlarını parçalar, kanatır, iğrenç bir tat
ve koku verirler. Ayetlerde cennetteki muhteşem güzelliklerden ve lezzetlerden
söz edildikten sonra cehennem ehlinin yiyecekleri şöyle tarif edilir:
Nasıl, böyle bir konaklanma mı daha hayırlı yoksa zakkum ağacı mı? Doğrusu
Biz, onu kafirler için bir fitne (bir imtihan konusu) kıldık. Şüphesiz o,
‘çılgınca yanan ateşin’ dibinde bitip çıkar. Onun tomurcukları, şeytanların
başları gibidir. Artık gerçekten, ondan yiyecekler böylelikle karınlarını ondan
dolduracaklar. (Saffat Suresi, 62-66)
Onlar için (zehirli olan) darı dikeninden başka bir yiyecek yoktur. Ne
doyurup-semirtir, ne açlıktan korur. (Gaşiye Suresi, 6-7)
Cehennem ehli,
Allah’ın verdiği nimetlere nankörlük ederek herşeyin Yaratıcısı Rabbimiz’e iman
etmeyip, O’nu gereği gibi takdir edememiş olmalarının cezasını bu şekilde
çekmektedir. Ceza olarak kendilerine hazırlanmış bir “şölen” vardır. Vakıa
Suresi’nde, inkar edenlerin suçu ve kendilerine hazırlanan bu özel “şölen”
şöyle haber verilir:
Çünkü onlar, bundan önce varlık içinde şımartılmış olanlardı.
Onlar, büyük günah üzerinde ısrarlı davrananlardı.
Ve derlerdi ki: “Biz öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuzda mı, gerçekten
biz mi diriltilecekmişiz?”
“Önceden gelip-geçmiş atalarımız da mı?”
De ki: “Şüphesiz, öncekiler de ve sonrakiler de.”
“Bilinen bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır.”
Sonra gerçekten siz, ey sapık olan yalanlayıcılar,
Şüphesiz zakkum olan bir ağaçtan yiyeceksiniz. Böylece karınları(nızı)
ondan dolduracaksınız. Onun üzerine de alabildiğine kaynar sudan içeceksiniz.
Üstelik ‘içtikçe susayan hasta develerin’ içişi gibi içeceksiniz. (Vakıa
Suresi, 45-55)
Dünyadaki boğaz
ağrıları, şiddetli karın sancıları insana en çok sıkıntı ve acı veren
hastalıklardan iken, cehennemde bütün bunlardan çok daha şiddetlilerini sonsuza
kadar inkarcılar yaşar. Yemek zorunda oldukları bu yiyecekler boğazlarında
tıkanıp kalır, yutkunamazlar. Yutabildikleri ise karınlarında kaynar durur. Tokluklarını
gidermez. Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve sürekli bir açlık içindedir.
Cehennem ehli öyle
açtır ki, daha önce sayısız kereler denediği halde azabını artırmaktan başka
bir işe yaramayan dikenleri her seferinde yemek zorunda kalırlar. Ardından da
kaynar suya hücum ederler. Ama bu su ne hazmettirir, ne de susuzluğunu giderir.
Yukarıdaki ayette de söylendiği gibi, hasta develer gibi içtikçe susuzlukları
artar. Bu cezayı iyice çekmeleri için inkarcılar, cehenneme susamış olarak
sokulurlar. (Meryem Suresi, 86)
Cehennem ehline
içirilen bir başka iğrenç içecek, irindir. İrin, tıpta en kötü kokan salgı
olarak bilinmektedir. Bir başka ayette ise hem irin hem de üstüne katılmış
kaynar suyun inkar edenlere içirildiği bildirilir. Bu şekilde inkarcı, hem
kaynar suyun azabını hem de irinin iğrenç tadını birlikte aynı anda tadar.
Sunulan içecekler
bu kadar iğrenç ve dayanılmaz olmasına rağmen, inkar edenlerin susuzluklarını
gidermek için bunlara koşmaları susuzluklarının derecesini gösterir. Birinin
azabını tadıp diğerine koşarlar. Bu da yemeleri gibi sonsuza dek tekrarlanır.
Cehennem ehli sonsuza kadar korkunç ve süregiden bir susuzluk içinde kıvranır.
Onların bu sonu Kuran’da şöyle bildirilir:
Orada ne serinlik tadacaklar, ne bir içecek.
Kaynar sudan ve irinden başka.
(İşlediklerine) Uygun olan bir ceza olarak, (Nebe Suresi, 24-26)
Bundan dolayı bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur.
İrin ve kan karışımından başka bir yemek yoktur.
Bunu da hata edenlerden başkası yemez. (Hakka Suresi, 35-37)
Ağızlarına
aldıkları bu iğrenç karışımı bir türlü yutamazlar, boğazlarında kalır. Yutmaya,
yutkunmaya çalışır, ama başaramazlar. Kan ve irinle boğulurlar, ancak yine de
bir türlü ölemezler:
(Böylesinin) Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir.
Yutkunmaya çabalayacak ve boğazından geçirmeyi başaramayacak, ona her yandan
ölüm gelecek, oysa ölmeyecek de. Ardından daha katı bir azab olacak (İbrahim
Suresi, 16-17)
Bu çaresizlik
içinde, kendileri için özel olarak yaratılan bir diyalog imkanıyla, cennet ehli
ile muhatap olurlar. Onların içinde bulundukları muhteşem nimetleri görürler.
Bu, çektikleri azabı kat kat artırır. Bu arada, cennet ehlinden biraz
kendilerine de nimet verilmesini isterler, ama bu boşuna bir yalvarıştır.
Onların bu yakarışları Araf Suresi’nde şöyle haber verilmektedir:
Ateşin halkı cennet halkına seslenir: “Bize biraz sudan ya da Allah’ın size
verdiği rızıktan aktarın.” Derler ki: “Doğrusu Allah, bunları inkar edenlere
haram (yasak) kılmıştır.” (Araf Suresi, 50)
Yiyecek, içeceğin
yanı sıra giyecekler de küfredenler için özel olarak hazırlanmıştır. İnsan
derisi hassastır. Kızgın bir soba veya ütüye bir saniye bile dokunamaz. Kazayla
dokunduğu zaman ise günlerce acı çeker, yarası su toplar, derisi kabarıp
dökülür. Cehennemde ise, bir ütüden çok daha kızgın elbiseler insanın vücudunun
her tarafını sarıp yapışacak, insanın savmaya güç yetiremediği bir ateş olup
derileri kavuracaktır:
... İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir... (Hac
Suresi, 19)
Asfaltı yola
yapıştıran katran cehennemde inkarcının elbisesi olur, onun üstüne yapışıp için
için yanarak onun vücudunu eritir:
Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (İbrahim Suresi, 50)
Onlar için cehennemden yataklar ve üstlerine örtüler vardır. Biz zulme
sapanları işte böyle cezalandırırız (Araf Suresi, 41)
Zebaniler
Cehennem ehline
sonsuza kadar acıyacak, onları ateşten kurtaracak, onlara yardım edebilecek tek
bir kişi yoktur. Herşeyden önemlisi Allah onlara sonsuza kadar yardım etmez,
onlarla konuşmaz. Unutulmuşluğun, terk edilmişliğin, itilmişliğin ızdırabını
yaşarlar. Ayette, “bugün, kendisine hiçbir sıcak dost yoktur” (Hakka Suresi, 35) diye bildirilir. Tek muhatap
olabildikleri önlerindeki sonsuz yaşamlarında kendilerine sayısız azap ve işkenceler
uygulayacak olan azap melekleridir: “Zebaniler”. Cehennem ehline azap vermekle
görevli olan bu melekler bu inkarcılara asla merhamet etmezler. Son derece
acımasız, sert, güçlü ve dehşet vericidirler. Alemlerin Rabbi olan Allah’ı
inkar edenlerden, hak ettikleri şekilde intikam almak için yaratılmışlardır ve
görevlerini kusursuz olarak yerine getirirler. Allah Kuran’da şöyle
buyurmaktadır:
Ey iman edenler, kendinizi ve yakınlarınızı ateşten koruyun ki onun yakıtı
insanlar ve taşlardır; üzerinde oldukça sert, güçlü melekler vardır. Allah
kendilerine neyi emretmişse ona isyan etmezler ve emredildiklerini yerine
getirirler. (Tahrim Suresi, 6)
Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa, andolsun, onu
perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar olan alnından. O zaman da
meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın. Biz de zebanileri
çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)
Kuran’da haber
verilen zebaniler, Allah’ın inkarcılar üzerindeki gazabının, öfkesinin ve
kahrediciliğinin bir tecellisidirler. İnkar edenleri her yönden en korkunç, en
acı, en aşağılayıcı, hor ve hakir kılıcı muamelelere tabi tutarlar.
Cehennem melekleri
zebaniler inkarcılara hak ettikleri cezayı ne bir eksik ne de bir fazla, en
güzel bir biçimde verirler. Allah’ın adaletinin tecellilerinden olan bu
melekler, Allah’ın kendilerine emrettiği görevi yerine getiren mübarek
varlıklardır.
CEHENNEMDEKİ MANEVİ AZAP
Cehennemde inkar
edenlere yaşatılan fiziksel azabın yanında en az bunlar kadar önemli bir başka
azap olan manevi azap vardır. Manevi azap pişmanlık, ümitsizlik, horlanma,
aşağılanma, utanç, hayal kırıklığı gibi pek çok ruhi azabı içinde barındırır.
“Kalplere Tırmanan Ateş”
Kendini Allah’a
teslim etmemiş ve O’na iman etmemiş insanların dünyada çeşitli vesilelerle
tattığı bir manevi azap vardır. Örneğin çok sevdiği bir yakınını, dostunu,
karısını, kocasını ya da evladını kaybeden ve ona bir daha ebediyen
kavuşamayacağını düşünen veya çok yakın bildiği, güvendiği birisinin ihanetine
uğrayan bir insan acı çeker. İşte bu manevi azap, gerçekte, o insanın
kaybettiği veya ihanetine uğradığı kişiyi ilahlaştırmasının karşılığı olarak
Allah’ın kalpte yarattığı özel bir azap türüdür. Bu, insanın, Allah’a yöneltmiş
olması gereken sevgi, hayranlık, takdir, dostluk, bağlılık ve güven
duygularını, herşeyiyle Allah’a muhtaç, aciz ve ölümlü bir insana yöneltmiş
olmasının sonucudur, Bu şekilde, Allah’a, O’nun yarattığı bir kimseyi ortak
koşmasının karşılığı olan bir cezadır. Müşrikliğinin cezasını Allah’ın daha bu
dünyadayken insana böyle yaşatması, bu insanın ahirete gitmeden önce
akıllanmasına ve tevbe ederek yalnızca Allah’a yönelip dönmesine vesile
olabilir. Burada ilahlaştırılanın mutlaka bir insan olması da şart değildir.
Kişilerin zaafları farklı farklıdır. Mal, mülk, para, servet, itibar, kısaca Allah’a
ortak koşulan, şirk koşulan herhangi bir nesne ya da kavram da aynı şekilde
ilahlaştırılabilir.
Dünyada bunları
kaybetmenin verdiği azap ise yalnızca, cehennemdeki benzerinin çok küçük
dozdaki bir yansımasıdır. Bir ibret ve uyarı mahiyetindedir. Ahirete şirk dolu
bir kalple gideni ise cehennemde bu acının aslı ve süreklisi beklemektedir.
Yalnızca dünyadaki bu manevi azap bile kimi zaman öyle şiddetli olur ki, bu
acıyı çeken, kurtulmak için her türlü fiziksel işkenceyi bile bu manevi acıya
tercih eder. Hatta ölüp kurtulabilmek için intihar bile edenler olur. Bu
tarifsiz acıyı ifade edebilmek için ise müşrik, “yüreğinin yandığını”,
“ciğerinin yandığını”, “içinin yandığını” söyler.
Nitekim Kuran’da
cehennem azabının bu manevi yönü dikkat çekici bir şekilde vurgulanarak,
“kalpleri yakan bir ateş”ten söz edilmektedir:
Arkadan çekiştirip duran, kaş göz hareketleriyle alay eden her kişinin vay
haline;
Ki o, mal yığıp biriktiren ve onu saydıkça sayandır.
Gerçekten malının kendisini ebedi kılacağını sanıyor.
Hayır; andolsun o, ‘hutame’ye atılacaktır.
“Hutame”nin ne olduğunu sana bildiren nedir?
Allah’ın tutuşturulmuş ateşidir.
Ki o, yüreklerin üstüne tırmanıp çıkar.
O, onların üzerine kilitlenecektir;
(Kendileri de) Dikilip-yükseltilmiş sütunlarda (bağlanacaklardır). (Hümeze
Suresi, 1-9)
Dünyadaki en
şiddetli acı bile zamanla unutulur, belki izleri bir süre devam eder ama,
hiçbir zaman ilk günkü şiddetini korumaz. Cehennemde ise bu acı dünyadakinden
kat ve kat daha fazla olmak üzere, hem de ebediyen hiç eksilmeden inkarcıların
yüreklerine tırmanıp yakar.
Bunun yanı sıra,
cehennem ehlinin umutsuzluk, pişmanlık, aşağılanmışlık, öfke, kin ve çekişme
duygularının karışımı sonucunda yaşadığı manevi azap da buna katılır ve inkar
edenler en az fiziksel olduğu kadar ruhi yönden de işkence çekerler.
Cehennemdeki Aşağılanma
Cehennemle ilgili
pek çok ayet, burada inkarcılar için aşağılayıcı, alçaltıcı bir azap olduğunu
haber verir. Bu, inkarcıların dünya hayatındaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık
takdir edilmiş bir cezadır.
Dünya hayatında
inkarcının en büyük hedeflerinden biri, başka insanların kendisine imrenmeleri,
kendisini takdir etmeleridir. İyi bir iş, çocuklar, güzel evler, arabalar ve
benzeri dünyevi tutkular insanlara yapılan gösterişle değer kazanır. Nitekim
Kuran’da dünya hayatının aldatıcı süslerinin arasında insanların kendi
aralarında “övünme”leri sayılır.
İşte, insanların
dünyadaki en büyük tutkusu olan bu “övünme” inkarcılar için ahirette şiddetli
bir azaba dönüşür. Bu azab, önceden sözünü ettiğimiz fiziksel acıların yanında,
aşağılanmayı, hor ve aşağılık kılınmayı da içermektedir. Çünkü inkar eden kişi
dünyadayken “Övülmeye layık olan” (Bakara Suresi,
267) Allah’ı unutmuş, buna karşın “kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edinmiş”tir. (Furkan Suresi, 43) Bu nedenle de hayatını Allah’ı
övmekle değil, kendisine övgü toplamaya uğraşmakla geçirir. Kendisini yaratan
Allah’ın değil, insanların hoşnutluğu üstüne bir hayat kurmuştur. İşte bu
yüzden de, en büyük yıkımı insanlar karşısında küçük düşüp aşağılanınca yaşar.
İnkarcı için en
büyük kabuslardan biri, başkalarına rezil olma, küçük düşme, aşağılanma
halidir. Hatta inkarcılar arasında, diğer insanlara rezil olmamak, aksine,
onlardan övgü toplamak için canını bile verebilecek çok sayıda insan vardır. Bu
yüzden cehennemdeki birçok azap, bu kabusun üzerine kuruludur. İnkar edenler
dünyadaki kibir ve büyüklenmelerine karşılık, cehennemde korkunç bir biçimde
aşağılanırlar. Kuran ayetlerinde, bu gerçeğe şöyle dikkat çekilir:
İnkar edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) “Siz dünya
hayatınızda bütün ‘güzellikleriniz ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla
yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbarınız)
ve fasıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azab ile
cezalandırılacaksınız.” (Ahkaf Suresi, 20)
O küfre sapanlar, kendilerine tanıdığımız süreyi sakın kendileri için
hayırlı sanmasınlar, Biz onlara, ancak günahları daha da artsın, diye süre
vermekteyiz. Onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. (Al-i İmran Suresi, 178)
Bu aşağılanmanın
binbir çeşidi vardır. Cehennem ehline, dünyada hayvanlara yapılan muameleden
çok daha alçaltıcı davranılır. Onları aşağılamak için demirden kamçılar,
bukağılar ve tasmalar bulunur. İplerle direklere bağlanırlar, boyunlarına
tasmalar (bukağılar) geçirilir, ayaklara zincirler vurulur.
Aslında
aşağılanmak, cehennem içindeki tüm diğer azaplarla aynı anda gerçekleşir.
Örneğin ateşe atılırken de bir yandan aşağılanırlar. Bu büyük horlanma, inkarcıların
diriltildikten ve cehenneme götürülmek için seçildikleri andan itibaren başlar.
İnkarcı, bu
melekler tarafından milyarlarca insan içinden, alnından ve ayaklarından
yakalanır. Kuran’da bildirildiği gibi, “işte o gün, ne insana, ne cinne günahından sorulmaz...
(Çünkü o gün) Suçlu-günahkarlar, simalarından tanınır da alınlarından ve
ayaklarından yakalanırlar.” (Rahman Suresi,
39-41)
Allah’a isyan
etmiş, O’nu unutmuş olan kimse, bu şekilde yakalandıktan sonra hayvanlardan
beter bir muamele görecek, saçından tutulup yerde sürüklenecek ve cehenneme
atılacaktır. Karşı koyamaz, bağırsa, çırpınsa da kimse ona yardım edemez. Bu,
sadece çaresizliğin verdiği azabı artırır:
... andolsun, onu perçeminden tutup sürükleyeceğiz; O yalancı, günahkar
olan alnından. O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın.
Biz de zebanileri çağıracağız. (Alak Suresi, 15-18)
Ayetlerde haber
verildiğine göre, inkarcılar “cehennem ateşine ‘küçültücü bir sürüklenme ile’
sürüklenecekler” ve onlara, “işte sizin yalanladığınız ateş budur” denecektir. (Tur Suresi, 13-14) Bir diğer ayette haber
verildiğine göre de, bu “sürükleniş”, “yüzükoyun” olacaktır. (Furkan Suresi, 34)
Cehenneme de aynı
şekilde, yüzükoyun olarak atılırlar:
Kim bir kötülükle gelirse, artık onlar da ateşe yüzükoyun atılır (ve
onlara:) “Yaptıklarınızdan başkasıyla mı cezalandırılıyorsunuz?” (denir). (Neml
Suresi, 90)
Ateşin içinde yüzükoyun sürüklenecekleri gün cehennemin dokunuşunu tadın”
(denecek). (Kamer Suresi, 48)
Oraya girmeleriyle
birlikte, aşağılanma daha da şiddetlenir. Çektikleri tüm fiziksel azapların bir
de bu yönü vardır. Örneğin ateşe atıldıklarında, yanmanın verdiği acının
yanında, bir de aşağılanmanın, horlanmanın, küçültülmenin ızdırabını yaşarlar.
Bir başka surede,
inkarcının ateş azabı sırasında nasıl aşağılandığı şöyle anlatılır:
“Onu tutun da cehennemin orta yerine sürükleyin. Sonra kaynar suyun
azabından başının üstüne dökün; (Azabı) Tad; çünkü sen, (kendince) üstün,
onurluydun. Gerçekten bu, sizin kuşkuya kapıldığınız şeydir.” (Duhan Suresi,
47-50)
İnkar edenleri
aşağılamak için ayrıca özel olarak hazırlanmış kamçılar, tasmalar, bukağılar,
zincirler vardır. Kuran’da şöyle buyurulur:
(Allah buyruk verir:) “Onu tutuklayın, hemen bağlayın. Sonra çılgın
alevlerin içine atın. Daha sonra onu, uzunluğu yetmiş arşın olan bir zincire
vurup gönderin. Çünkü, o, büyük olan Allah’a iman etmiyordu yoksula yemek
vermeye destekçi olmazdı.” (Hakka Suresi, 30-34)
Dünyada, vahşi
olanlar dışında, hayvanlar bile zincire vurulmazlar. İnsanlardan ise artık
insan muamelesi görmeyen ileri derecede tehlikeli akıl hastaları bağlanırlar.
Buna karşın, cehenneme gönderilmiş inkarcılar, tüm yaratıkların en
aşağılarıdırlar. İşte bu nedenle üstteki ayette haber verilen “uzunluğu yetmiş
arşın olan zincir”e vurulurlar. Başka ayetlerde bu aşağılatıcı azaptan şöyle
söz edilir:
Boyunlarında demir-halkalar ve (ayaklarında) zincirler olduğu halde
sürüklenecekler. Kaynar suyun içinde; sonra ateşte tutuşturulacaklar. Sonra
onlara denilecek: “Sizin şirk koştuklarınız nerede?” (Mümin Suresi, 71-73)
... İşte onlar Rablerine karşı inkara sapanlar, işte onlar boyunlarına
(ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar -içinde ebedi kalacakları- ateşin
arkadaşları olanlardır. (Rad Suresi, 5)
Diğer bazı
ayetlerde söz konusu aşağılayıcı azap şöyle anlatılır:
O gün suçlu-günahkarların (sıkı) bukağılara vurulduklarını görürsün.
Giyimleri katrandandır, yüzlerini ateş bürümektedir. (Bu azap,) Allah’ın her
nefsi kendi kazandığıyla cezalandırması içindir. Şüphesiz Allah, hesabı pek çabuk
görendir. (İbrahim Suresi, 49-51)
… İşte o inkar edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir; başları
üstünden de kaynar su dökülür. Bununla karınları içinde olanlar ve derileri
eritilmiş olur. Onlar için demirden kamçılar vardır. (Hac Suresi, 19-21)
Cehennemdeki bu
aşağılanmanın inkar edenlerin ruhunda yarattığı karanlık, rezillik, küçülmüşlük
ve horlanmışlık dışlarına da vurur. Tıpkı dünyada insanlara rezil olan, onuru
ayaklar altına alınan, bütün kişisel hakları tecavüze uğrayan insanların tarifsiz
sıkıntılarının yüzlerine vurması gibi. Cehennemde yaşanacak olan aşağılanma da,
insanların çehresine etki edecek, yüreklerdeki zillet dışa vuracaktır. Başka
bir ayette şöyle buyurulur:
“O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır”. (Gaşiye
Suresi, 2)
Buraya kadar
saydığımız tüm bu aşağılanma yöntemlerinin yanı sıra, cehennemde inkarcılar
için çok daha çeşitli aşağılanmaların da olacağını unutmamak gerekir. Allah
Kuran’da inkar edenler için “aşağılanma”, kavramını kullanmış ve buna belli
başlı örnekler vermiştir. Ancak aşağılanma çok geniş bir kavramdır ve insanda
dünyadayken bu duyguyu oluşturan herşey, her muamele, her olay bu kavrama
dahildir. Cehennemde de belki de binlerce katıyla bulunmaktadır.
Telafisi Olmayan Pişmanlık
İnkarcı, dirildiği
andan itibaren yaptığı kahredici hatanın farkına varır. Bu onarılmaz hatanın
verdiği pişmanlık dalgası tüm vücudunu kaplar. Büyük bir yıkım yaşar,
pişmanlığın etkisiyle kendini yer bitirir.
Dünyada yaptıkları
inkarcılara gösterildiğinde, gaflet içinde geçirdikleri hayatlarını telafi
etmeye karşı onulmaz bir hasret duyarlar. Geri dönmeyi, kendilerine bir hak
daha verilmesini isterler. Dünyada iken birlikte gaflete daldıkları dostlarını,
sevgililerini bir daha görmek istemezler. Tüm dostluklar, tüm sevgiler, tüm
bağlar kaybolmuştur. Dünyada iken kurmuş oldukları yaşam, yaptıkları işler,
evleri, arabaları, eşleri, çocukları, şirketleri, örfleri, gelenekleri,
savundukları “dünya görüşü”, herşey, ama herşey artık değersizleşmiş, yok
olmuştur. Herşey yok olurken, yerine de bir tek azap gelmiştir. Ayetlerde, o
günkü yıkımın yarattığı ruh hali şöyle tarif edilir:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen; derler ki: “Keşke
(dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimiz’in ayetlerini yalanlamasaydık
ve mü’minlerden olsaydık.” Hayır, önceden saklı tuttukları kendilerine
açıklandı. Şayet (dünyaya) geri çevrilseler bile, kendisinden sakındırıldıkları
şeylere şüphesiz yine döneceklerdir. Çünkü onlar, gerçekten kafirlerdir. Onlar
dediler ki: “Bu dünya hayatımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek
değiliz.” Rablerinin karşısında durdurulduklarında onları bir görsen: (Allah:)
“Bu, gerçek değil mi?” dedi. Onlar: “Evet, Rabbimiz hakkı için” dediler.
(Allah:) “Öyleyse inkar edegeldikleriniz nedeniyle azabı tadın” dedi. (Enam
Suresi, 27-30)
İnkarcı, içindeki
bu büyük yıkıma rağmen, bir yandan da hala kibiri bırakmamakta ve ayette
bildirildiğine göre “azabı görünce pişmanlığını gizlemekte”dir. (Yunus Suresi, 54) Bu kibirin canlı kalması, onun
için ayrı bir azap kaynağı olacak, cehennemde karşılaşacağı aşağılanma, söz
konusu kibir nedeniyle ona tarifsiz acılar verecektir.
Cehennem Ehlinin Birbirleriyle
Çekişmeleri
Dünyada iken çok
önemli sayılan makam ve mevkilerin, ast-üst ilişkilerinin artık hiçbir anlamı
kalmamıştır. Aksine, insanlar liderlerine, liderler de kendilerine bağlananlara
lanetler yağdırırlar. Onların bu tartışmaları ve yakınmaları ayetlerde şöyle
haber verilmektedir:
Öyle ki (o gün) kendilerine tabi olunanlar, kendilerine tabi olanlardan
uzaklaşıp-kaçmışlardır... (Bakara Suresi, 166)
(O zaman, yönetilip) Uyanlar derler ki: “Eğer bize bir kere (daha dünyaya
dönme) fırsatı verilse(ydi) muhakkak (şimdi) onların bizden uzaklaştıkları
gibi, biz de onlardan uzaklaşır (onları yüzüstü bırakır)dık.” Böylece Allah,
onlara bütün yaptıklarını onulmaz hasretlerle gösterecektir. Ve onlar ateşten
çıkacak değildirler. (Bakara Suresi, 167)
Yüzlerinin ateşte evrilip çevrileceği gün, derler ki: “Eyvahlar bize, keşke
Allah’a itaat etseydik ve Resul’e itaat etseydik.” Ve dediler ki: “Rabbimiz,
gerçekten biz, efendilerimize ve büyüklerimize itaat ettik, böylece onlar bizi
yoldan saptırmış oldular. Rabbimiz, onlara azabtan iki katını ver ve büyük bir
lanet ile lanet et. (Ahzap Suresi, 66-68)
Orada birbirleriyle çekişip tartışarak derler ki: “Andolsun Allah’a, biz
gerçekten apaçık bir sapıklık içindeymişiz. Çünkü sizi (yalancı olanları)
alemlerin Rabbiyle eşit tutuyorduk. Bizi suçlu-günahkarlardan başka saptıran
olmadı. Artık bizim için ne bir şefaatçi var, ne de candan-yakın bir dost.
Bizim bir kere daha (dünyaya dönüşümüz mümkün) olsaydı da iman edenlerden
olabilseydik.” Gerçekten, bunda bir ayet vardır, ama onların çoğu iman etmiş
değildirler. (Şuara Suresi, 96-103)
Böylece, sonsuz
azapla karşılaşan cehennem ehli arasında büyük bir çekişme başlar. Herkes
birbirini suçlar. Eski dostlar birbirlerine büyük bir kin beslerler.
Aralarındaki nefretin tek nedeni dünya hayatındaki dostluklarıdır. Günah
işlemede ve din dışı yaşamda birbirlerini teşvik etmiş, inkarda birbirlerinden
destek almışlardır. Bütün dostluk kavramları cehennem azabıyla birlikte
yıkılır, bütün bağlar parçalanıp koparılır. Bütün bu kalabalığın arasında
herkes yapayalnızdır ve biri diğerini lanetler:
(Allah) diyecek: “Cinlerden ve insanlardan sizden önce geçmiş ümmetlerle
birlikte ateşe girin.” Her bir ümmet girişinde kardeşini (kendi benzerini)
lanetler. Nitekim hepsi birbiri ardınca orada toplanınca, en sonra yer alanlar,
en önde gelenler için: “Rabbimiz, işte bunlar bizi saptırdı; öyleyse ateşten
kat kat arttırılmış bir azab ver diyecekler. (Allah da:) “Hepsi için kat
kattır. Ancak siz bilmezsiniz” diyecek. (Araf Suresi, 38)
İnkar edenler dediler ki: “Rabbimiz, cinlerden ve insanlardan bizi
saptırmış olanları bize göster, ayaklarımızın altına alalım, en aşağılarda
bulunanlardan olsunlar.” (Fussilet Suresi, 29)
Ateşin içinde, iddialar öne sürüp karşılıklı tartışırlarken zayıf olanlar,
büyüklenen (müstekbir)lere derler ki: “Gerçekten biz, size uymuş (teb’anız)
olan kimselerdik. Şimdi siz, ateşten bir parçasını olsun, bizden
uzaklaştırabilir misiniz? Büyüklenen (müstekbir) ler derler ki: “Biz hepimiz
(ateşin) içindeyiz; gerçekten Allah, kullar arasında hüküm verdi (artık).”
(Mümin Suresi, 47-48)
(Müşrik olan hakim güçlere:) “İşte bu(nlar) da sizinle birlikte (küfür ve
zulümde) göğüs gerenlerdir. Onlara bir merhaba (bile) yok. Çünkü onlar ateşe
gireceklerdir.” (denilir). (Onlara uyanlar) Derler ki: “Hayır, sizler; asıl
size bir merhaba yok. Bunu (azabı) siz bizim önümüze sürdünüz. Ne kötü bir durak.”
Derler ki: “Rabbimiz, kim bunu bizim önümüze sürdüyse, ateşteki azabını kat kat
arttır.” Ve derler ki: “Bize ne oluyor ki, kendilerini şerir (kötü)lerden
saydığımız adamları göremiyoruz. Biz onları bir alay konusu edinmiştik; yoksa
gözler mi onlardan kaydı?” Bu, cehennem halkının birbiriyle çekişmesi kesin bir
gerçektir. (Sad Suresi, 59-64)
Sonuçsuz Yalvarmalar ve
Ümitsizlik
Cehennem ehli,
büyük bir çaresizlik içindedir. Başlarına gelen azap, hem korkunç derecede acı
verici hem de sonsuzdur. Tek çare olarak yalvarmayı seçerler. Gördükleri
herkese yalvarırlar. Cennet ehlini görürler, onlardan bir parça olsun su ve
yemek isterler. Allah’a yalvarmaya, merhamet dilemeye çalışırlar. Ama hepsi
boşunadır.
Yalvarmalarının bir
kısmı, cehennemin bekçileri olan zebanileredir. Kendilerine en görülmedik
işkenceleri yapan bu azap meleklerine bile yalvarır ve onlardan kendileri adına
Allah’a seslenmelerini isterler. İçinde bulundukları azap o kadar yoğun bir
azaptır ki, onun bir gün için olsun hafifletilmesi için yalvarırlar. Ama yanıt
alamazlar:
Ateşin içinde olanlar, cehennem bekçilerine dediler ki: “Rabbiniz’e dua
edin; azabtan bir günü (olsun) bize hafifletsin.” (Bekçiler:) “Size kendi
Resulleriniz açık belgelerle gelmez miydi?” dediler. Onlar: “Evet” dediler. (Bekçiler:)
“Şu halde siz dua edin” dediler. Oysa kafirlerin duası çıkmazda olmaktan
başkası değildir. (Mümin Suresi, 49-50)
Bunun yanında
Allah’tan merhamet dilemeye de çalışırlar. Ancak yine boşunadır:
Dediler ki: “Rabbimiz, mutsuzluğumuz bize karşı üstün geldi, biz sapan bir
topluluk imişiz. Rabbimiz, bizi (ateşin) içinden çıkar, eğer yine (inkara)
dönersek, artık gerçekten zalim kimseler oluruz.”
Der ki: “O’nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin. Çünkü gerçekten Benim
kullarımdan bir grup: “Rabbimiz, iman ettik, Sen artık bizi bağışla ve bize
merhamet et, Sen merhamet edenlerin en hayırlısısın, derlerdi de, siz onları
alay konusu edinmiştiniz; öyle ki, size Benim zikrimi unutturdular ve siz
onlara gülüp duruyordunuz. Bugün Ben, gerçekten onların sabretmelerinin
karşılığını verdim. Şüphesiz onlar, ‘kurtuluşa ve mutluluğa’ erenlerdir.”
(Müminun Suresi, 106-111)
Ayetlerden
anlaşıldığına göre bu, Allah’ın cehennem ehline son hitabıdır. Çünkü Allah
bunlara “O’nun içine sinin ve benimle söyleşmeyin” dedikten sonra artık aksinin olması söz konusu değildir.
Bundan böyle Allah cehennem ehli ile sonsuza dek muhatap olmaz. Bu, düşünmesi
bile insana acı veren bir durumdur.
Cehennem ehli
çığlık çığlığa azap çekerken, “kurtuluşa ve mutluluğa eren”ler, yani müminler de
cennetin nimetleri içindedirler. Ve cehennem ehlinin çektiği manevi azapların
birini, söz konusu cennet ehli ile olan diyaloğu oluşturur. İnkarcılar,
cehennemin korkunç azapları içinde işkence görürken, özel olarak yaratılan bir
sistem ile cenneti görür, oradaki büyük nimet ve ihtişamı izlerler. Dünyada
iken kendileriyle alay ettikleri müminlerin büyük bir rahatlık içinde, görkemli
mekanlarda, muhteşem evlerde, nefis yiyecek ve içecekleri tattıklarını
görürler. Kendi yaşadıkları azab ve aşağılanmaya karşılık, müminlerin böylesine
büyük bir nimet, övülmüşlük ve huzur içinde olduğunu fark ederler.
Bu ise yaşadıkları
azabı daha da şiddetlendirir. Duydukları pişmanlık, dayanılmaz boyutlara varır.
Dünyada iken iman etmemiş, müminlerin aksine Allah’ın hükümlerine itaat etmemiş
olmalarının kahredici pişmanlığı içinde boğulurlar.
Bu psikoloji içinde
cennet ehliyle diyalog kurmaya, hatta onlardan yardım dilemeye de çalışırlar.
Yalvarırlar, ancak yine boşunadır. Kuran’da, cennet ve cehennem ehli arasındaki
bu diyalog şöyle haber verilir:
Onlar (müminler) cennetlerdedirler; birbirlerine sorarlar.
Suçlu-günahkarları;
“Sizi şu cehenneme sürükleyip-iten nedir?”
Onlar: “Biz namaz kılanlardan değildik” dediler.
“Yoksula yedirmezdik.
(Batıla ve tutkulara) Dalıp gidenlerle biz de dalar giderdik.
Din (hesap ve ceza) gününü yalan sayıyorduk.
Sonunda yakîn (kesin bir gerçek olan ölüm) gelip bize çattı.”
Artık, şefaat edenlerin şefaati onlara bir yarar sağlamaz. (Müddesir
Suresi, 40-48)
Müminler ile
münafıklar arasında olan konuşmalar da Kuran’da bildirilmektedir. Münafıklar,
dünyada iken bir süreliğine de olsa müminlerin yanında bulunmuş kimselerdir.
İman etmedikleri halde, çeşitli çıkar hesapları gereği kendilerini mümin gibi
göstermeye çalışmış ve böylece “ikiyüzlü” sıfatını kazanmışlardır. Ahirette ise
cehennemde yanarken, müminleri görür ve yardım istemeye, yalvarmaya kalkarlar.
Kuran’da, mümin ve münafıklar arasında geçen konuşma şöyle haber verilmektedir:
O gün, münafık erkekler ile münafık kadınlar, iman edenlere derler ki: “(Ne
olur) Bize bir bakın, sizin nurunuzdan birazcık alıp-yararlanalım.” Onlara:
“Arkanıza (dünyaya) dönün de bir nur arayıp-bulmaya çalışın” denilir. Derken
aralarında kapısı olan bir sur çekilmiştir; onun iç yanında rahmet, dış yanında
o yönden azab vardır. (Münafıklar) Onlara seslenirler: “Biz sizlerle birlikte
değil miydik?” Derler ki: “Evet, ancak siz kendinizi fitneye düşürdünüz,
(Müslümanları acıların ve yıkımların sarmasını) gözetip-beklediniz, (Allah’a ve
İslam’a karşı) kuşkulara kapıldınız. Sizleri kuruntular yanıltıp-aldattı.
Sonunda Allah’ın emri (olan ölüm) geliverdi; ve o aldaltıcı da sizi Allah ile
(Allah’ın adını kullanarak, hatta masumca sizden görünerek) aldatmış oldu.
Artık bugün sizden herhangi bir fidye alınmaz ve inkar edenlerden de. Barınma
yeriniz ateştir, sizin veliniz (size yaraşan dost) odur; o ne kötü bir gidiş
yeridir.” (Hadid Suresi, 13-15)
Kurtuluşu Olmayan, Sonsuz Azap
Cehennemin
şiddetini kat kat artıran bir özelliği oradan hiçbir zaman kurtuluş
olmamasıdır. Bir acı çok şiddetli olsa bile, eğer insan onun biteceğini
bilirse, bu onu rahatlatır, her zaman kurtuluş için bir umut vardır.
Ancak bu umut
cehennemde yoktur ve cehennem ehlini en çok yıkıma uğratan şey de budur. Ateşte
yakıldıkları, zincirlendikleri, kaynar suyla haşlandıkları, kırbaçlandıkları,
dar yerlere elleri boyunlarına bağlı olarak sokuldukları anlarda, bilirler ki
bu azap sonsuza kadar sürecektir. Her kaçmaya çalıştıklarında sert bir şekilde
engellenmeleri, onlara işkencenin sonsuza kadar devam edeceğini gösterir. Bir
ayette bu kahredici ortam şöyle bildirilir:
Ne zaman ordan, sarsıcı-üzüntüden çıkmak isterlerse, oraya geri çevrilirler
ve (onlara:) “Yakıcı azabı tadın” (denir). (Hac Suresi, 22)
Cehennem tümüyle
kapalıdır. İnkarcılar için cehenneme yalnızca bir kez giriş vardır, sonra çıkış
imkansızdır. Hiçbir çıkış yolu bırakılmamıştır. Hapsedilmenin verdiği duygu
inkarcıları çepeçevre kuşatır. Etrafları, aşmaya güç yetiremeyecekleri
duvarlar, kilitlenmiş kapılarla çevrilmiştir. Ayetlerde bu kahredici hapsolunmuşluk,
şöyle tasvir edilir:
Ayetlerimizi inkar edenler ise, sol yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meş’eme).
“Kapıları kilitlenmiş” bir ateş onların üzerinedir. (Beled Suresi, 19-20)
Ve de ki: “Hak Rabbiniz’dendir; artık dileyen iman etsin, dileyen inkar
etsin.” Şüphesiz Biz zalimlere bir ateş hazırlamışız, onun duvarları
kendilerini çepeçevre kuşatmıştır... (Kehf Suresi, 29)
Onların barınma yerleri cehennemdir, ondan kaçacak bir yer
bulamayacaklardır. (Nisa Suresi, 121)
İnkarcılar ateşi
gördüklerinde ait oldukları yeri anlarlar. Anlarlar ki, artık hiç kimse için o
ateşten kaçış imkanı yoktur. Zaman kavramı yok olmuştur ve sonsuz bir azap
başlamıştır. Acının en korkunç özelliği ebediyen sürecek olmasıdır. Yüz yıl,
bin yıl veya milyon yıl geçse, yine de sona yaklaşılmış olmaz. Milyonlarca yıl,
sonsuzluğun yanında bir hiçtir. Cehennemde yaşayan inkarcı, dünyadaki gibi bir
sonluluk bekler, ama boşunadır. Bu yüzden ayetlerde azabın sonsuza kadar
sürecek olması önemle belirtilmiştir:
Allah, erkek münafıklara da, kadın münafıklara da ve (bütün) kafirlere,
içinde ebedi kalmak üzere cehennem ateşini vaat etti. Bu, onlara yeter. Allah
onları lanetlemiştir ve onlar için sürekli bir azab vardır. (Tevbe Suresi, 68)
Eğer onlar (gerçek) ilahlar olsalardı, ona girmeyeceklerdi. Oysa onların
tümü içinde temelli kalıcıdırlar. (Enbiya Suresi, 99)
İnkar edenlere gelince, onlar için de cehennem ateşi vardır. Onlar için ne,
karar verilir, ki böylece ölüversinler, ne de kendilerine onun azabından (bir
şey) hafifletilir. İşte Biz, her nankör olanı böyle cezalandırırız. (Fatır
Suresi, 36)
Dünyada yaşanan
bütün acılar için muhakkak bir son yani kurtuluş vardır. Acı çeken insanın iki
kurtuluşu olabilir, acı ya biter ya da kişi ölür. Dışarıdan bakıldığında ikisi
de bir kurtuluştur. Cehennemde ise durum çok daha kötüdür. Izdırap sürekli ve
kesintisizdir. İnkarcıların kendilerini toparlamalarına, rahat bir nefes
almalarına fırsat verilmez.
Sonsuz Azaptan Kurtulmak İçin Bir Hatırlatma
Dünyada Allah’ın
ayetlerinden yüz çeviren ve herşeyi yaratan Rabbimiz’i inkar edenlerin,
ahirette hiçbir kurtuluşlarının olmayacağı, cehennemde dehşet verici bir azapla
karşılaşacakları Kuran’da bildirilir ve tüm insanlar Allah’ın azabıyla
uyarılır.
İşte bu yüzden her
insan, burada anlatılan gerçekleri öğrendiğinde hiç zaman yitirmeden içine
girdiği yoldan geri dönmelidir. Çünkü bu yolun sonu büyük bir yıkım getirir.
Yapması gereken en önemli şey ise kendini Allah’a teslim etmektir. Bunu
yapmadığı takdirde, ebedi bir pişmanlık yaşayacaktır. Kuran’da inkarcıların
pişmanlığı şöyle haber verilir:
O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler dileyecekler. Onları bırak,
yesinler, yararlansınlar ve onları (boş) emel oyalayadursun. İleride
bileceklerdir. (Hicr Suresi, 2-3)
Sonsuz azaptan ve
bu pişmanlıktan kurtulmanın ve Allah’ın rızasını ve cennetini kazanmanın yolu
ise bellidir:
Geç olmadan Allah’a
gönülden iman etmek,
Tüm yaşamını
O’nu razı edecek davranışlarla geçirmek…
... Sen Yücesin, bize
öğrettiğinden başka
bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten Sen, herşeyi bilen,
hüküm ve hikmet sahibi olansın.
(Bakara Suresi, 32)
Ölüm sizi her an yakalayabilir.
Kimbilir o an, belki de şu andır ya da size çok yaklaşmıştır. Belki de bu
kitap, kendinize çeki düzen vermeniz için ölümünüzden önce size tanınmış son
bir fırsat, son bir hatırlatma, son bir uyarıdır.
Siz bu kitabı okurken, bir saat
sonra hayatta kalacağınızdan emin olamazsınız. Bir saat sonra hayatta olsanız,
bir sonraki saate erişeceğinizin hiçbir garantisi yoktur. Saat değil bir
dakika, hatta bir saniye sonra bile hayatta olacağınız kesin değildir. Bu
kitabı sonuna kadar okuyup bitireceğinizin de hiçbir garantisi yoktur. Ölüm
size, büyük bir ihtimalle, bir dakika öncesinde ölmeyi hiç aklınızdan
geçirmediğiniz bir anda gelecektir.
Mutlaka öleceksiniz, tüm
sevdikleriniz de -sizden önce ya da sonra- mutlaka ölecekler. Bundan 100 sene
sonra dünya üzerinde tanıdığınız hiçbir canlı insan kalmayacak.