DİNSİZLİĞİN İLKEL MANTIĞI
DİNSİZLİĞİN
İLKEL MANTIĞI
Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar?
Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü,
Allah’tan daha güzel olan kimdir?
(Maide Suresi, 50)
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
CAHİLİYE TOPLUMUNU TANIMAK
CAHİLİYENİN SUNDUĞU KARANLIK YAŞAM TARZI
CAHİLİYENİN AHLAKSIZLIĞI
CAHİLİYENİN KORKULARI VE SAPLANTILARI
CAHİLİYENİN DİN KONUSUNDAKİ SAPKIN İNANÇLARI
CAHİLİYE TOPLUMUNUN ÖNEMLİ BİR ÖZELLİĞİ: İKNA EDİLEMEMELERİ
CAHİLİYENİN İLKEL MANTIĞINDAN UZAKLAŞMAK
SONUÇ
DİNSİZLİĞİN İLKEL MANTIĞI
GİRİŞ
Hayatı ve
ölümü Allah belirli bir amaçla yaratmış, insanlara doğruyu ve yanlışı öğreten
hak kitaplar indirerek bu amacı onlara bildirmiştir.
O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha
iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. O, üstün ve
güçlü olandır, çok bağışlayandır. (Mülk Suresi, 2)
Bu amacın özü insanın, herşeyden önce kendisini yaratan
Rabbimiz'i gereği gibi tanıyıp takdir edebilmesi, O'nun emirlerini ve koymuş
olduğu yasakları titizlikle koruması, dünya hayatının geçici ve sahte bir
süsten ibaret olduğunu fark edebilmesi, hayatını ahireti hedef alarak
düzenlemesidir.
Hayatını, ahireti esas alarak düzenleyen bir insan
aslında dünyada da olabilecek en güzel, rahat ve huzurlu yaşamı sürdürecektir.
Çünkü kendi yaratılışına en uygun olan yaşam tarzı Kuran'da bildirilmiştir ve
kişi Kuran'da bildirilen Allah'ın emirlerine tam olarak uymakla, bir anlamda
dünyayı cennet benzeri bir mekan haline getirmiş olacaktır.
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir
amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların
karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
Allah, yukarıdaki ayetinde Kuran'a uyan müminlerin güzel
bir hayat sürdüreceklerini müjdeler. Bu bilgi, aslında insanlara verilmiş
oldukça önemli bir sırdır. Ne kadar güzel, ne kadar zengin, ne kadar şöhretli
olursa olsun, bir insan Kuran ahlakını yaşamadığı sürece dünyada güzel bir
hayat yaşayamaz.
İşte bu kitapta asıl olarak değinilmek istenen konu da
budur. İslam ahlakı yaşanmadığında ortaya çıkan yaşam biçiminin her karesinde
ne kadar sıkıntılı ve huzursuz bir ortam meydana getirdiğini tüm örnekleriyle
ortaya koymak ve buna karşılık Kuran'a uymakla kazanılan "güzel
hayatı" tanımlamak...
Allah, Kuran'da, Peygamberimiz (sav)'in gönderilmesinden
önceki yaşantıyı "cahiliye" yani "cahillik dönemi" olarak
isimlendirir. Ancak burada kullanılan "cahil" sıfatı halk arasında
bilinen anlamından oldukça farklı nitelikler taşır. Çünkü halk arasındaki cahil
tanımlaması, genellikle okuma yazma bilmeyen, iyi bir eğitimi ve tahsili
olmayan, görgüden yoksun insanlara yapılan bir yakıştırmadır. Kuran'da ifade
edilen cahillik ise kişinin, yaratılış amacından, Yaratıcımız'ın vasıflarından,
kendisine gönderilen İlahi kitaptaki bilgi ve hikmetten, sonsuz yaşamını
ilgilendiren konulardan habersiz olması ve bu cehaletin doğurduğu şuursuz bir
yaşam biçimini benimsemesidir. Kişinin, kendisini ve içinde yaşadığı bu
mükemmel sistemi yaratan Rabbimiz'in üstün kudretini kavrayamamış olması,
dünyada yaşadığı olayların şuurunda olmaması cehaletinin bir göstergesidir.
Böyle bir insanın görünürde modern, kültürlü, görgülü ve bilgi sahibi olması,
okuduğu kitapların çokluğu, onu içerisine düştüğü bu derin cehaletten çıkarmaya
yetmez.
Bu tür bir cehaletin ve şuursuzluğun hüküm sürdüğü
toplumlara "cahiliye toplumu" denir. "Cahiliye toplumu"
kavramı, sadece Kuran indirilmeden önceki dönemlerde yaşayan insanları değil,
Kuran indirildiği ve içindekiler tebliğ olunduğu halde Allah'ın hoşnut olduğu
ahlak ve yaşam biçiminden uzak olan toplumları da içine alır.
"Cahiliye toplumu"nun temel mantığı şudur:
Kişilerin, hayatlarını kendi belirledikleri birtakım doğrulara ve yanlışlara
göre sürdürmeleri ve hayatlarının en önemli konusu hakkında duyarsız bir tavır
sergilemeleri. Ancak bu seçimleri, onlara ahiretlerini kaybettirdiği gibi,
onları dünyada da güzel bir hayat sürmekten mahrum bırakır. Çünkü cahiliye
toplumlarında yaşanan sistem, oldukça "ilkel bir mantığa" dayalıdır.
Temeldeki amaç, herkes için aşağı yukarı aynıdır: Ortalama 60-70 seneyi aşmayan
sınırlı dünya hayatını kendince olabilecek en iyi şartlar içerisinde yaşamak.
Bir insanın iyi ve nezih bir yaşam sürmek istemesi son derece meşru bir
taleptir. Ne var ki, cahiliye değer yargılarına göre, sözde iyi bir yaşam
oluşturmaya uğraşmak bu kimselere hem umdukları iyi yaşamı sağlamaz, hem de
onları çok büyük bir kayba uğratır. Çünkü cahiliye ahlakını yaşayan insanların
dünyaları son derece küçüktür ve insanı ister istemez küçük düşünmeye, küçük
hesaplar yapmaya, basit ve ilkel tavırlar sergilemeye iter. Üstelik bu dünyanın
içerisinde yaratılış amacını ve ölümden sonraki yaşamı düşünmek, sonsuz ahiret
yaşamı için hazırlık yapmak gibi önemli konular yer almaz.
Cahiliye insanlarının büyük kısmına göre, dünya hayatı
bir rekabet ve çekişmeden ibarettir. Açıkça ifade edilmese de başarılı ve güçlü
olmak için, kişinin her zaman öncelikli olarak kendisini düşünmesi ve bencilce
hareket etmesi temel prensiptir. Bu batıl ahlakı benimseyen kişi ne kadar
zengin olursa olsun, paraya ve mülke o kadar çok bağlanır ve sürekli daha da
fazlasını ister. Bu acımasız sistemde ne kadar fazla itibar kazanırsa, o kadar
daha ön plana çıkmaya çalışır üstelik bunu başkalarını ezmek pahasına dahi olsa
büyük bir hırsla yapar. Bu rekabete kendini o denli kaptırır ki, içine düştüğü
cehaletin farkına varamayacak hale gelir.
Bu hayat şeklinin ne denli ilkel ve çarpık olduğu ise
ancak Kuran'da belirtilen yaşam biçimi, düşünce ve ahlak yapısı ile
düşünüldüğünde anlaşılır.
Bu kitabın amacı da, "cahiliye toplumları"na
mensup insanların bir kısmının din ahlakını yaşamamalarından dolayı ne denli
"ilkel bir mantık" içerisine düştüklerini göstermektir. Ayrıca bu
mantığın getirdiği çarpık ahlak modelini her yönüyle ortaya koymak ve bu
karanlık yapıdan kurtulmanın tek çözümünün de ancak Allah'ın insanlar için
seçip beğendiği yaşam şekline uymakla mümkün olduğunu ispatlamaktır.
Allah cahiliye toplumu insanlarına şöyle buyurmaktadır:
Onlar hala cahiliye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir topluluk için hükmü, Allah'tan daha güzel olan
kimdir? (Maide Suresi, 50)
CAHİLİYE TOPLUMUNU TANIMAK
Cahiliye
toplumunun en belirgin özelliği, bu toplumu oluşturan insanların büyük
çoğunluğunun Allah'ı tanımamaları ve Allah'ın rızasından uzak bir yaşam
sürmeleridir. Bu da onların Kuran'dan ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetinden
tamamen ayrı bir düşünce ve ahlak anlayışı geliştirmelerine neden olur. Oysa
Kuran, bir insanın ömrü boyunca ihtiyaç duyabileceği tüm konulara cevap veren,
yaşamının her alanına çözüm getiren İlahi bir kitaptır. Kuran Allah Katından
indirildiği için, insanın yaratılışına en uygun ahlak anlayışını ve en güzel
yaşam tarzını öğrenebileceğimiz kaynaktır.
Ancak böylesine kesin ve güvenilir bir rehber varken, onu
terk edip kendi doğrularını ve yanlışlarını kendi çarpık ölçülerine göre
belirleyen, kendine has yanlış değer yargıları geliştiren bir toplumun mantığı "cahilce"
kalır. Nitekim cahiliye toplumunun seçtiği yaşam tarzının, ilerleyen bölümlerde
çok daha detaylı olarak incelendiğinde, ne derece ilkel olduğunu, günlük
hayatın akışında da görebilmek mümkün olacaktır. Cahiliye toplumunun yaşam
tarzına ve ahlak anlayışına değinmeden önce, bu toplumun genel özellikleri
hakkında kısaca fikir sahibi olmakta fayda vardır.
Günümüze kadar yaşamış birçok toplumda, cahiliye sistemi
içinde olan ve bu sistemi benimsemeyerek Allah'ın hoşnutluğunu arayan
insanlardan oluşan iki ayrı topluluk olmuştur. Allah'ın Kuran'da belirlediği
sınırların dışında yaşayan tüm insanlar, cahiliye toplumunu oluştururlar. Bu
kişilerin kendi aralarında farklı yaşam şartları, görüş ve düşünce ayrılıkları
olsa bile, temelde ortak bir mantık çarpıklığı üzerine hareket ederler. Bu
çarpık mantık da, Allah'ın Kuran'da bildirdiği ve hoşnut olduğu ahlakın dışında
yaşamaktır. Her ne kadar bunu sözlü olarak açıkça ifade etmeseler de bu
kişilerin, Allah'ın bildirdiği hükümlerden ödün vermeleri, dünyevi istekler
üzerine kurulu bir yaşam seçmiş olmaları, kendi nefislerini hoşnut etmek için
birçok ahlaki değeri göz ardı etmeleri cahiliye sisteminin bir ferdi
olduklarını göstermektedir. Cahiliyenin sadece dünya hayatıyla sınırlı olan
bakış açısı Kuran'da şöyle bildirilir:
Bizimle karşılaşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı
olanlar ve bununla tatmin olanlar ve Bizim ayetlerimizden habersiz olanlar...
(Yunus Suresi, 7)
Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyay)ı
seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar. (İnsan Suresi,
27)
Dünya hayatının nimetlerinden istifade etmek elbette ki
yanlış bir şey değildir. Çünkü Allah dünyadaki nimetlerin tümünü insanların
faydalanmaları için yaratmıştır. Ancak cahiliye toplumunun içine düştüğü
yanılgı şudur: Cahiliye insanları dünya nimetlerini kullanmakla yetinmezler;
bunlara ihtiras derecesinde bir bağlılık gösterir ve ayette de belirtildiği
gibi "dünya hayatına aldanırlar". Daha da önemlisi bunları
kendilerine verenin Allah olduğunu unutup, O'na gereği gibi şükretmezler.
Bu nedenle günümüze kadar gelen nesillerin yaşam tarzları,
zenginlikleri, medeniyetleri, kültür yapıları, ırkları, renkleri, dilleri
birbirlerinden her ne kadar farklılık gösterse de, temel mantık ve zihniyet
açısından cahiliye toplumları birbirlerinin kopyası olmuşlardır. İster tarihin
en ilkel kabilelerine, ister en ihtişamlı medeniyetlerine, isterse de günümüz
toplumlarından birine bakalım, cahiliye inancını yaşayan her toplumun peşinden
koştuğu şey yine sadece dünya hayatının süsleri olmuştur.
Cahiliye toplumlarının bir başka özelliği de kişilerin
hayata ilişkin bilgileri, kendilerini yaratan Rabbimiz'den indirilen hak
kitaplardan öğrenmek yerine, atalarından öğrendikleri batıl inançlar ve yanlış
uygulamalardan almalarıdır.
Nesilden nesile miras olarak aktarılan bu batıl sistem,
hiçbir zaman sorgulanmaz. Her türlü bilgi kesin birer gerçek olarak
kabullenilir. Tüm değer yargıları, doğrular, yanlışlar yeni nesle hazır olarak
verilir. Bu nedenle de cahiliye toplumunun bir kısmı, hayatları boyunca
doğruları aramak gibi bir ideal içerisine girmezler.
Kuran'da, cahiliye toplumunda yaşayan kimi insanların
atalarından miras aldıkları bu batıl sisteme nasıl sorgusuz sualsiz sahip
çıktıkları ve düşünmeye gerek dahi duymadan hak dinden nasıl yüz çevirdikleri
şöyle haber verilir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun"
denilse, onlar: "Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye
(geleneğe) uyarız" derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve
doğru yolu da bulamamış idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Cahiliye toplumlarına ilişkin olarak Kuran'dan
öğrendiğimiz çok önemli bir bilgi de, bu toplulukların çoğunlukla inanan
insanların oluşturduğu topluluklardan sayıca fazla olduklarıdır. Kuran'da iman
edenlerin sayısının az olacağı bildirilir:
Sen şiddetle arzu etsen bile, insanların çoğu iman edecek
değildir. (Yusuf Suresi, 103)
Böylece onlar, az bir bölümü dışında, inanmazlar. (Nisa
Suresi, 46)
... Hayır, onların çoğu iman etmezler. (Bakara Suresi,
100)
Onların çoğu Allah'a iman etmezler de ancak şirk
katıp-dururlar. (Yusuf Suresi, 106)
Kuşkusuz bu farklılık, Allah'ın önemli hikmetlerle
yarattığı bir durumdur. İman edenlerin sayıca az olması, onların güzel
ahlaklarını değerli kılar ve ahirette alacakları karşılığı artırır. Çünkü dünya
hayatı insanların denenmesi için çok çeşitli süslerle donatılmıştır. Tüm
bunlara rağmen, ahiret için yaşayan bir insan, bu süslere aldanan çoğunluktan
çok daha üstündür.
Bunun yanında bu konu, inanmayanlar için de oldukça
önemli bir deneme konusudur. İnsanların büyük bir kısmı, çoğunluğun peşinden
gitmeyi bir adet haline getirmiştir ve doğru olanın çoğunluğun tavrı olduğunu
zanneder. Çoğunluğun fikri her zaman için mutlak doğru ve azınlığın fikri de
yanlış kabul edilir. Bu nedenle de bazı insanlar hakka davet edildiklerinde
mazeret olarak bu yanlış mantığı öne sürerler.
Oysa ki cahiliyenin savunduğu bu ölçü doğru değildir ve
cahiliyenin ilkel mantığının bozuk bir çıkarımıdır. Cahiliye toplumunun sayıca
fazla olması, bu insanların haklı olduklarını göstermez; aksine bu durum dünya
hayatını tercih ederek nefislerinin hoşuna giden işler yapmak istemelerinden
kaynaklanmaktadır. Kuşkusuz ki 'ben
çoğunluğa uyarım, nasıl olsa onların söyledikleri doğrudur' gibi akıl dışı bir
bahane öne sürerek, Allah'ın hoşnutluğunu ve emirlerini göz ardı eden bir kişi
ancak kendini aldatmaktadır.
Allah Kuran'da böyle bir toplumun sayıca fazla olmasının
hikmetlerini haber verir ve inanan kullarına, bunun bir ölçü olmadığını, aksine
vicdanın sesini dinlemeden çoğunluğa uymanın yanlış olduğunu bildirir:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni
Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar
ancak 'zan ve tahminle yalan söylerler.' Şüphesiz Rabbin, Kendi yolundan
sapanları daha iyi bilir. O, dosdoğru yolda olanları daha iyi bilendir. (Enam
Suresi, 116- 117)
Onların çoğunluğu zandan başkasına uymaz. Gerçekten zan
ise, haktan hiçbir şeyi sağlayamaz. Şüphesiz Allah, onların işlemekte
olduklarını bilendir. (Yunus Suresi, 36)
Müminlerin gerçeği bulmadaki ölçü ve tavırları ise
Kuran'da şöyle tarif edilmektedir:
... İşte (Allah'a) teslim olanlar, artık onlar 'gerçeği
ve doğruyu' araştırıp-bulanlardır. (Cin Suresi, 14)
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim
de saparsa kendi aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü
yüklenmez. Biz, bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azap edecek
değiliz. (İsra Suresi, 15)
Senin Rabbin, 'ana yerleşim merkezlerine' onlara
ayetlerimizi okuyan bir elçi göndermedikçe şehirleri yıkıma uğratıcı değildir.
Ve Biz, halkı zulmeden şehirlerden başkasını da yıkıma uğratıcı değiliz. (Kasas
Suresi, 59)
Kuran'da yer alan bu ayetler, her cahiliye toplumuna
mutlaka kendilerine hak dini anlatacak bir elçi gönderildiğini ifade eder.
Allah sonsuz adalet sahibi olduğu için, kendilerine din ahlakı tebliğ edilmemiş
ve dolayısıyla uyarılmamış bir topluluğu azaplandırmayacağını haber vermiştir.
Allah bu amaçla gönderdiği elçileriyle, Kendisi'nden başka İlah olmadığını
bildirmiş ve insanları zorlu bir güne karşı hazırlık yapmaları için uyarmıştır.
Bir ayette Allah şöyle buyurmaktadır:
Onlara da kendi içlerinden: "Allah'a ibadet edin.
O'nun dışında sizin başka İlahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?"
(desin) diye içlerinden bir elçi gönderdik. (Müminun Suresi, 32)
Kuran'da haber verilen bu önemli gerçek ile birlikte,
cahiliye toplumunun aslında sahip olduğu ilkel mantığı yaşamakta bile bile
direndiğini de görmüş oluruz. Bu insanlar, Allah'ın ve ahiretin varlığı
kendilerine açıkça anlatıldığı, doğru ve yanlışlar bildirildiği halde, batıl
cahiliye dinini yaşamakta ısrarlı davranırlar. Bir başka ayette de, kendilerine
bir uyarıcı geldiğinde, bu toplumun önde gelenlerinin mutlaka yüz çevirdikleri
bildirilir:
İşte böyle, senden önce de (herhangi) bir memlekete bir
elçi göndermiş olmayalım, mutlaka onun 'refah içinde şımarıp azan önde
gelenleri' (şöyle) demişlerdir: "Gerçekten biz, atalarımızı bir ümmet
(din) üzerinde bulduk ve doğrusu biz, onların izlerine (eserlerine) uymuş
kimseleriz." (Zuhruf Suresi, 23)
Cahiliye ahlakını yaşayan bir insan tüm planlarını sadece
dünya üzerine kurar ve ahireti de tamamen unutur. Dünyaya olan sevgisi kısa
süre içerisinde bir hırsa dönüşür ve ne serveti, ne şöhreti, ne de itibarı
kendisini tatmin edemez hale gelir. Ne kadar fazlasını elde ederse, bir o kadar
daha elde etmek için hırslanır. Bu hırs onun kısa süre içerisinde fiziksel
anlamda yıpranmasına, aynı zamanda pek çok ahlaki değerini de yitirmesine neden
olur. Çıkarcılık ve menfaatperestlik dünya hayatında kimse ile gerçek dost
olamamasının ve yalnızlık içerisinde yaşamasının nedenidir. Tüm bunlar ve
kitabın ilerleyen bölümlerinde okuyacağınız cahiliye ahlakının getirdiği diğer
zorluklar, kişinin dünya hayatından gerçek bir zevk alamamasına ve düş
kırıklığına uğramasına sebep olur.
İşte bu, sadece dünya hayatını tercih eden insanların
içine düştükleri büyük bir yanılgıdır. Onlar kendilerince tüm nimetlerden zevk
alabilmek için birçok olayda Allah'ın emirlerine, İslam ahlakının gereklerine
aykırı hareket ederler. Bununla nefislerini tatmin etmeyi ve dünyevi
nimetlerden faydalanmayı amaçlarlar. Fakat durum hiçbir zaman sandıkları gibi
gelişmez. Allah'ın yaratmış olduğu fıtrata aykırı davrandıkları için arayışı
içinde oldukları mutluluğa hiçbir zaman kavuşamazlar ve bir yandan da dünyanın
ne kadar kısa ve eksik olduğunu fark ederler. Yukarıda açıkladığımız üzere
dünya hayatı, sadece bir imtihan yeridir.
Bu açık gerçeğe rağmen, çoğu zaman bu insanlar, içinde
bulundukları durumu dünyada iken anlamaya yanaşmazlar. Tüm yaşamlarını dünya
zevkleri uğruna tükettikten ve ölümün eşiğine geldikten sonra bu önemli gerçeği
fark eden insanların varlığını Allah Kuran'da bildirmiştir. Bu, dönüşü olmayan
bir pişmanlıktır. Ama bundan da önemlisi, kaybedilenin sadece dünya hayatı
olmadığıdır. Allah, yanlış mantıklarının peşi sıra gidip, Allah'a hesap
vereceklerini unutan bu insanların ahirette de büyük bir hüsrana
uğrayacaklarını haber verir:
Allah'a kavuşmayı yalan sayanlar, doğrusu hüsrana
uğramışlardır. Öyle ki, saat (kıyamet günü)
apansız onlara geliverince, günahlarını sırtlarına yüklenerek: "Onda
(dünyada) sorumsuzca yaptıklarımızdan dolayı yazıklar olsun bize" derler.
Dikkat edin, o işleyip-yüklendikleri ne kötüdür. (Enam Suresi, 31)
Buna karşın, tüm hayatlarını Allah'ın rızasını ve ahireti
hedefleyerek geçiren müminler de, Allah'tan bir mükafat olarak hem dünyada güzel
bir hayat yaşar hem de ahirette cennet ile ödüllendirilirler:
Böylece Allah, dünya ve ahiret sevabının güzelliğini
onlara verdi. Allah iyilikte bulunanları sever. (Al-i İmran Suresi, 148)
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve
temiz rızıkları kim haram kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında
iman edenler içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." Bilen bir
topluluk için ayetleri böyle birer birer açıklarız. (Araf Suresi, 32)
Onlar iman edenler ve (Allah'tan) sakınanlardır. Müjde,
dünya hayatında ve ahirette onlarındır. Allah'ın sözleri için değişiklik
yoktur. İşte büyük 'kurtuluş ve mutluluk' budur. (Yunus Suresi, 63-64)
Neden ilkel bir
hayatı tercih ederler?
Cahiliye insanının temel özelliklerinden biri, daha önce
de belirttiğimiz gibi, dünya hayatını herşeyin üzerinde tutmasıdır. Bunun
anlamı şudur: İnsanın büyük bir akılsızlıkla kendisine dünyada verilen
"geçici" yaşamı "esas" kabul ederek sonsuz sürecek ahiret
yaşamı için bir hazırlık yapmaması.
Kuran'da bu çarpık mantık örgüsüne sahip insanların
söyledikleri şöyle haber verilmiştir:
O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu)
dünya hayatımızdan ibarettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz.
(Müminun Suresi, 37)
Bu kimseler Allah'ın insanları yeniden dirilteceğine
inanmadıkları için dünya hayatında yaptıkları hareketlerin bir sorumluluğu
olduğunu düşünmezler. Ahirette Allah'ın karşısında hesap vereceklerini, O'nun
rızasına aykırı davrandıkları için tevbe etmezlerse azaplandırılacaklarını göz
ardı ederler. İşte bu düşünce ile cahiliye insanları kendilerini
kandırmaktadırlar. Onlar bu hayat şeklini, daha fazla menfaat elde edebilmek ve
dünyadan daha fazla yararlanabilmek için tercih ederler. Oysa ki elde
edebildikleri sonuç bunun tam aksidir. Maddi ve manevi hazların pek çoğunu
yitirir, hayattan, çevrelerindeki insanlardan ve kendilerine verilen
nimetlerden umdukları zevki alamazlar.
Çünkü Allah'ı ve ahiret gününü unutmalarından ve Allah'ın
hoşnut olacağı hayat şeklinin dışında yaşamalarından ötürü Allah bu kimselerin
zevklerini, sevgilerini, mutluluklarını ellerinden alır. Zahiren her ne kadar
nefislerinin hoşuna giden olayları tercih etseler de, vicdanlarının sesini
dinlemedikleri için asla huzur bulamazlar, mutlu olamazlar. Ayrıca Allah'ın
verdiği nimetleri kendileri kazandıklarını zannettikleri için yine onları
kendilerinin herhangi bir olay ile kolaylıkla kaybedebileceklerini düşünürler.
Bu nedenle sürekli olarak ellerindekileri kaybetme endişesini taşırlar.
Kuran'da bildirilen tevekkülü yaşamadıkları için bu kişiler gelecek korkusu
içindedirler. Bu nedenle dünyevi anlamda istedikleri birçok şeye sahip olsalar
da manevi azap ve sıkıntı içinde yaşarlar. Bu da Allah'ın sadece dünya hayatına
razı olan insanlara vermiş olduğu dünyevi bir azaptır.
Dünya nimetlerinden zevk alabilmenin yolu, bu nimetlerin
gerçek sahibinin Allah olduğunu bilmek ve Allah'ın hoşnutluğunu arayarak bu
güzelliklerden istifade etmektir. Bu önemli gerçeği kavrayan bir insan, dünyevi
nimetlerin geçici olduğunu ama sonsuz ahiret hayatında dünya şartlarıyla
kıyaslanmayacak kadar üstün güzelliklerin sonsuza kadar kendisine vaat
edildiğini bilir.
"Peki cahiliye toplumu bu önemli sırrın farkına
varmıyor mu? Ya da dünyadan zevk alamadığını gördüğü halde neden bu ilkel
mantığı sürdürmeye devam ediyor?" sorusunun ise, cevabını Allah Kuran'da
bildirmiştir:
Bu, onların dünya hayatını ahirete göre daha sevimli
bulmalarından ve şüphesiz Allah'ın da inkar eden bir topluluğu hidayete
erdirmemesi nedeniyledir. (Nahl Suresi, 107)
Allah dilediğine rızkı genişletir-yayar ve daraltır da.
Onlar ise dünya hayatına sevindiler. Oysaki dünya hayatı, ahirette (ki sınırsız
mutluluk yanında geçici) bir meta'dan başkası değildir. (Rad Suresi, 26)
Görüldüğü gibi Kuran ayetlerinde, cahiliye toplumunun
ilkel mantığının altında yatan asıl sebebin, onların "dünya hayatına
bağlanıp, ahireti unutmaları" olduğu açıklanır. Oysa ki dünya hayatı
insanlardan hangilerinin daha güzel tavırlarda bulunacağının denenmesi için hazırlanmış
özel bir imtihan yeridir. İnsanların asıl yurdu ahirettir. Ayetlerde bu
gerçek şöyle ifade edilir:
Bu dünya hayatı, yalnızca bir oyun ve '(eğlence türünden)
tutkulu bir oyalanmadır'. Gerçekten ahiret yurdu ise, asıl hayat odur. Bir
bilselerdi. (Ankebut Suresi, 64)
Kadınlara, oğullara, kantar kantar yığılmış altın ve
gümüşe, salma güzel atlara, hayvanlara ve ekinlere duyulan tutkulu şehvet
insanlara 'süslü ve çekici' kılındı. Bunlar, dünya hayatının metaıdır. Asıl
varılacak güzel yer Allah Katında olandır. (Al-i İmran Suresi, 14)
Bu ayetlerde cahiliye toplumunun dünya hayatına neden
aldandığı ve neleri cazip bulduğu da detaylı olarak açıklanmıştır. Bunlardan
biri insanların birçoğunun paraya ve mülke karşı duydukları tutkudur. Ancak
maddi zenginlik kişiye tek başına ruhen bir huzur sağlayamaz. Bu zihniyet
içinde, hiçbir zaman gerçek anlamda sevgiyi ve saygıyı bulamazlar, gerçek bir
dostluk elde edemezler. Çünkü bunlar ancak güzel ahlakla kazanılabilecek
değerlerdir. Bir insanın üstün ahlakı ve samimi tavırları, karşı taraf üzerinde
olumlu bir etki meydana getirir; bu ise saygı, sevgi ve dostluğun temelidir.
Örneğin, bu ruh hali içerisindeki bir insan, belki dünyanın en gösterişli evini
yaptırır, en konforlu ve en son model arabasını satın alır, en pahalı
giyeceklerini giyer, en lezzetli yiyeceklerini alır, akla gelebilecek en güzel
eğlence ve tatil merkezlerine gider; ama hiçbirinde aradığı huzur ve mutluluğu
bulamaz. Hırs ve tutku içinde yaşadığı için her zaman daha fazlasını ister, bir
türlü elindekilerle hoşnut olmasını bilmez. Tüm bu nimetlere sahipken dahi hep
şikayet edecek ve yakınacak bir şeyler bulur.
Taşıdıkları hırs ciddi birtakım ahlaki bozuklukları da
beraberinde getirir. Para tutkusu kişiyi sahtekarlığa, yalancılığa, bencilliğe,
adaletsizliğe, öfkeye, gerilime ve daha pek çok tavır bozukluğuna iter.
Kuran'da, cahiliye toplumunun herşeye rağmen bu ilkel mantıkta ısrar
etmelerinin bir sebebinin de kendi aralarında övünme tutkusu olduğu belirtilir:
... Dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden)
tutkulu bir oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu),
mal ve çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur... (Hadid Suresi, 20)
Dünya hayatına ilişkin her konu, cahiliye toplumu için
aralarında bir övünme ve itibar malzemesidir. İnsanlar tarafından takdir görmek
onlar için öylesine büyük önem taşır ki, tüm hayatlarını övünebilecekleri
malzeme aramakla geçirirler. İyi bir tahsil yapmak, itibar elde edip tanınmış
bir insan haline gelebilmek, sayılı zenginler arasına girmek, ünlü bir ailenin
bir üyesiyle gösterişli bir evlilik yapmak, hatta çok sayıda çocuk sahibi olmak
bile cahiliye toplumunun önemli övünme konularındandır. Çocuğunun güzel ya da
zeki olması, hangi okullarda okuduğu veya kimle, nasıl bir evlilik yaptığı gibi
konular bile bu çarpık mantık nedeniyle bir rekabet konusu olur. Bir insan
elbette iyi eğitim almayı, güzel bir aile yaşantısı olmasını, kaliteli ve nezih
bir ortamda yaşamayı talep edebilir ve bu son derece doğal bir taleptir. Ancak
bir kimse bunları talep ederken tüm ahlaki değerleri bir yana bırakacak kadar
hırslı davranıyorsa, üm bunların geçici olduğunu unutuyorsa, dünyadaki her
türlü varlığın asıl sahibinin Allah olduğunu kavrayamıyorsa ve sahip oldukları
onu Allah'ı ve ahireti anmaktan uzaklaştırıyorsa, bu makul bir durum değildir.
Ortalama 60-70 yıl yaşanacak kısa bir dünya hayatında insanların, kendileri
gibi aciz ve ölümlü başka insanlara gösteriş yapabilmek için, böylesine
aldatıcı bir tutkuya kapılıp ahireti unutmaları çok büyük bir kayıptır.
Cahiliye insanlarının, ilkel bir yaşantıda ısrar etme
nedenlerinden biri de vicdanlarını kapatıp nefislerinin emirlerine uyarak
yaşamalarıdır. Her insanın sahip olduğu,
yaşamı boyunca verdiği tüm kararları etkileyen iki ses vardır. Bu iki ses
birbirinin tam zıttı amaçlar için yaratılmıştır. Biri, insanları, Allah'ın
hoşnut olacağı şeylere çağırırken, diğeri her zaman Allah'tan uzaklaştırır,
insanı tutkularının, isteklerinin peşinden sürükleyecek şeyleri fısıldar. İşte
bu iki ses, vicdan ve nefistir. Kuran'da bu gerçek şöyle bildirilir:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona
fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene
(andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu
(isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır.
(Şems Suresi, 7-10)
Cahiliye toplumunu tanıtırken nefis ve vicdan arasındaki
ayırıma özellikle dikkat çekmek gerekir. Çünkü bir insanı "cahil"
yapan en büyük unsur, vicdanını dinlememesi, dolayısıyla sadece ve sadece
nefsinin arzularının peşinden koşmasıdır.
Ancak nefislerine uymadaki bu ısrarları cahiliye
insanlarına hiçbir şey kazandırmaz. Aksine büyük bir kayıp içinde ömür
sürmelerine sebep olur.
İMANDAN UZAK YAŞAYAN İNSANLARA
ALLAH'IN VERDİĞİ BÜYÜK AZAP
ADNAN OKTAR: Bütün dünyaya Allah
ceza verdi. Yani yüzde doksanına diyorum, bakın en az hatta yüzde doksan
dokuzuna böyle bir ceza verdi Allah bu dünyada. İnsanlardan sevgiyi aldı Allah.
Yani evlenenler hep mantık evliliği yapıyorlar. Tutkuya dayalı, aşka dayalı,
Allah aşkına dayalı evlilik yapamıyorlar.
SUNUCU: Cezanın sebebi
nedir?
ADNAN OKTAR: Allah’ı unuttular,
Darwinizm’e girdiler, materyalizme girdiler. Kardeşim şimdi evlendiği kadını bir
maymun türü olarak görüyor yani maymundan evrimleşmiş bir hayvan ve yok olup
gidecek bir hayvan olarak görüyor. Başında biraz saç bulunan, tüy bulunan, eli
ayağı olan bir maymun gibi görüyor. O da karşısındakini maymun gibi görüyor.
Yani daha gelişmiş, daha değişik bir maymun türü olarak görüyor. İki maymun bir
evde yaşıyor olarak düşünüyorlar. Yani “nasıl mağaralarda maymunlar daha önce
yaşıyorsa biz de evde yaşıyoruz” diyor, “biraz daha gelişmişiyiz” diyor. Şimdi
bu durumda aşk, tutku, derinlik olur mu? Yani mümkün mü?
Kafası beyni
boşalıyor adamın. Ve bakıyorum ben, aslan gibi delikanlılar ama çok mekanikler.
Kızlara bakıyorum, bayanlara bakıyorum, çok mekanikler. Mesela mankenlerin
gözlerinde en ufak bir derinlik pırıltısı, bir tutku pırıltısı görülmüyor.
“Hadi evlenelim” diyorlar, buyrun; “Nedir mesleğin” diyor. “Şu” diyor, “Çok
güzel” diyor. “Araban var mı” diyor, “Var” diyor. Birdenbire içinde bir aşk
hissettiğini söylüyor ona karşı, tarif edilemeyecek bir aşk meydana geldiğini
söylüyor. Malın gücü arttıkça aşkın derinliği de artıyor. “Delice bir tutkuya
dönüştü benimkisi artık” diyor. Birgün adam diyor ki, “Ben” diyor “Çok özür
dilerim iflas ettim” diyor. Üç gün sonra kadın, “Bir şey oldu” diyor, “Ayrılsak
mı acaba” diyor.
İşte böyle gelen,
böyle gider. Malla gelen malla gider. Etle gelen etle gider. Mesela tipine göre
evleniyor. Başka tipi daha düzgün birini buluyor. Bitti. Parası için evleniyor
daha zengin biri ona biraz göz kırpıyor, onu bırakıyor ona gidiyor. Mesleği
için diyor, mesela adam bir mühendisse, baş mühendis oluyor daha gelişmişi
oluyor, tamam, ona gidiyor. Neye göre geliyorsa, ona göre de gidiyor. Onun için
gerçek sevgi oluşamıyor, gerçek tutku oluşamıyor. Dünyaya
Allah aslında büyük
bir afat verdi, büyük bir bela verdi. Sevgi olmadan zaten dünyanın bir anlamı
yok. O zaman sürünme kalıyor geriye. Yani yemek yiyecek, televizyon seyredecek,
yatacak, kalkacak, banyoya girecek, yine yemek yiyecek, yine yatacak, yine
kalkacak, banyoya gidecek, işine gidecek. İşyerleri adeta onlar için bir hapishane
gibi oluyor. Küçük bir beton yığını mesela büro denen yer, altı var, üstü var,
sağı solu var, beton. Önüne de bir bilgisayar koyuyorlar. Sabahın sekizinden
akşamın bilmem kaçına kadar tıkır tıkır tıkır çalışıyor. Sonra eve geliyor
başka bir betonun içine daha giriyor, apartman dairesinin içine giriyor. Orada
da yemeğini yiyor, bulaşığı yıkıyor, çamaşırı yıkıyor, adamla bir kavga ediyor
kadın, sonra uyuyorlar, sabah oluyor yine yemeklerini yiyorlar yine o beton
yığınının içine giriyor yine tıkır tıkır tıkır sayıyor. Bu otuz yıl falan devam
ediyor. Sonra emekli oluyor.
Emekli olduktan
sonra da yine tek beton yığınının içine giriyor. Bu, hayat mı bu? Yani bunun
için mi geldik biz dünyaya? Bunun adına sürünme derler. Sürünmenin diğer adıdır
bu. Böyle hayat olmaz. Aşkla yaşanır, tutkuyla yaşanır yani delice tutkuyla.
Ama öyle bir şey oldu mu, şu kadarcık bir yer, delice bir tutku varsa yani şiddetli zevklidir, her şey
zevkli olur.
Mesela kurbağaya
bakarsın canın gider, şefkat duyarsın, hatta mesela karıncayı görürsün onu
derin bir sevgiyle Allah’ın tecellisi olarak seyredersin. Çünkü o küçücük
patileriyle gidiyor gidiyor gidiyor bir bakıyorsun kendini temizliyor, kafasını
gözünü temizliyor. Sen nereden öğrendin o küçücük canınla o temizlenmeyi? Ve vernikli
gibi parlıyor pırıl pırıl. Patisinin ucunda, şu kadarcık olan patisinin ucunda
bütün vücudunun özellikleri ve ondan sonraki neslin bütün özellikleri kodlu.
Amber içinde
karınca var yüz milyon yıllık yahut yüz yirmi milyon yıllık, donmuş kalmış
hayvan içinde, aynısının tıpkısı hiç değişmemiş. Ama ona Allah aşkıyla bakarsak
güzel olur. Yani işyeri Allah aşkıyla güzel olur. Mesela dolmuş kuyruklarında
son derece anlamsız mat bir yüz. Dışarıya çıkıyorum, insanlarda gülümseme yani
bir neşe ve sevinç olması lazım, insanlara Allah’ın tecellisi olarak aşkla
muhabbetle insan yaklaşır. Mesela küçük çocukları görüyorum. Olağanüstü güzel.
Mesela dün pazar günü, bir mağazaya gittim küçük bir çocuk, ismini vermeyeyim
mağazanın, merdivenin birinci katına çıkmış, inanılmaz sevimli yani uzun süre
baktım, sevgi gösterdim, gitmek istemiyorum, içime sinmedi yani o güzelliği
bırakıp gitmek.
Allah her yeri
böyle güzelliklerle donatmış. Ama her zaman söylüyorum, bir kere insanlar
birbirlerine güvenmiyorlar. Mesela korku çok yaygın. Böyle hayat olmaz yani
sokağa çık kork, eve gel betonun içine gir. (Sayın Adnan Oktar’ın Tempo TV
röportajından, 21 Eylül 2009)
CAHİLİYENİN SUNDUĞU KARANLIK
YAŞAM TARZI
Zaman
kavramının artık önemini yitirdiği, sonsuzluğun başladığı, asla tükenmeyen
ikramlarla dolu kusursuz bir cennet hayatı mı, yoksa ilk on senesi çocukluğun
şuursuzluğuyla, son on senesi de yaşlılığın yorgunluğuyla geçen üç-beş on
senelik, eksik ve kusurlarla dolu bir dünya hayatı mı?
Kuşkusuz ki aklını kullanan her insan, "kusursuz ve
sonsuz olan cennet hayatını" seçer; acizliklerden asla kurtulamayacağı
birkaç on sene için de bundan asla vazgeçmez. Ancak, göz açıp kapayıncaya kadar
geçip biten dünya hayatının sahte büyüsüne kapılan ve ahireti tamamen unutan
insanlar da vardır.
Kendilerince menfaat elde edebilmek için dünyaya aldanan
bu insanlar, bir süre sonra yaptıkları seçimin hiç de karlı olmadığını anlamaya
başlarlar. Yaşadıkları sürece, her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye
giderlerse gitsinler, sıkıntı ve zorluklardan bir türlü "yakalarını
kurtaramazlar". Yaptıkları seçimin yanlışlığını kesin olarak
anladıklarında ise, artık iş işten geçmiş ve ölüm kapılarına dayanmış olur.
Sadece bir tabak yemek, bir yatak ve başlarını
sokacakları alelade bir barınak için sahiplendikleri dünya hayatı, onlara
ellerinde kalan 30-40 senenin de hiçbir lezzet vermediği bir ortam sunar.
Kuran'da, insanların göz göre göre bu denli aleyhlerine işleyen bir sistemi
tercih etmelerinin "akıllarını kullanmamalarından" kaynaklandığı bildirilir.
Peki insanların büyük kısmı için dünyada sürekli
huzursuzluk ve sıkıntı kaynağı olan, ahirette ise onları sonsuz azaba uğratan
yaşam tarzının özellikleri nelerdir? Cahiliye toplumunun insanları nasıl bir
hayat sürerler?
İlerleyen sayfalarda cahiliye insanlarının yaşadıkları
ortam genel olarak ele alınacaktır. Böylelikle sahip oldukları ilkel mantık
ortaya çıkacak ve yapılan seçimin aslında kişiye, hem kısa hem de uzun vadede
kayıptan başka bir şey kazandırmadığı bir kez daha görülecektir.
Ancak konuya geçmeden şunu hatırlamakta fayda vardır:
Burada anlatılan yaşam tarzı cahiliye toplumlarının genel anlayışını ifade
eder. Cahiliye bireylerinin tümünün tek tek burada anlatılan herşeyi
yaşadıklarını söyleyemeyiz. İlerleyen sayfalarda anlatılan ortamların dışında
yaşayan insanlar da olabilir. Fakat burada vurgulanmak istenen esas konu genel
mantığın "ilkelliği"dir. Bu "ilkel anlayış" kimi insanın
ahlaki değerlere yaklaşımında, kiminin çıkarcılığında, kiminin yaşam tarzında,
kiminin ise burada hiç değinmediğimiz başka özelliklerinde görülebilir. Önemli
olan Allah'ı ve hesap gününü unutarak hayat süren insanların, dünyada bu
ilkelliği bir yönüyle mutlaka yaşıyor olmalarıdır.
Monoton bir hayat
Cahiliye sistemini kabul etmiş olan ve bundan vazgeçmeyen
insanlar isteseler de istemeseler de hayatın her aşamasında monotonluğun içine
girerler. Ancak bundan kurtulmanın yolunu da bir türlü bulamaz ve sonunda,
kendilerince bunun “hayatın katlanılması gereken bir gerçeği” olduğuna karar
vererek, bu batıl sisteme boyun eğerler. Söz konusu kişilerin bu aşamadan sonra
yapabildikleri tek şey ise, "ömür tüketmek", diğer bir deyişle
"ölümü beklemek"tir.
Sabah uyandıkları andan itibaren her günkü tekdüzeliğe
bir kez daha dönerler. Yine erkenden işe gidecek, gün boyu aynı insanların
yüzünü görecek ve yine her günkü klasik konuşmaları duyacaklardır. Akşam aynı
arabaya binecek, senelerdir her gün geçtikleri yollardan bir kere daha geçecek
ve yine aynı saatte evlerine ulaşacaklardır. Aynı masada, aynı insanlarla yine
aynı sohbeti yapacak, günün nasıl geçtiğini kalıplaşmış birkaç cümleyle
anlatacak ve televizyondaki aynı dizilere bir parça göz attıktan sonra bir
sonraki günün monotonluğunu karşılamak üzere yatmaya gideceklerdir.
Bunun hep böyle sürüp gideceğini bilmek ise, herşeyi
olduğundan daha sıkıcı ve çekilmez görmelerine neden olur. Söz gelimi yıllar
önce çok severek ve beğenerek aldıkları evleri, artık tahammül edilemez, sıkıcı
bir hal almıştır. Ama çok istisna bir fırsat çıkmadığı sürece, o evin içinde
yaşamlarını sürdürmek zorundadırlar. Aynı şekilde monotonluğun etkisiyle tüm
çekiciliğini yitirmiş olan evin her bir eşyası, onlara sadece hayatın
tekdüzeliğini hatırlatır olmuştur. Çevrelerindeki insanlar da aynı şekilde
sıradan gelmeye başlamış ve tüm özelliklerini yitirmişlerdir. Eskiden her an
heyecan ve mutluluk veren aileleri ve dostları artık sadece alışkanlık
nedeniyle aranır olmuşlardır.
Hayat tarzlarındaki bu monotonluğun önemli bir sebebi,
son derece küçük hedeflere sahip olmalarıdır. Dünya hırsına en çok kapılan
insanın bile, hayattan beklentileri birkaç satıra sığacak kadar kısıtlı ve
küçük bir dünyanın ürünüdür: İyi bir okul bitirmek, çok para kazandıracak bir
meslek edinmek, iyi bir evlilik yapmak, sağlıklı çocuklar doğurmak, onları en
iyi şekilde okutmak ve büyütmek, böylece yaşlılıkta kendilerine bakabilecek bir
yatırım yaparak ölümü beklemek…
Oysa insanın asıl ve en büyük hedefi, Allah'a gereği gibi
kulluk etmek ve hayatı boyunca O'nun hoşnutluğunu kazanmayı kendisine amaç
edinmek olmalıdır. Böyle bir insanın hayatı hiçbir zaman monoton ya da tekdüze
olmaz. Her an yoğun bir şevk ve heyecan içerisindedir. Dünyada kısa bir süre
kalacaktır ama burada yaptığı güzel davranışların karşılığını ahirette ebedi
bir mutluluk yurdu olan cennete girerek alacaktır. Bu nedenle dünyada değil
"vakit öldürmek" aksine, "vakit kazanmak" ve 60-70 senelik
ömrünü sonsuz hayatına en çok fayda sağlayacak biçimde değerlendirme çabasında
olacaktır.
Bunun yanında Kuran'a göre hareket eden insanların günlük
hayatları da hiçbir zaman monoton olmaz. Çünkü mümin her zaman aklıyla hareket
eder. Bu nedenle de her an yenilikçi bir karakter sergiler. Ne kendisinin, ne
çevresinin, ne de faaliyetlerinin monotonlaşmasına izin vermez. En zor ve
kısıtlı imkanlarda dahi aklını kullanarak, her zaman eskisinden daha da olumlu
ve iyiye götüren değişiklikler, atılımlar yapar. En yorgun olduğu anlarda veya
yaşça ileri olduğu dönemde bile şevk, heyecan ve üretkenliğinden en ufak bir
şey kaybetmez. Yaptığı seçim yaşamını güzelleştirirken kendisine cennet
hayatını da kazandırır ki, Allah Kuran'da, inananların bu kazancını şöyle
bildirir:
Derler ki: "Bizden hüznü giderip yok eden Allah'a
hamdolsun; şüphesiz Rabbimiz, gerçekten bağışlayandır, şükrü kabul edendir. Ki
O, bizi Kendi fazlından (ebedi olarak) kalınacak bir yurda yerleştirdi; burada
bize bir yorgunluk dokunmaz ve burada bize bir bıkkınlık da dokunmaz."
(Fatır Suresi, 34-35)
Sonuç bu kadar kazançlıyken, cahiliye toplumunun
monotonluk içerisinde yaşamayı kabul etmesi ve bundan kurtulmak için çaba
harcamamasının sebebi ise ayetlerde şöyle bildirilir:
... Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim olmaları
dolayısıyla böyledir. Kendilerinden önce yakın geçmişte olanların durumu
gibi; onlar, yaptıklarının sonucunu tatmışlardır. Onlara acı bir azap vardır.
(Haşr Suresi, 14-15)
Sıkıntılı ortamlar
Cahiliye toplumlarında insanlar tevekkülsüzlüğün
getirdiği büyük sıkıntı içerisinde yaşam sürerler. Allah'a inanmamakla ya da
Allah'ın hükümlerine uymamakla sorumluluklarından uzaklaşacaklarını ve böylece
başıboş bir yaşam süreceklerini zannederler. Fakat her ne kadar bu sistemi
savunsalar ve böyle bir ortamda daha rahat olacaklarını ileri sürseler de,
aslında bundan hoşnut olmazlar. Çünkü çevrelerindeki insanların da asıl
hedefleri yalnızca dünyayı yaşamaktır. Onlar da kendileri gibi bu konuda
oldukça bencil ve hırslıdırlar. Bu nedenle, çevrelerindeki insanlarla gerçek
samimiyeti, dostluğu ve huzurlu bir arkadaşlığı yaşayamazlar. Ayrıca herkesin
kendi cahilce kurallarına göre yaşadığı, Allah korkusunun, dolayısıyla güven
ortamının olmadığı bir hayat sürmek insanlara sıkıntı verir. Sadece
kendilerince dünyadan zevk almak amacıyla dinsizliği tercih etmişlerdir. Fakat
bu seçimleri onların çok daha sıkıntılı ve huzursuz olmalarına sebep olur.
Günümüzde birçok insanın 'stres' denilen rahatsızlıkla mücadele ettiğini
bilmekteyiz. İşte bu durum aslında dünyaya karşı duyulan hırsın bir
karşılığıdır.
Bu sıkıntının asıl kaynağı Allah'a güvenip dayanmamanın
getirdiği tevekkülsüzlüktür. Allah'ın sonsuz gücünü, insanlar ve olaylar
üzerindeki kontrolünü kavrayamayan kişiler sürekli korku ve tedirginlik içinde
yaşarlar. Kaderlerinin sonsuz akıl sahibi Allah'ın takdirinde olduğunu unutur,
herşeyle kendilerinin başa çıkmaları gerektiğini zannederler. Bu çarpık mantığa
göre her an başlarına bir şey gelme ihtimali vardır ve kendilerini koruyacak
bir güce de sahip değildirler.
Olaylara sürekli korku dolu ve negatif bir bakış açısıyla
yaklaşırlar. Sakin bir ruh halinde çok rahat akıl yürütebilecekleri konularda,
stresin zihinlerinde oluşturduğu pus nedeniyle çözümsüz ve çaresiz kalırlar.
Sürekli mutsuzdurlar; karşılarına çıkan küçük büyük her olaydan kolaylıkla
gerilime düşebilirler. Özellikle de aksilik olarak nitelendirdikleri durumlar,
onlar için stresin vazgeçilmez malzemeleridir.
Ancak bu insanların en önemli özelliği, olaylar henüz
gerçekleşmeden "Ya böyle olursa?" ya da "Nasıl sonuçlanacak
acaba?" gibi kuruntularla kendilerini gerilime sokuyor olmalarıdır. Sabah
kalktıkları andan itibaren bu endişeleri birer birer kafalarından geçirir ve
olası aksilikleri, henüz gerçekleşmeden düşünerek hayali senaryolar üretmeye
başlarlar. Söz gelimi, çok önemli bir toplantıya yetişecek olan bir işadamı, en
az bir hafta öncesinden ya bir aksilik çıkar da hastalanırsa veya geç kalıp o
toplantıya katılamazsa neler olur, neler kaybeder, kaybettiklerini telafi etmek
için ne zorluklarla muhatap olmak zorunda kalır gibi, tamamıyla asılsız ve boş
kuruntularla kendisini meşgul eder. Bu meşguliyet sadece tek bir konuya da
mahsus değildir. Sağlıkları, maddi durumları, aile, iş ve arkadaş ilişkileri,
komşuları, ülke siyaseti, sosyal ve ekonomik durum ve bunlar gibi daha binlerce
sıkıntı yaratacak konu vardır onlar için. Ayrıca sadece kendi kuruntularıyla
meşgul olmakla kalmaz, eşlerinin, çocuklarının, arkadaşlarının, komşularının
hayali sorunlarını da kendilerine dert edinir ve bunları düşünerek
gerginliklerini daha da artırırlar.
Kuran'a tabi olan müminler ise rahatlığı, neşeyi, huzuru
yaşarlar. Allah'ın varlığına ve gücüne duydukları güvenden dolayı hiçbir zaman
sıkıntı içine girmezler. Karşılaştıkları her olayı akıl ve vicdan kullanarak
halletmeye çalışırlar. Her olayı, her insanı ve her canlıyı Allah'ın en hayırlı
şekilde yarattığını bildikleri için canlılıklarından, neşelerinden hiçbir şey
kaybetmezler. Bir olay görünüşte olumsuz gibi görünse de bundan yese düşmezler,
ümitsizliğe kapılmazlar. Bir müminin içinde bulunduğu durum, karşısındaki
kişinin ahlakı, karşılaştığı olaylar nasıl olursa olsun, Allah'a olan güvenini
kaybetmez ve bozuk ahlak özellikleri göstermez.
İnananlar Allah'ın karşısında aciz varlıklar olduklarını
ve bu nedenle hataları olabileceğinin farkındadırlar. Müminler hataları ya da
kusurları olduğu zaman da güven ve rahatlık ile eksikliklerini telafi etmenin
yollarını ararlar. İmanlarından kaynaklanan bu tavır neticesinde de stres ve
gerginliğin neden olduğu maddi manevi tüm zararlardan uzak kalmış olurlar.
Yukarıda tarif ettiğimiz bu tevekküllü ruh hali,
Müslümanların tüm yaşamlarına hakimdir. Karşılaştıkları her zorlukta tek
yardımcılarının Rabbimiz olduğunu bilirler. Allah'a olan güvenlerinde ve
teslimiyetlerinde bir eksilme olmaz. Çünkü tüm canlıları yaratan Rabbimiz
insanlar için en hayırlısının ne olduğunu en iyi bilendir. Kuran da bir ayette
şöyle buyrulmaktadır:
"… Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için
hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de
siz bilmezsiniz." (Bakara Suresi, 216)
Buna karşılık cahiliyenin batıl sistemini benimseyen
insanların maddi manevi pek çok zararlara uğradıkları görülür. Bozuk mantıklarının
bir ürünü olan stres, onları hem ruhen hem de bedenen yıpratır. Bu gerilime
dünyadan daha fazla yararlanmak için düşmüşlerdir; ama dünyadan hiçbir şekilde
zevk alamadıkları gibi, bir de sonsuz ahiret hayatlarını kaybetmişlerdir. Oysa
dünyadaki vakitlerini Allah rızası için hayır ve güzellik uğrunda
değerlendirmiş olsalar, hem dünyayı hem de ahireti kazanacaklardır:
Hiç şüphesiz Allah, müminlerden -karşılığında onlara
mutlaka cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır… (Tevbe
Suresi, 111 )
... Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterecek olan
kimdir? Şu halde yaptığınız bu alışverişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte
'büyük kurtuluş ve mutluluk' budur. (Tevbe Suresi, 111)
İnsanları
zenginlik, makam ve güzelliklerine
göre
değerlendirmeleri
Zenginlik, cahiliye toplumlarında en itibar gören
değerlerden biridir. Bu toplumun insanları, kim daha zenginse, ona daha çok
saygı duyarlar.
Cahiliye toplumunun üyeleri çevrelerindeki insanları,
ahlak yapılarına, dürüstlüklerine, güvenilirliklerine, tevazularına ve
şahsiyetlerine göre değil, sahip oldukları paranın çokluğuna göre
değerlendirirler. Çünkü bu ahlaki değerlerin, söz konusu toplumdaki insanların
büyük bölümü için neredeyse hiçbir önemi yoktur. Onların kendilerince adeta
ilahlaştırdıkları kavram "para"dır ve herşey buna göre
değerlendirilir. İşte bu çarpık anlayıştan dolayı, söz konusu toplumda
"herkesin ve herşeyin bir fiyatı vardır". Nitekim "paranın
açmayacağı kapı yoktur" sözü bu toplumlarda en geçerli anlayışlardan
biridir.
Bu "sözde" üstünlük sebebiyle cahiliye
toplumunda "elit" olarak isimlendirilen kesime karşı garip bir
hayranlık duyulur. Zengin kesimin, tavırları ve ahlaki yapıları ne kadar kötü
olursa olsun, hatta yaptıkları her türlü sapkınlık, "moda" olarak
kabul edilir. Bu batıl felsefeye göre de toplumda ahlaki yönden en alt seviyede
olan kişi şayet zengin olursa, cahiliye toplumunun en üst seviyesine
yerleştirilir.
Zenginlik kadar önem taşıyan diğer kriterler de
makam-mevki ve fiziksel güzelliktir. Güzel olan insanlara ve iyi bir mevkiye
sahip olan kişilere karşı sebepsiz bir saygı duyulur. Çoğu zaman bu kişilerin
kim olduğu, nasıl bir karaktere sahip olduğu dahi bilinmeden, üstünlükleri
kabul edilir. Özellikle de kendilerini fiziksel anlamda beğenmeyen veya belirli
bir makama sahip olmayan kişiler, söz konusu değerlerin üstünlük için yeterli
birer ölçü olduğuna kesin olarak inanırlar.
İşte cahiliye toplumu, sayılan bu özellikler
doğrultusunda işleyen çarpık bir sisteme sahiptir. Neredeyse tüm bireyleri bu
değerleri daha çocukluk yıllarında öğrenir ve kabul eder. Bu batıl sistemi
kabul eden herkes toplum içerisinde dahil olduğu sınıfı ve bunun getirdiği güç
ve itibar seviyesini bilir. Örneğin onların batıl yargılarına göre, zengin
fakirden, tahsilli olan cahilden, makam sahibi sıradan insanlardan, güzel
çirkinden mutlaka üstün ve avantajlıdır. Bu yüzden de altta olan üstte olana
karşı tuhaf bir eziklik, özenti ve kıskançlık hissi besler. Bu da söz konusu
insanları, anlamsız bir yarış ve rekabet içine sokar. Yeryüzünde var oluş amaçlarını
hiç düşünmezken, tüm dikkatlerini bu sonuçsuz itibar savaşında bir yer edinmeye
verirler.
Anlamsız kriterlere dayanan bu telkin sonucunda kişi
kendisinde, daha alt seviyedekiler üzerinde baskı uygulama hakkı da bulur.
Örneğin usta kalfayı ezerken kalfa da çırağı ezer. Ya da ev sahibi kiracıyı,
kiracı kapıcıyı, kapıcı karısını, karısı da çocuğunu aynı batıl sisteme dahil
eder. Kendilerince böyle bir üstünlük sırası belirlemişlerdir. Ve herkes kendi
yetki ve haklarının sınırlarını bilir.
Elbette bunların tümü son derece hatalı mantıklardır.
Cahiliye insanları önce Allah'ın emrettiği ahlak dışında bir sistem kurar,
ardından da belirledikleri batıl sistemin kuralları yüzünden azap dolu bir
hayat yaşarlar. Tüm bunlar ilkel bir düşünce sisteminin ürünüdür. Oysa gerçek
üstünlük, mal, mülk, şöhret, güç ya da itibar gibi kavramlara değil, insanların
Allah'a olan imanlarına, takvalarına ve güzel ahlaklarına bağlıdır. Bunun
dışında bir insanın ne derisinin rengi, ne boyu, ne kilosu, ne güzelliği, ne de
maddi durumu Allah Katında bir önem taşımaz. Bunların tümü, insanlar kefene
sarılıp toprağın altına gömüldüğünde önemini yitirecek olan gelip geçici
değerlerdir. Geriye tek kalan şey ise kişinin Allah'a olan imanı ve bağlılığı
olacaktır.
Kuran'da insanlar için geçerli olan ölçü şöyle
belirtilir:
Ey insanlar, gerçekten, Biz sizi bir erkek ve bir dişiden
yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi halklar ve kabileler (şeklinde)
kıldık. Şüphesiz Allah Katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da
soyca değil) takvaca en ileri olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber
alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Bu bilinci alan insanların oluşturduğu bir toplumda
yaşamak kuşkusuz ki büyük bir rahatlıktır. Saygı ve sevgi ölçüsünün maddi
değerlerden arındığı, yerini vicdan, dürüstlük, güvenilirlik, güzel ahlak gibi
erdemlere bıraktığı bir ortam, var olan anlamsız rekabeti de ortadan kaldırır.
Bunun yerini alacak olan gerçek ve güzel olan yarış ise, Kuran'da da
belirtildiği gibi, insanların hayırlarda, insani vasıfları kazanmada, saygıda
ve sevgide yarışmaları olur. Allah hayırlarda yarışan kullarının üstünlüğünü
Kuran'da şöyle bildirir:
İşte onlar, hayırlarda yarışmaktadırlar ve onlar bundan
dolayı öne geçmektedirler. (Müminun Suresi, 61)
Herkesin (her toplumun) yüzünü çevirdiği bir yön vardır.
Öyleyse hayırlarda yarışınız. Her nerede olursanız, Allah sizleri bir araya
getirecektir. Şüphesiz Allah, herşeye güç yetirendir. (Bakara Suresi, 148)
Bunlar, Allah'a ve ahiret gününe iman eder, maruf olanı
emreder, münker olandan sakındırır ve hayırlarda yarışırlar. İşte bunlar salih
olanlardandır. (Al-i İmran Suresi, 114)
Cahiliye sisteminin temeli, "düşünmeme" üzerine
kuruludur; düşünmeden yaşamak, düşünmeden konuşmak, düşünmeden karar almak,
düşünmeden uygulamak… Bu batıl sistemi
benimsemiş insanların büyük çoğunluğu düşünmeyi kendilerince adeta bir vakit
kaybı ve daha da önemlisi bir zorluk olarak değerlendirirler. Çünkü "düşünmek"
aynı zamanda aklın ve vicdanın devreye sokulması demektir. Bunun yerine hiç
düşünmeden ve sorgulamadan birilerinin kendileri için belirlediği kuralları ve
prensipleri, adetleri doğrudan hayata geçirirler.
Söz gelimi kendilerine "öğretilen" konularla
karşılaştıklarında ne yapacaklarını bilirler, ama hiç beklemedikleri ani ya da
yeni bir durum söz konusu olduğunda çaresiz ve çözümsüz kalırlar. İçine
düştükleri şaşkınlık ve bocalama, aklı ve vicdanı kullanmamanın getirdiği
sonuçlardan sadece bir tanesidir. Bunun gibi, yenilik yapma konusunda da, kör
bir mantık geliştirmişlerdir. Mecbur kalmadıkları sürece hiçbir konuya yenilik
getirmezler.
Yukarıda açıkladığımız karakter eğer dikkatle
değerlendirilmezse, yanlışlığı tam olarak fark edilmeyebilir. Müminler için
yapılan her hareketin, söylenen her sözün şuurla yapılması önemlidir.
Dikkatsizlik, ilgisizlik, umursuzluk gibi hususlar müminlerin kaçındıkları
konulardır. Bu nedenle Allah'ın emirlerine karşı hem son derece saygılı, hem de
bu emirleri yerine getirme konusunda hassastırlar. Bu hassasiyetlerini
vicdanlarını kullanma konusunda da gösterirler. Bu özellikleri ile cahiliye
insanlarından tamamen ayrılmaktadırlar. Örneğin cahiliye toplumu, kendilerine
tarif edilen ve toplum tarafından kabul gören iyilikleri yaparlar. Fakat çoğu
zaman bu iyilikleri niçin yaptıklarını bile düşünmezler. Yanlarındaki kişiye
mahçup olmamak için, hatta diğer insanlara gösteriş yapabilmek için böyle
davranan kişiler bile vardır.
Günlük hayatta bu tavırların sayısız örneği ile
karşılaşmak mümkündür. Ama esas olarak bu, temel bir yaşam felsefesidir ve
sonuçları çok daha ciddi zararlara yol açar. Uğradıkları en büyük zarar ise,
akıl ve vicdan kullanarak düşünmemeleri nedeniyle, Allah'ın büyüklüğünü ve
ahiretin varlığını kavrayamamalarıdır. Kuran'da cahiliye toplumunun akıllarını
kullanmama özelliği, "Bu, şüphesiz onların akletmeyen bir kavim
olmaları dolayısıyla böyledir." ayetiyle haber verilmiştir. (Haşr
Suresi, 14)
İnananlar ise, aklın ve vicdanın ne denli büyük bir nimet
olduğunu kavramış kimselerdir. Hayatlarının her aşamasında bu imkanlardan
sonuna kadar faydalanırlar. Gördükleri her olay üzerinde düşünür, en akılcı ve
en vicdanlı tavrı bulurlar. Her olayın örnek ya da ibret alınacak yönlerini
görür, daha sonraki olaylarda bu tecrübelerinden yararlanırlar. Hiçbir zaman geçmiştekilerin
kendilerine bıraktıkları sistemleri sorgusuzca uygulamaya koymazlar. Gerçekten
faydalı bir şey varsa bundan yararlanır, ancak bir hata varsa da kolaylıkla
Allah'ın razı olacağı davranışa yönelirler. Dünyada böylesine huzur ve mutluluk
içinde yaşadıkları gibi, bir ömür boyu vicdanlı davranmalarından dolayı sonsuz
cennet hayatını kazanır ve ahirette de rahat bir hayat yaşarlar.
İşte tüm bunlar aklın ve vicdanın getirdiği
nimetlerdendir.
Ahlaki değerlerin
dejenere olduğu
bir ortam
İslam ahlakını yaşamanın getirdiği güzellikler tahrip
edildiğinde ortaya çıkan durum, hiçbir insanın rahat edemeyeceği ve hatta
zarara uğrayacağı bir görüntü oluşturur. Böyle bir durumda karşılaşılacak olan
en tehlikeli ve rahatsızlık verici şeylerden biri "kuralsızlık ve sınır
tanımazlık"tır. Bu sistemde her birey kendi kurallarını kendisi belirler.
Bu kuralların her biri, kesin sınırlarla belirlenmemiş esnek ölçülere dayanır.
Temel ölçü, toplum içerisinde çok aşırı kaçmamak ve çok tepki almamaktır. Bu
batıl sisteme uyan insanların bir kısmı, topluma sezdirmeden ve deşifre olmadan
yapılan herşeyin "serbest" olduğuna inanırlar. Söz konusu kimseler,
dışarıya yönelik konuşmalarında hep ahlak ve erdem konusunda ahkam keserler,
aksini savunanlara şiddetle karşı çıkarlar ama kimsenin görmediğini
düşündükleri ortamlarda bunun tam tersi bir tavır sergilerler.
Felsefelerinin dayandığı temel de budur zaten. Allah'ın
her an her yerde olduğunu ve her yaptıklarını gördüğünü, her söylediklerini
duyduğunu düşünmezler. Böylece kendilerine, ahlaki dejenerasyonu rahatça
sürdürebilecekleri bir zemin hazırladıklarını zannederler.
Bu kimselerin en önemli yanılgılarından biri de
dejenerasyonu bir anlamda da modernliğin göstergesi sanmalarıdır Hatta ahlaki
değerlere önem verdiklerinde küçük düşeceklerine inanır, bu nedenle
alabildiğine sınır tanımayan bir insan imajı vermeye çalışırlar. Gerçekten de
cahiliye toplumu içinde bu çarpık mantığa sıkça rastlanabilir. Söz gelimi yolda
parasını düşüren birinin arkasından koşup, parasını geri vermeyi teklif eden
bir kişi yanındaki arkadaşları tarafından alaya alınabilir. Bu tip bir durumda
bazı insanların arasında asıl kabul gören tavır, parasını düşüren kişinin
arkasından alay ederek eğlenmeleri ve parayı bir an önce kendi menfaatleri için
harcamaya koyulmalarıdır.
Bu örnekleri okuyan bazı kişiler “ben böyle bir şey
yapmıyorum bu nedenle cahiliye sisteminden tamamen uzak yaşıyorum” şeklinde
düşünebilirler. Oysa bunlar cahiliyenin çirkin ahlakının ve uygulamalarının
sadece bir iki örneğidir ve cahiliye sistemi, kendisine tabi olan kişinin
yaşamının her anında kendini hissettiren önemli ahlak bozuklukları
içermektedir. Bu batıl anlayış içerisinde iffet, namus, dürüstlük gibi
kavramlar da önemini yitirir. Sahtekarlık, yalan söylemek son derece olağan bir
hal alır. Böyle bir durumda Allah korkusunun gereği gibi yaşandığını söylemek
mümkün olmaz. Bu nedenle kişi yaptığı işlerde bir mahsur görmeyecektir ve
yaptığı eylemler katlanarak devam edecektir. Önceleri yalan söylemeyi mahsurlu
görmeyen bir insan, giderek karşısındaki kişileri dolandırmayı, bir başkasının
evini, işyerini soymayı mahsurlu görmeyecektir. Kendi çıkarlarını korumak için
bir başka kişiye kolaylıkla iftira atabilecektir. Bu sistemde kişinin
karşısındaki bir insana güvenmesi de söz konusu olmaz. Karşısındaki kişi de
kendisi gibi kolaylıkla yalan söyleyen, kendi çıkarı için dostlarını, ailesini
gözden çıkarabilen bir insan olmuştur. Bu çirkin ahlakı yaşayan insanların
yaptıkları ahlaksızlıklara sözde mazeret olarak öne sürdükleri durum ise,
kişinin kendini korumasıdır. Oysa Kuran'da din ahlakından uzak insanların,
kendi elleriyle kendilerini zarara sokan bir sistem oluşturdukları şöyle haber
verilmiştir:
Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak
insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar. (Yunus Suresi, 44)
Kuran ahlakının yaşandığı ortamlar ise kişilere her
yönden güvence ve huzur getirir. Çevrelerindeki her insan Allah'tan korktuğu
için Allah'ın sınırlarını korur. Ne kalabalıkta ne de yalnızken tavırlarında
bir değişiklik olmaz. Allah'ın koyduğu sınırları korudukları için, doğal olarak
çevrelerindeki insanların haklarına karşı da son derece titizdirler.
Dürüstlükten, samimiyetten hiçbir şekilde taviz vermezler. Bu tür insanlardan
oluşan bir toplumda asla kuralsızlık, aşırılık gibi durumlar oluşmaz. Tüm
ahlaki değerler gerçek anlamıyla yaşanır.
Cahiliye anlayışının getirdiği çıkarcılık, gerçek
dostlukların yaşanmasını daha en başından engeller. Çünkü dostluk, kişilerin
gerektiğinde karşı tarafın menfaatlerini kendi çıkarlarından üstün tutmasını,
zaman zaman özveride bulunmasını, karşı tarafın huzuru, rahatı için emek sarf
etmesini, fedakarlık göstermesini gerektirir. Bu tarz bir özveri ise,
cahiliyenin mantık örgüsüyle taban tabana zıttır. Kendi ilkel mantıklarına
göre, dünya geçici, ömür de çok kısa olduğu için, hiçbir zaman fedakarlıkta
bulunmamalı, aksine menfaat elde etmelidirler.
Ancak kurdukları bu çarpık mantık örgüsü sandıkları gibi
kendilerine yarar sağlamaz. Tam tersine bu sistemin bozukluğu nedeniyle bunun
sıkıntısı yine kendilerine döner. Hayatları boyunca samimiyetsiz ve ikiyüzlü
bir ortamda yaşamak durumunda kalırlar. Görünüşte dost oldukları insanlarla
aslında çeşitli menfaatlere dayalı bir birliktelik içerisinde olduklarını bilirler.
Olağandışı bir olay olduğunda ya da maddi manevi bir yardıma ihtiyaç
duyduklarında "dost" bildikleri kişilerin kendilerini yüzüstü
bırakabileceğinden neredeyse hiç kuşkuları yoktur. Çünkü kendileri de aynı
çıkarcı anlayış içerisinde karşılarındaki insanlara bu gözle bakıyorlardır. Bu
nedenle de hayatları boyunca "gerçek dostları" olmadığından
yakınırlar.
Cahiliye toplumlarında insanların büyük çoğunluğunun
arkadaş ilişkilerine olan bakış açısı şöyledir: Eğer sonuç kişiye fazlasıyla
menfaat kazandıracak ise, ancak bu şartla özveride bulunabilir, samimi ve
dürüst bir dostluğun geçici bir süre için taklidini yapabilir. Ama kişi
beklentisini elde ettikten sonra bir anda hiç çekinmeden soğuk ve mesafeli bir
tavır koyarak dostluğunu bitirebilir.
Bu, cahiliye toplumu arasında çok iyi bilinen bir
sistemdir ve bundan herkes zaman zaman nasibini aldığı için kimse kimseyi
kınamaz ve karşı çıkmaz; hatta kimi zaman evlilikler ya da aile içi ilişkiler
bile söz konusu çıkarlar üzerine kurulabilir. Evlenecek olan kişi, dostluk,
saygı, sevgi, karşılıklı güven gibi kavramlardan çok, ailesine ve kendisine ne
kadar çıkar sağlayabileceğinin hesabını yaparak yaklaşır karşı tarafa. Çıkar
ilişkisini toplumsal bir gerçek olarak kabul ettiklerinden, yakın çevreleri ile
konuşurken bu gerçeği dile getirirler. Örneğin zengin bir insanla evlenecek
olan kişi, "Sonunda onu kandırdım, bağladım" gibi sözler kullanır.
Emellerine ulaşmış olduklarından dolayı övünür ve yakaladıkları fırsattan
maksimum derecede faydalanmayı ilke edinirler. Eşlerine en güzel arabayı, evi
aldırır ve geleceklerini garanti altına almak amacıyla üzerlerine mal mülk
yaptırmaya çalışırlar. Bu aslında her ne kadar açıkça kabul edilmese de
karşılıklı bir alışverişten başka bir şey değildir. Eğer bu birliktelikte zengin
olan yani "kandırılan" taraf erkekse, kadın para karşılığı evlenmiş
olarak kendince karlı bir alışveriş yapmış olur. Aynı şekilde erkek de
kendisini kandırılan olmaktan çok, kandıran olarak görür. Çünkü o da kendince
belirli çıkarlar gözeterek bir anlaşma yapmıştır; beraber olduğu kişi eğer
zengin ise zenginliğinden, çevresi ve itibarı var ise bunlardan istifade
edecek, güzel ise onun güzelliğiyle kendince övünecektir. Ya da bunların
hiçbiri olmasa dahi bir ömür boyunca kendisine baktıracak, evini temizletecek,
yemeğini yaptıracak ve kendisine çocuk doğurtarak neslini devam ettirebileceği
bir imkan oluşturacaktır.
Bu çirkin mantık elbette manevi değerlerden, dinin
getirdiği güzel ahlaktan uzak olmanın doğurduğu bir sonuçtur. İnsanları
yalnızca çıkar elde edecek bir araç olarak görmek, dinsizliğin cahiliye
toplumlarında oluşturduğu en büyük tahribatlardan biridir.
Öyle ki, bu çarpık mantık bir süre sonra pek çok anne
baba tarafından ailenin diğer fertlerine de aktarılır. Bir süre sonra çocuk da
ailesini kendisine bakan, büyüten, tahsil, iş ve evlilik imkanı sağlayan,
itibar kazandıran önemli bir kaynak olarak görmeye başlar. Zaten anne babası da
onu, yaşlandıklarında kendilerine bakacak iyi bir yatırım olarak değerlendirir,
bu nedenle de hiçbir fedakarlıktan kaçınmazlar. Bunlar pek dile getirilmeyen
ama din ahlakından uzak olan toplumlar içinde yoğun olarak yaşanan olaylardır.
Görüldüğü gibi cahiliye toplumunun her bireyi istisnasız
olarak bu düzene ayak uydurur ve menfaat elde etmenin yollarını arar. Bu sistemin
kendilerine kısa zamanda çok menfaat kazandırdığına ve olabilecek en akılcı
hesapları yaptıklarına inanırlar. Oysa ki gerçek anlamda samimiyeti, dürüstlüğü
ve dostluğu yaşayamamak, eşleri, çocukları da dahil olmak üzere birlikte
oldukları her insanın kendilerine çıkar amacıyla yaklaştığını bilmek çok büyük
bir kayıptır. Bu nedenle bu insanların dünya hayatında hiçbir dost ve
yardımcıları olmaz.
Ancak cahiliyenin bozuk mantığının getirdiği zarar bu
kadarla kalmaz. Aynı yalnızlık sonsuz ahiret hayatında da devam eder. Allah bu
durumu önceden haber vererek insanları böyle bir hüsrana karşı uyarmıştır:
Andolsun, sizi ilk defa yarattığımız gibi (bugün de)
'teker teker, yapayalnız ve yalın (bir tarzda)' Bize geldiniz ve size
lutfettiklerimizi arkanızda bıraktınız. İçinizden, gerçekten ortaklar
olduklarını sandığınız şefaatçilerinizi şimdi yanınızda görmüyoruz. Andolsun,
aranızdaki (bağlar) parçalanıp-koparılmıştır ve haklarında zanlar
besledikleriniz sizlerden uzaklaşmıştır. (Enam Suresi, 94)
Kuran ahlakına uyan insanlar ise herşeyden önce Allah'ın
dostluğunu ve hoşnutluğunu kazanmış olmaktan dolayı büyük bir kazanç
içerisindedirler. Bunun yanında peygamberler, melekler ve tüm inananlar,
müminlerin gerçek ve samimi dostlarıdır ve bu dostlukları sonsuz ahiret
hayatında da en güzel şekliyle devam edecektir:
Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse, işte onlar Allah'ın
kendilerine nimet verdiği Peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehitler
ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar? (Nisa Suresi, 69)
İNSANIN GIDASI SEVGİ VE ŞEFKATTİR,
MENFAATTE GERÇEK SEVGİ OLMAZ
MUHABİR: “Sizi ne zaman izlesem her konuda sorulan soruları hiç
takılmadan cevapladığınızı görüyorum ve size olan hayranlığım katlanıyor.
İlmimi arttırmak için hep kitaplarınızdan ve internet sitenizden
faydalanıyorum. Size sorum şu olacak, 24 yaşındayım dinime devamlı faydalı
olmak istiyorum, kendimi geliştirmek istiyorum fakat ailemin tek derdi beni bir
an önce evlendirmek ve torun sahibi olmak. Bu yüzden bana devamlı baskı
yapıyorlar, şu anda sizi ailecek izliyoruz ve buradan aileme daha ayrıntılı
bilgi verebilir misiniz ve ne tavsiye edersiniz? Teşekkürler”, Ayşe Numan
Rize’den yazıyor.
ADNAN OKTAR: Evet, ben bazı
aileleri görüyorum çocuklarını böyle kuluçka makinesi gibi görüyorlar yani
hemen evlensin, hemen doğursun, hemen şunu yapsın. Bir kere o çocuğu
yetiştirdin mi sen? Genel kültürünü, imanını, aklını, ruhunu ve bedenini
geliştirdin mi yani ona bir faydan oldu mu? Bir kere onları halletmen lazım,
sonra da onu onların gönlüne bırakmak lazım. Yaka paça çocuğu tanımadığı
bilmediği bir insanın kucağına atmak, ne yaparsan yap demek olmaz. Adam
mühendismiş, adam doktormuş, konu bitti. Felç oluyorlar öyle bir şey olduğunda,
maaşlı ve herhangi bir görevi varsa diğerleri artık teferruat oluyor. Hele de
arabası, evi varsa adamın ahlakı çok çok uç bir teferruat oluyor. Perçemi
alnına düşmüş gibi sanki alelade bir konuymuş gibi, olsa ne olur, olmasa ne
olur gibisinden. O çocuklara nasıl eziyet ediyorlar, ben biliyorum, evlenen
genç kızlar çok görüyorum, nur gibi, aslan gibi gösterişli ve bayağı güzel,
evleniyor üç yıl, dört yıl sonra insanlıktan çıkmış, çökmüş, yaşlı kadın olmuş,
böyle teyze olmuş adeta. Demek ki bir zulüm görüyor bu insanlar, çünkü
mutluluğu arar kadın, sevinci arar, sevgiyi, şefkati merhameti arar, dostluğu
arar, kadın çok nazenin varlıktır. Onun gıdası sevgidir, muhabbettir,
şefkattir, temizliktir, dinlenmedir. Mesela kadının spor yapması çok
önemlidir, gıdalarına dikkat etmesi çok önemlidir, mesela üzüntü kadını çok
tahrip eder, çok çok neşeli olması lazım ortamın. Çok hassas varlıklardır,
çabuk alınır kadınlar, çabuk üzülürler. Yani detaycı oldukları için, çok zeki
akıllı varlıklardır, detay gördükleri için çok çok üzülürler. Çok çok
affedersiniz sığır gibi bir adama veriyorlar çocuğu, al götür diyorlar, tanımaz
bilmez. “Selamünaleyküm” diyor, annesiyle babasıyla geliyor, bir elinde çiçek
demeti, bir elinde çikolata paketi, biraz konuşuyorlar, “yavrum anlat” diyor
işte neyin var? Arsasından bahsediyor, evinden vs., anlattıkça annesinin
babasının gözleri ışıldıyor, parlamaya başlıyor. İşte “şöyle malım var, böyle
malım var” diyor konu bitiyor zaten, ikinci gelişinde “al götür, senindir”
diyorlar, konu bitmiş. Ondan sonra o çocuğa yapılan işkence, ona yapılan
saygısızlıklar, hakaretler, münasebetsiz ve küstah tavırlar onlar için çok
doğal bir şey olmuş oluyor. Yani hatta kendilerini örnek gösteriyorlar, kendi
evliliklerinde de bunların olduğunu söylüyorlar. “Akrabalarında da var,
dünyanın hali böyledir” diyor, “dünya böyledir” diyor.
İnsan biricik çocuğuna nasıl kıyar? Biricik derken
genç kız, kız çocuğu bu, çok özenli olmaları lazım, bir kere yani karşısındaki insanın onu kendilerinden
çok daha iyi koruyup kollayacağına ve mükemmel bir ahlaka sahip olduğuna samimi
inanmaları lazım, Allah’tan çok korktuğuna, Allah’a tam teslim olduğuna,
Allah’a hizmet ettiğine, Allah’a kendini adadığına samimi inanmaları lazım.
(Adnan Oktar’ın Kral Karadeniz TV röportajından, 6 Şubat 2009)
ALLAH'I SEVMEYENİN KALBİNDEN SEVGİ
NURU ALINIR
ADNAN OKTAR: Allah bizden Kendisi'ni sevmemizi ister ve Kendisi'nden
korkmamızı ister. Eğer Kendisi'ni sevmiyorsa ve Kendisi'nden korkmuyor ise
insan, yani Allah esirgesin kendimi o şekilde örnek vermeyeyim de herhangi bir
insan diyelim, kendisi Allah’ı sevmiyorsa ve Allah’tan korkmuyorsa, Allah,
onun kalbindeki sevgi nurunu alır, sevgi gücünü alır. Yani istediği kadar
uğraşsın, ne yaparsa yapsın ne sevebilir ne de kendini sevdirebilir. Yani iki
gücü birden kaybeder, tek yanlı değil. Hem sevme gücünü kaybeder hem sevilme
gücünü kaybeder. Ama mümin Allah korkusu ve Allah sevgisi ile yaklaştığı
için Allah aşkıyla etrafa baktığı için her yerde Allah’ın tecellisini görür. O
yüzden derin sevgiyi çok şiddetli yaşayabilir. Mesela bir çocuğa baktığında,
onda Allah’ın o vildanlarda yarattığı güzelliği görür. Allah’ın nuru olarak onu
görür. Allah’ın tecellisi olarak görür. Ondan derin bir zevk alır, ondan bir
hoşnutluk duyar. Kalbinde şefkat, merhamet koruma hisleri oluşur. Ama bu
sevgiyi ona veren Allah’tır. Mesela Hz. Musa (as) için; “Katımızdan ona bir
sevimlilik verdik” diyor Allah. Demek ki insanın kendisinin sevimli
olmasıyla olmuyor bu. Allah’ın ona vermesiyle oluyor. Hz. Yusuf (as)’a Allah,
olağanüstü bir güzellik vermiştir. Ama Allah’ın yaratması ve dilemesiyle oluyor
çünkü eğer insanlar etkilenecek olsaydı ilk Yusuf’u gördüklerinde etkilenmeleri
gerekirdi. İlk gördüklerinde etkilenmediler. Kuyuda gördüklerinde. “Onu
önemsiz gördüler” (Yusuf Suresi, 20) diyor Allah ayette. Ama sonra kadınlar
ellerini kesecek derecede olağanüstü etkileniyorlar Hz. Yusuf (as)’tan.
-Şeytandan Allah’a sığınırım- “Allah’ı tenzih ederiz” diyorlar “herhalde
bu bir melek” (Yusuf Suresi, 30) diyorlar yani melek gibi diyorlar.
Olağanüstü beğeniyorlar. Eğer mümin Allah rızasını taşımıyorsa, Allah’ın
rızasıyla yaklaşmıyorsa kalbinde sevgi olmaz. Mesela evlenecek insanlar oluyor.
Kız diyor ki çok muazzam bir şeyle karşılaştım. İlk defa hayatında aşık
olduğunu, böyle bir insanı hiç görmediğini, adeta hipnotize olduğunu, hayatının
insanını bulduğunu iddia ediyor. O zavallı da ona, -tabi insanlarda beğenilme
arzusu olduğu için yani gururunu tatmin edecek bir duygu olduğu için- ona safça
inanıyor. Sebebini araştırmıyor. “Bu insan beni neden sevdi?” demiyor. Arabası
olmasaydı acaba onu sever miydi, evi olmasaydı acaba sever miydi, maaşı o kadar
yüksek olmasaydı o kadar sever miydi bunu düşünmüyor. Yüzünde mahsun bir
heyecanla yani kendisini keşfetmiş birisiyle karşılaşmış olmanın heyecanıyla
ona inanıyor. Keşfedilmesine şaşırıyor. Daha önce nasıl başkası onu
keşfedememiş de ilk defa o onu keşfetmiş gibisinden şaşırıyor. Hâlbuki kadın
onun akılsızlığından dolayı ayrıca ona bilinçaltında özel bir nefret de
geliştiriyor yani onun akıl edememesine. Çünkü onu bir av gibi görüyor. Ağına
düşen bir av gibi, küçük bir sinek gibi görüyor. O da küçük bir sinek gibi
orada debeleniyor. O, onu yavaş yavaş ağıyla sarıyor, ondan çok etkilendiğini,
olağanüstü olduğunu, böyle birisinin dünyada olamayacağını falan o garibim de
saf saf hepsine inanıyor. Ki bu karşılıklı bir azaptır yani onu malıyla
etkilediğini bildiği halde bilinçaltında, yani bunun imkânlarıyla olduğunu
bildiği halde ve gitmesi durumunda ondan nefret edeceğini bildiği halde kendini
kandırıyor.
Bilinçaltında ona
karşı tabi bir nefret oluşur. Kadın da ondan otomatik olarak tiksinir ve çok
itici bulur. Ama iradesini kullanıyor bazı kadınlar böyle olaylarda,
tiksinmesine rağmen oradaki çıkarı daha güçlü olduğu için çünkü para gelecek,
araba gelecek, giyecek gelecek onları daha cazip bulduğu için, onlardan alacağı
zevki, gücü ondan duyduğu tiksintinin gücüyle karşılaştırdığında daha şiddetli
olduğu için karşı taraftaki güç, ona tahammül etmiş oluyor. Tahammül ederken de
ona sezdirmemeye çalışıyor tabi o kişi. Tahammül ederkenki çeşitli yöntemleri
oluyor onun. Karşılıklı şirin görünme yöntemleri oluyor mesela o, ona çok güzel
bir yemek yaptığını ve onu beklediğini söylüyor o da ona çok şahane bir yüzük
buldum diyor. Sarılıp etraflarında dönüyorlar şöyle filmlerde gördükleri gibi.
Ömür boyu poz yapmak, ömür boyu taklit etmek o kadar acıdır ki bir insan için.
Yani bir kadının hoşlanmadığı halde seviyor görünümüyle yaşaması, çıkar için
bir erkeğin de sevilmediğini bildiği halde, seviliyor görüntüsüne kanıp, buna
inanmadığı halde güya kanarak yaşaması ve karşılıklı sevgi görüntüleri
yapmaları ve bunu bir aktör gibi, bir aktris gibi uygulamaları dünyanın en
büyük azaplarındandır ve Allah’ın bu gibi insanlara verdiği en büyük
belalardandır. Halbuki gerçek sevgide insan ne mal arar, ne mülk arar, ne şunu
arar, ne bunu arar. Eğer Allah’ın tecellisini onda görüyorsa, Allah’ın aklını
onda görüyorsa o insandan kadın hipnotize olur, o erkekten. Allah öyle bir güç
vermiştir, mesela Hz. Musa (as)’dan olağanüstü etkilenmiştir Firavun’un hanımı.
O adamdan ayrılıp Hz. Musa (as)’la evlenip çölde kırk yıl onunla beraber
gezmiştir. Hz. Musa (as)’ın malı yoktu. Ona sadece çile ve zorluk sundu. Ama
Hz. Musa (as)’da Allah’ın tecellisini gördü o ve bu yüzden ona karşı o kadar
muhabbet duydu. İşte buna tutku denir. Mesela kölesi olan kişinin hanımı da
boşanıp Peygamber Efendimiz (sav)'le evlenmiştir. Çünkü onda Allah’ın nurunu,
Allah’ın güzelliğini, Allah’ın tecellisini görmüştür. Ve çok fazlasını
görmüştür. Yani kendi eşiyle kıyasladığında onda çok çok fazla bir tecelli, çok
yoğun bir tecelli görmüştür. Allah da diyor ki ayette, “Sen insanlardan
utanıp bunu kalbinde saklıyordun ama Allah bunu biliyordu” (Ahzab Suresi,
37) diyor. “Ve Allah’ın emri artık yerine gelmiştir” diyor. Allah, o
kölesinden o hanımın boşanmasını sağlamıştır Kuran ayetiyle ve Peygamber
Efendimiz (sav)'le evlenmiştir. Peygamberimiz (sav) bunu kabul etmemiştir.
Eşine söylemiştir “sen boşanma devam et” demiştir. Yani evliliğiniz devam etsin
demiştir. Ama Allah vahiyle bildirince olay ortaya çıkmıştır ve Allah’ın emri
yerine getirilmiştir. Bu da bir tutkudur işte, yani tutkunun gereği Allah’ın
tecellisine duyulan tutkunun bir gereği olarak bunu yapmıştır kadın orada bu
güzelliği. Bunun bir çok örneğini tarihte biz gördük. Yani diğer Peygamberlerde
de vardır bu. Bizim Peygamberimiz (sav)'de de vardır. Allah rızası için
sevmek bambaşka bir şeydir. Çok derin bir zevktir. İnsanın içinde özel bir güç
vardır. Yani altıncı bir his gibi bir his. Ne görmeye benzer, ne duymaya
benzer, ne işitmeye benzer yani tarif edilemeyecek şiddette derin bir zevk.
Derin bir güç. Buna biz tutku diyoruz. İnsanlar tutkunun ve aşkın taklidini
yapıyor sokakta. Ben duyuyorum mesela televizyonlarda. Aşık olduğunu söylüyor.
Neye göre aşık olduğunu sorduğumda, “mesela işi olmasa, parası olmasa devam
eder mi?” diyorum, boşanacağını söylüyor. Demek ki aşkla alakası yok.
Evet, müşrik
erkekler müşrik kadınlarla, münafık erkekler, münafık kadınlarla, Müslüman
kadınlar da Müslüman erkeklerle. Çünkü münafıkların zaten ruhu kapkaranlık
oluyor. Kadınların da ruhu kapkaranlık oluyor. İki karanlık birleşip simsiyah
bir karanlık meydana getiriyor. O ondan nefret ediyor, o ondan nefret ediyor. O
ondan tiksiniyor, o ondan tiksiniyor. Hatta bunların tiksintilerinin
şiddetinden dolayı biliyorsunuz etkilenmek için bunlar birçok çözüm ararlar.
Yani nasıl olsa da sevse acaba? Nasıl yapsa da ondan hoşlansa diye çözüm
ararlar. Fakat o tiksintilerini nefretlerini bir türlü gideremezler. Ama
müminlerde de çok şiddetli bir muhabbet vardır. İnsanlar da onun hikmetini
bazen çıkaramazlar. Onu yaşayamayan insanlar onu çıkaramazlar. Halbuki bu
insanlar 6. duyuyu yaşıyorlar. Yani onların bilmediği bir mucize oluşuyor.
Tutku bir mucizedir. Yani derin bir zevktir. Bir kısmı tutkuyu takliden
anlatıyorlar. Çok seviyorum diyor. Peki, o zaman birbirine hakaret ediyorsun,
saldırıyorsun, aşağılıyorsun, üzüyorsun, maddi çıkarınla çatıştığında anında
harcıyorsun. Kendi nefsinle çatıştığında anında harcıyorsun. O zaman onun adı
tutku değil. Demek ki, sen dinlerden hak dinlerden gelen bir tutku sözünü
duymuşsun. İyi bir şey olduğunu bilinçaltında biliyorsun, onu arıyor fakat
bulamıyorsun. Küfür de öyle onu bilir bilinçaltında fakat yaşayamaz. Mümin bunu
bilinçaltında bilir ve en önemlisi yaşar, Allah ona yaşatır. Yani bu özel
duyguyu ve özel sistemi Allah onda yaratır. Mesela tutkuyu tarif et deseniz bir
mümine tarif edemez, ama şiddetli bir zevk olarak yaşar. Ve tutku yaşlanmayla
Müslümanın üzerinden gitmez. O tip insanlarda hastalıkla gider tutku dediği
şey. Mesela kızın, çok beğendiğini söylediği bir delikanlı oluyor, çocuk
herhangi bir hastalık geçiriyor, elinin yüzünün şekli biraz değişiyor bir anda
tutku uçuyor, gidiyor. Aşk bitiyor. O ne demektir? Demek ki tutkunun sahte, çok
kötü bir taklidinin içerisine girmiş, ona özenmiş ve gerçek tutkuyu bilmiyor
demektir. Halbuki insan gerçekten tutku ile seviyorsa mesela eli yüzü yansa da
sevdiğinin, onu daha da fazla sever ve daha da derin bir şefkatle ona karşı
muhabbet duyar, çünkü onun cennetteki gerçek yüzünün ne kadar mükemmel
olacağını bilir ve sonsuza kadar onunla yaşayacağını da bilir. Sahte
sevgilerde on yıl, onbeş yıl, beş yıl, üç yıl bazen bir kaç aydır tutku ama
gerçek tutkuda sonsuza kadardır. Çünkü Allah’ı seviyorsun Allah’ın tecellisi
olarak seviyorsun sonsuza kadar Allah’ın öyle tecelli edeceğini bilirsin
inşaAllah umarsın o yüzden derin bir sevgi ile sevip sonsuza kadar beraber olma
isteği ile bağlanırsın, bu sarsılmaz bir sevgidir. Yoksa öbür türlü rahatça
ölüp gideceğini yok olacağını bildiği bir varlığa hele ki evrimle oluştuğuna
inanıyorsa bir maymun türü olduğuna inanıyorsa, öyle bir insanın aşktan
tutkudan bahsetmesinin ne kadar suni duracağını çocuk olsa bilir. (Adnan
Oktar’ın Tempo TV röportajından, 28 Ocak 2009)
ALLAH’IN KOYDUĞU ÖLÇÜYE UYMAK VE
ALLAH SEVGİSİNİ ARAMAK
ADNAN OKTAR: Benim birçok vakada
gördüğüm şu, bazı kadınlar arabanın markasını ilk gördüğünde şiddetli aşkı
hissetmeye başlıyor. Araba, marka ve çok pahalı bir arabaysa o aşkın heyecanı
bir kere kaplıyor, üstündeki kıyafetler de eğer pahalıysa şahsın, bir de iyi
bir okuldan mezunsa, babası da zenginse artık o aşk onun gözünü döndürüyor,
şiddetli bir tutkuya dönüşüyor, artık eli ayağı boşalıyor, her şeyini verecek
hale geliyor öyle tipler, ben duyuyorum. Sonra bir gün diyor ki şahıs, “babam
iflas etti, ki çok normal ekonomik kriz anında dolayısıyla ben de iflas ettim”
diyor. Kadının kafasında bir ışık sönüyor adeta beyninin içerisinde, o aşk bir
anda kayboluyor, nefret ettiği bir mahlûk kalıyor geride yani büyük bir
tiksintiye ve öfkeye dönüşüyor. İşte bu Allah’ın bu insana verdiği bir cezadır,
çok büyük bir aşağılanmadır halbuki Allah rızası için sevmiş olsa onun
fabrikası da gitse, işyeri de gitse, gelse de hiç fark etmez. Gelirse Allah’ın
bir nimeti olarak görür, giderse de Allah’tan bir hayır olarak görür, hiçbir
şekilde etkilenmez. Ama, çocuklar küçük yaşta çarpık eğitiliyorlar. İşte ben
bazen anneler görüyorum, nice doktorlar, mühendisler kızını istemiş de,
vermemiş yani insan utanır bu sözü söylerken. Niye demiyorsun nice takva
insanlar istedi, nice dindar insanlar, güzel ahlaklı, çok akıllı insanlar
istedi de vermedim dese, yine bir dereceye kadar bir mantık olabilir ama yine
bu da anormal olur ama çünkü akıllı bir insan görsen verirsin zaten kızını, ama
doktor ve mühendis, ne hikmetse böyle iyi para getirenlerden bahsederek bunu da
iftiharla anlatıyorlar duyanlar da birçok kişi takdir ediyor “ne kadar güzel
konuştu” diyor. Halbuki burada çok büyük bir aşağılanma var ve çok çirkin bir
ifade bu. O genç kızı da, çocuğu da köle yerine koymaktır bu ve yakışık
almayacak bir izahtır. Genç kızlar hep öyle eğitildikleri için, bir çoğu
çocukların hep böyle zengin birisini arama eğiliminde oluyorlar. Karaktersiz
olması, psikopat olması onları hiç ilgilendirmiyor. Mesela o çocukları
dövüyorlar, sövüyorlar, aşağılıyorlar, aileleri diyor ki; “yavrum senin eşindir
tabi ki dövecek” diyor, “gayet normaldir” diyor. Adam kovuyor sokağa atıyor,
gönderiyor, geri ailesi de alıp neşe içinde geri getiriyorlar, ya kusura bakma
oldu bir kere falan diye, böyle çok acı bir açmaz, böyle bir rezalet, birçok yerde
kendini devam ettiriyor. Nice zavallı kadınlar feci şekilde eziliyorlar, nefret
edip tiksinmelerine rağmen ailelerinin telkinleriyle, çevrenin telkinleriyle o
mahlûklara tahammül ediyorlar yani iğrendiği ve tiksindiği halde işte “senin
eşindir çocuğum” diyor, “tahammül etmen gerek” diyor, “gayet normal” diyor,
“falanca da buna tahammül ediyor ne var bunda” diyor hatta kendinden örnek
veriyor. “Senin baban da öyle” diyor, ona da tahammül ettiğini söylüyor, yani
çocuklar böyle çarpık bir eğitimden geçiriliyorlar bir kısmı. Bunlar doğru
değildir, gerçek Allah sevgisi Allah için olan sevgi kadının ruhunda bir ateş
gibi etki yapar, korkunç zevk verir, çok güzeldir kadın için, erkek için de
şiddetli yakıcı etkisi olan çok derin bir duygudur, büyük bir zevktir, bu zevki
alacaklarına maddeciliğin içerisine girip o azabın o kirin içerisinde adeta
boğuşuyorlar. İğrendiği bir insanla sürekli beraber olmak durumunda kalıyor ve
ömür boyu bu çileyi çekiyorlar. Çünkü ahlakından nefret ediyor, kişiliğinden
nefret ediyor sürekli yalan söylüyor, sürekli ters konuşuyor kadının onurunu
kırıyor, sevgisizliği açık açık belli oluyor elinden yüzünden, onun bütün
sevgisi malında, mülkünde oluyor. Gururlu ve enaniyetli oluyor ve kadının
değerini bilmiyor. Nice böyle güzel kadın bu şekilde heba oluyor bütün ömürleri
ve çöküyorlar. Ben böyle birçok güzel kadın gördüm yazık yani yıllar sonra
görüyorum, eli yüzü buruş buruş olmuş, perişan olmuş adeta insanlıktan çıkmış,
mahvolmuş, bütün gençliği o şekilde geçip gidiyor. Ruhundaki o cevher de
gidiyor, ruhundaki o derinlik de harcanmış oluyor, çok yazık oluyor. Onun
için en güzel ölçü Allah’ın koyduğu ölçüye uyup gerçek aşkı aramak, Allah’ın o
güzel tecellisini aramak, çok samimi olmak, çok dürüst olmak, Allah’tan çok
korkmak ve Allah’ı çok sevmektir. Bunun meydana getireceği derin zevkin,
şaşırtıcı ve çok sarsıcı olan zevkin, Allah’tan bir nimet olarak mümine
sunulduğunun da bilinmesi gerekir. Sırf Müslümanlara has, Allah’tan gerçekten
korkanlara has böyle derin bir mucize var. Bunu çok çok az insan bilir yani
bilmedikleri için bu belanın içinde yaşıyorlar. Bilseler belki onlara dünyaları
verseler yine gitmeyecek o insanlar. Gerçek imanla sevmenin ne kadar zevkli ve
güzel olduğunu bilseler onların ne fabrika gözünde olur ne o para ne araba ne
başka bir şey gözünde olur ama farkında değiller. (Sayın Adnan Oktar'ın 3 Şubat
2009 Tarihli Tempo TV Röportajından)
EVLİLİK SAF SEVGİ ÜSTÜNE KURULU
OLMALIDIR
ADNAN OKTAR: ... Evlilik saf sevgi üstüne olur. Allah’ın
tecellisi olarak o insanı seversin. Ve bütün amacın Allah’ın verdiği o emaneti,
eşin olarak, hatta bir nevi kardeşi gibi görerek, hatta bir çocuğu gibi
görerek, evladı gibi görerek o emaneti koruyup kollamaktır ve onu dünya
şartlarında en iyi şekilde yaşatmaktır.
Saf sevgiye dayalı
olması lazım. Allah’ın tecellisine niyetle bakmak lazım. İnsan tutkuyu yaşamak
için evlenir. Allah’ın verdiği o güzel hissi, derinlik hissini yaşamak için ve
Allah’a birlikte güzel kulluk edebilmek için, Allah’ın rızasını kazanmak için
insanlar evlenirler. Allah’ın tecellisine niyetle insan sevilir. Öbür türlü çok
garip ve çok zorlu bir iticiliği var, yani çok zorlu iticiliği. Allah vermesin.
(Sayın Adnan Oktar'ın 2 Şubat 2009 Tarihli Ekin TV Röportajından)
Yaşadıkları
ortamların temiz
olmaması
Cahiliye insanlarının yalnızca hayatta kalmayı hedefleyen
ilkel yaşam anlayışları, onları temizlikten uzak bir hayat tarzına doğru
sürükler. Bu anlayışın temelinde yatan sebeplerden biri, çok kısa sürdüğünü
bildikleri dünya hayatını alelacele yaşayarak zaman kazanma ve dünyanın
imkanlarından biraz daha fazla yararlanma isteğidir. "Hayatın tadını
çıkarmak", "gününü gün etmek" gibi hayali kavramlarla ifade
edilen bu istek, cahiliye toplumunda sözde "çağdaş yaşam biçimi"
olarak adlandırılarak teşvik edilir.
Bunun yanında insanların kendilerinden başka kimseye
gerçek anlamda değer vermemeleri, saygı ve sevgi beslememeleri böyle bir yaşam
şeklini de beraberinde getirir. Örneğin kişilerin birbirlerine saygılarını
yitirdiği evliliklerde bu durum açıkça görülür. Her iki taraf da evlendikten
hemen sonra, evlilik öncesi sakıncalı gördüğü birçok tavrı uygulamakta hiçbir
tereddüt hissetmez. Akşama kadar yıkanmamış kirli bir yüzle, kirli bir ağızla
ve bakımsız bir bedenle, pijamalarla dolaşmak, bütün gün dağınık kalan
yatakları, bulaşık dolu mutfak tezgahlarını olağan karşılamak, hep bu kötü
mantığın ürünleridir.
Oysa bu mantık insanlarına kargaşa, düzensizlik ve
zorluktan başka bir şey getirmez. Bu yanlış mantığı benimseyip yaşayan
insanlar, insanı insan yapan tüm özellikleri bir kenara bırakır ve vakit
kaybetmeme adı altında insani değerlerden soyutlanarak yaşamaya çalışırlar.
Sadece idare edecek ve sistemi devam ettirecek kadar bir uygulama yapar,
gerisini ise boşverirler.
Söz gelimi, temizliği sadece dıştan bakıldığında pisliğin
fark edilmeyeceği kadar yüzeysel yaparlar. Kimi insanlar banyo yapmayı,
kirlenen giysilerini, havlularını, çarşaflarını değiştirmeyi, ütü yapmayı ya da
ortalığı toplamayı bir vakit kaybı olarak görür ve belirgin bir kir oluşmadıkça
temizlemeye yanaşmazlar. Kirlendiklerinde çoğu zaman, özellikle de soğuk
havalarda, yıkanmaya üşenir kimi zaman sadece saçlarını yıkamakla yetinirler.
Bazı kadınların bunun için buldukları bir başka yöntem de, kuaföre giderek
alelacele saçlarını yıkatmak ve uygun bir şekle sokturmaktır. Bu saç modeli
bozulana kadar da bir daha yıkanmaya gerek duymazlar. Kirlenen vücutlarını,
sıktıkları bir parfüm ya da deodorantla kamufle etmeye çalışırlar, ama bu
yöntem, kirli bedenlerini çok daha rahatsızlık verici bir hale getirmekten
başka bir işe yaramaz. Kıyafet olarak önemsedikleri temizlik şekli ise, sadece
dış kıyafetlerinin görünümüdür. Kazaklarında, pantolonlarında ya da
paltolarında ciddi bir leke oluşmadığı sürece yıkamazlar. Bunun dışında sigara,
is, yemek gibi ağır kokuların üzerlerine sinmiş olmasında bir sakınca görmez ve
bunu temizlenmek için yeterli bir sebep olarak düşünmezler.
Bu cahilce "temizlik anlayışı" özellikle bazı
gençlerde daha belirgin bir biçimde kendini gösterir. En güzel gördükleri
kıyafetlerden biri yırtık ve yıpranmış kot pantolonlardır. Derbederlik
anlayışını çok iyi yansıtan bu kıyafetlerin kirliliği ise kendilerince ayrı bir
"hava" unsurudur. Örneğin üniversitelerde, diskolarda ya da mahalle
aralarında, kaldırımlara, merdivenlere oturmak, yağlı sandviçlerin ardından el
ağız yıkamamak, kirden siyahlaşmış deri montlarla, rengini yitirmiş sırt
çantalarıyla, çamurlu postallarla dolaşmak cahiliye anlayışında moda olacak
kadar kabul gören bir hayat şeklidir. Dolapların temizlenmesi, toplanması gibi
bir alışkanlık söz konusu değildir. Kirli çamaşırlar, temiz kıyafetlerin
bulunduğu dolaplara buruşturularak fırlatılır ve bir şey arandığında, bu
kalabalık yumak içinde bulunmaya çalışılır. Haftada bir temizliğe gelen
yardımcıların dışında evde herhangi bir iş yapılmaz. Yemekler bile bulaşık
çıkmasını önlemek için "fast food" adıyla ifade ettikleri hazır
besinlerden ve kolaylıkla çöpe atılabilecek kutu içeceklerden oluşur.
"Çağdaşlık" adı altında özendirilmek istenen bu
kötü anlayış ve yaşam biçimi, kendini "aydın-entellektüel" olarak
lanse etmeye çalışan toplum kesimi içindeki bazı kimselerde de oldukça
yaygındır. Söz konusu kimseler, aydın olmanın sırrının kirli sakallarda,
bakımsız yağlı saçlarda, pejmurde kıyafetlerde, alabildiğine dağınık, sigara
kokusundan ve dumanından geçilmeyen karmaşık ortamlarda gizlendiğine inanırlar.
Havadar ve temiz ortamlarda, tertipli ve düzenli mekanlarda, bakımlı bir
görünümle, ütülü ve temiz kıyafetlerle yaşamanın meslekleriyle
bağdaşmayacağını, karizmalarını yok edeceğini düşünürler.
Böylesine sağlıksız koşullarda derbeder bir hayat sürmek,
bu mantığı benimseyen genç, yaşlı her insana zarardan başka bir şey
kazandırmaz. Sağlıksız beslenmekten ve pislikten dolayı hastalıktan
kurtulmazlar. Sigara dumanıyla kaplı ortamlarda yaşamaktan renkleri sararır,
ciltleri bozulur, ciğerleri zarar görür. Bunlar sadece bedenlerinde gördükleri
zararlardır. Bunun yanında sürekli olarak dağınık ve pis ortamlarda, kendileri
gibi bakımsız ve kirli insanlarla içiçe yaşamak zorunda olmaları ruh
sağlıklarını da olumsuz yönde etkiler. Zamanla güzellikten, estetikten,
temizlikten, ince düşünceden zevk almayan duyarsız ve tepkisiz bir yapıya
bürünürler. Bu durum elbette ki bilerek ve isteyerek yaptıkları akılsızca
seçimin sonucudur.
Cahiliye insanlarının yaşamadıkları Kuran ahlakı ise
Müslümanları, en güzel ve en temiz ortamları hazırlamaları için teşvik eder.
Allah inananlara yiyeceklerinden, kıyafetlerinden, yaşadıkları ortamlara kadar
herşeylerinde mutlak bir temizliği layık görmüş ve emretmiştir:
Elbiseni temizle. Pislikten kaçıp uzaklaş. (Müddessir Suresi, 4-5)
Ey insanlar yeryüzünde olan şeyleri temiz ve helal
olarak yiyin... (Bakara Suresi, 168)
Sana, kendilerine neyin helal kılındığını sorarlar. De
ki: "Bütün temiz şeyler size helal kılındı."... (Maide Suresi,
4)
... O (Peygamber), onlara marufu (iyiliği) emrediyor,
münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helal, murdar (pis) şeyleri
haram kılıyor... (Araf Suresi, 157)
Hani Evi (Kabe'yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik
yeri kılmıştık. "İbrahim'in makamını namaz yeri edinin", İbrahim ve
İsmail'e de, "Evimi tavaf edenler, itikafa çekilenler ve rüku ve
secde edenler için temizleyin" diye ahid verdik. (Bakara Suresi,
125)
... Dediler ki: "Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha
iyi bilir; şimdi birinizi bu paranızla şehre gönderin de, hangi yiyecek
temizse baksın, size ondan bir rızık getirsin... (Kehf Suresi, 19)
Katımızdan ona (Yahya) bir sevgi duyarlılığı ve temizlik
(de verdik). O, çok takva sahibi biriydi. (Meryem Suresi, 13)
Cahiliye insanlarının modernlik adı altında oluşturduğu
derbeder yaşam tarzı, kendi elleriyle kendilerine huzursuz ve sağlıksız
ortamlar hazırlarken, Müslümanlar Kuran ahlakına uyarak, dünyada da çok
kaliteli, asil, temiz ve iyi bir hayat yaşarlar.
CAHİLİYENİN AHLAKSIZLIĞI
Cahiliye
toplumunda din ahlakının yaşanmaması sonucu ortaya çıkan ortak bir karakter
yapısı vardır. Bu karakterin özellikleri, insanlara göre çeşitlilik göstermekle
birlikte, temelde aynıdır. Çünkü cahiliye karakterini yaşamalarının asıl
nedeni, bu insanların Allah'a ve ahirete gerçek anlamda iman etmemeleridir.
Allah'a iman etmeyen, dolayısıyla Allah'tan korkmayan ve
hesap vereceğini düşünmeyen bir insanın güzel ahlak göstermesini beklemek ise
anlamsızdır. Çünkü bu insanlar, akıllarından geçen bir düşünceyi Allah'ın
bilmediğini, gizlice yaptıkları bir tavrı Allah'ın görmediğini sanmaktadırlar.
Bu bölümde, cahiliyenin ilkel yaşam tarzının bireylerine
kazandırdığı çirkin ahlakı ve onun detaylarını inceleyeceğiz. Ancak bu
detaylara geçmeden önce şunu belirtmekte fayda vardır: Burada bahsedilecek
özellikler, her insanın nefsinde yaratılıştan var olan özelliklerdir. Allah, bu
kötü özelliklerin deneme maksadıyla insanların nefislerine yaratılıştan
verilmiş olduğunu Kuran'da haber verir:
Sonra ona fücurunu (sınır tanımaz günah ve kötülüğünü) ve
ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu arındırıp-temizleyen gerçekten
felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla, bozulmalarla) örtüp-saran da elbette
yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 8-10)
Yalnızca inanan kimseler Allah'ın imtihanı olduğunu
bildikleri için, nefislerinin kötü yöndeki emirlerine uymaktan şiddetle
sakınırlar. Nefislerini arındırıp temizlerler.
Cahiliye toplumu bireyleri ise, yaptıkları tavırların
ahirette en küçük ayrıntısına kadar karşılarına çıkacağını düşünmedikleri için,
nefislerinin hoş gösterdiği kötü tavır ve özelliklerden sakınmak, bunun yerine
Allah Katında makbul olan güzel tavırları sergilemek için kendi düşük
akıllarınca bir neden görmezler.
Belirtilmesi gereken ikinci nokta ise şudur; aşağıda sayılan
özelliklerden çeşitli sebeplerle kendilerini arındırmış cahiliye insanları da
olabilir. Bu insanların bir kısmı görünürde oldukça olumlu özellikler de
taşıyabilirler. Çeşitli menfaatler veya başka sebeplerle söz konusu kişiler
cahiliye ahlakının her tavrını uygulamayabilirler. Ancak burada önemli olan
bunu yapmalarını engelleyenin, Allah korkusu olmadığıdır. Çünkü Allah korkusu
olmayan bir insan, çıkarlarıyla çatıştığı anda veya kendince daha iyi bir
menfaat elde edeceğini düşündüğünde aniden tavrını değiştirebilir. İnce
düşünceli, cömert bir insan birdenbire son derece kaba ve cimri bir yapı
gösterebilir. Allah korkusu olmadığı ve O'nun sınırlarını tanımadığı için,
nefsinin emrettiği her türlü ahlaksızlığı uygulayabilir.
Özet olarak, cahiliye toplumunun tüm üyelerinde bu
bölümde sıralayacağımız özelliklerin tümü görülmeyebilir. Ama Allah korkusunun
güçlü olmaması nedeniyle bu kişiler Allah'ın hoşnutluğunu değil, çoğunlukla
nefislerinin isteklerini yerine getirmek istemektedirler. Nefisleri kendilerine
nasıl bir ahlak göstermelerini emrederse öyle davranırlar. Bu, günden güne
değişiklik gösterebildiği gibi, temelde cahiliye ahlak özelliklerini içerir.
Kişi bir gün kolaylıkla yalan söylerken, bir gün kıskanç, bir gün karamsar, bir
gün de isyankar olabilir. Bu nedenle kişinin ahlakını Allah korkusu ve O'nun
hoşnutluğuna göre şekillendirmesi gerekir. Eğer bu şekilde olursa, sağlam bir
karakter ve vicdanlı davranışlar sergilenir. Kuran'ı ve Peygamber Efendimiz
(sav)'in sünnetini rehber edinen bir kimse için, cahiliye ahlak özelliklerini
göstermesi söz konusu olmaz.
Bu bölümde, kimilerinde az, kimilerinde çok görülebilen
cahiliyeye ait bu kötü ahlakın bazı yönlerini inceleyeceğiz.
Tembellik
Tembellik insanların çoğunun oldukça dar anlamda
değerlendirdikleri ve bu nedenle de çoğu zaman kendi üzerlerine almadıkları bir
konudur. Tembel vasfı, sadece, toplumun geneline oranla, üzerine düşen
sorumlulukları yerine getirmede daha gevşek davranan insanlara yakıştırılır.
Ancak burada kastettiğimiz tembellik, cahiliye toplumunun geneline yansımış ve
maddi-manevi olumsuz sonuçlara yol açan önemli bir davranış bozukluğudur.
Bu davranış bozukluğunun, insan üzerinde oluşturduğu en
büyük tahribatlardan biri öncelikle kişileri düşünce tembelliğine itmesidir.
Oysa ki insanı insan yapan, ona insani vasıflar kazandıran en temel özellik,
düşünebilmesidir. Bu yeteneğin kullanılmaması, bir anlamda kişiyi
mekanikleştirir ve aklını tamamen devre dışı bırakır. Bu noktadan sonra kişinin
tek yapabildiği kendisine öğretilmiş kurallar doğrultusunda durağan bir yaşantı
sürmektir. Bir yenilik yapmak ya da hayatına bir güzellik kazandırmak, bu kimse
için neredeyse imkansız gibidir. Vicdan ve irade kullanmak ve bunun için çaba
harcamaktansa, alışageldiği sistemi hiç düşünmeden uygulamak, söz konusu
tembellik anlayışına çok daha uygun düşer.
Üşengeçliğin vicdan, akıl ve irade üzerindeki bu etkisi,
hayatın her safhasında çeşitli modellerle kendini gösterir. Düşünmeye üşenen
kimseler, öncelikle neden ve nasıl var oldukları ve hangi amaç için yaşadıkları
gibi hayati sorulara hiçbir zaman cevap aramazlar. Bunların önemli konular
olduğunu kabul etmekle birlikte, birilerinin kendileri için düşünüp
değerlendirmesini tercih ederler. Bu öyle bir hal alır ki, kişi bir anlamda
farkında olmadan maddi manevi tüm varlığını tehlike altına atacak kadar tembel
bir ruh hali içerisine girer.
Örneğin mal ve can güvenliği için tedbir alması
gerekirken, olayları akışına bırakır. Ya da sağlığını korumak için gerekli olan
dikkati göstermeye, hastalandığında doktora gitmeye ve hatta doktorun verdiği
tedaviyi uygulamaya dahi üşenecek hale gelir.
Eğlenmeye, gülmeye, neşelenmeye üşenir, bunun yerine
sadece eğlenen insanları seyretmekle yetinir. Aklını kullanıp kendine huzur ve
rahatlık sağlayacak bir ortam oluşturma imkanı varken, sırf üşendiğinden zorluk
içerisinde yaşamayı tercih eder.
Sağlıklı ve lezzetli yiyeceklerle beslenebilecekken, bu
ruh onu hazır ya da sağlıksız yiyeceklere yöneltir. Okumaya, bilgisini,
görgüsünü ve kültürünü artırmaya üşenir; bu nedenle de hayatı boyunca her
konuda klasik bir anlayış içerisinde yaşar. Para kazanmak ister ama bunun için
çaba harcamak ya da akıl kullanmak yerine gayri meşru yollardan hazır paraya
konmak daha kolayına gelir. Daha da ciddi bir zorlukla karşılaşacak olursa,
bununla mücadele etmek yerine intihar etmeyi daha kolay ve zahmetsiz bir yöntem
olarak görür. Buna benzer örnekler oldukça çoktur, ancak burada dikkati çeken
en önemli ölçü, konu her ne olursa olsun "en az emek ile hayatta kalmayı
başarabilmenin" hedeflenmiş olmasıdır.
"En az emek harcamanın" en kolay yollarından
birisi ise, var olan sistemi en iyi şekilde "taklit etmek"tir. Bu
durum cahiliye ahlakının yaşandığı pek çok toplumda sadece bireysel düzeyde
değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde de köklü bir sisteme dönüşmüştür. Öyle ki
bir ülkede herhangi bir şekilde ün kazanmış herhangi bir şey diğer ülkelerde
hiç vakit geçirmeden taklit edilir. Şarkılar, reklamlar, filmler, propaganda
yöntemleri hep başkalarından görüldüğü şekli ile uygulanır. Buradaki temel
mantık, herhangi bir yenilik getirmeye olan kapalılık, üşengeçliktir.
Görüldüğü gibi tembellik cahiliye toplumunu saran köklü
davranış bozukluklarından biridir ve kişileri, zararının kendilerine döndüğü
bir sistem içerisinde yaşamak durumunda bırakır. Ancak şunu da vurgulamak
gerekir ki bu, cahiliye toplumunda kınanan ya da yadırganan bir yapı değil,
aksine oldukça benimsenmiş ve hayatın doğal akışı olarak kabul görmüş bir
sistemdir. Bu sistemi yaşayan insanlar uğradıkları zararın ve yaşayamadıkları
güzelliklerin eksikliğinin farkında dahi değildirler. Bu nedenle de bu durumu
değiştirmek amacıyla çaba göstermek için bir neden bulamazlar.
Kuran ahlakı tam olarak uygulandığında cahiliyeye ait tüm
bu özellikler ortadan kalkar. Kişiyi harekete geçiren, Allah'a ve ahirete olan
inancıdır. Bu da onu hem dünyaya hem de ahirete yönelik ciddi bir çaba
içerisine sokar. Böyle bir insan için dünyada kaybedilecek vakit yoktur. Geçen
her an, kendisine Allah'ın rızasını ve sonsuz ahiret hayatını kazanabilmek için
verilmiş bir fırsattır. Önemli ve büyük bir hedefi vardır. Bu nedenle, durağan
bir yapı değil aksine hareketli, çalışkan ve üretken bir karakter ortaya koyar.
Çünkü Allah yoğun bir çabadan hoşnut olacağını Kuran'da haber vermiştir:
Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için)
'çaba gösterip-yarışın,' ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi
olup Allah'a ve Resûlü'ne iman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah'ın
fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sahibidir. (Hadid Suresi,
21)
Kim de ahireti ister ve bir mü'min olarak ciddi bir çaba
göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre şayandır. (İsra
Suresi, 19)
Şu halde boş kaldığın zaman, durmaksızın yorulmaya-devam
et." (İnşirah Suresi, 7)
Kıskançlık
Cahiliye ahlakının temel özelliklerden biri de
kıskançlıktır. Ahiretin varlığına inanmayan bir insan, dünya hayatına büyük bir
hırsla sarılır. Kendince dünyanın önüne serdiği imkanlardan en üst düzeyde
faydalanmak ve nefsinin sınırsız ihtiraslarını tatmin etmek ister. Bu hırs öylesine
şiddetlidir ki, kişi dünyaya ilişkin her konuda hep en üstün ve en başarılı
konumda olmak ister. Dolayısıyla çevresindeki herkesi kendisi için birer rakip
olarak görür. Bir insanın başarılı olmak istemesi ve bunun için gayret etmesi
son derece doğaldır, ancak cahiliyenin başarılı olma tutkusu zalimlik,
acımasızlık, bencillik gibi çok sayıda kötü ahlak özelliğini de beraberinde
taşıyan çirkin bir tutkudur. Yoksa bir insan başarılı olmak, kaliteli ve güzel
bir hayat yaşamak isteyebilir ve bunun için hak ve meşru sınırlar içinde
elinden gelen çabayı da gösterir. Ancak salih bir mümin bunu yaparken hiçbir
zaman, kendisini zengin edecek olanın da imkanlarını dilediği takdirde kısacak
olanın da Allah olduğunu ve her ne olursa olsun bunun kendisi için en hayırlısı
olduğunu hiçbir zaman unutmaz.
Cahiliye ahlakının çirkin yönlerinden biri olan
kıskançlığın temelini oluşturan acımasız rekabet duygusu ise neredeyse doğduğu
andan itibaren bir anlamda kişinin tüm yaşantısını şekillendirir. Yaşadığı
rekabet ortamının kurallarını en iyi şekilde öğrenir ve uygulamaya başlar. Bir
süre sonra, başkalarının kendisinden daha üstün olmasını kabul edemediği gibi,
karşısındaki insanların az da olsa bir iyilik ya da güzelliğe sahip olmasını da
çekemez hale gelir.
Bu kötü anlayışa sahip cahiliye insanları, çevrelerindeki
insanların sahip olduğundan daha iyisine sahip olabilmek için büyük bir çaba
harcarlar. En zengin, en güzel ya da en yakışıklı eş, en güzel ev, en lüks
mobilyalar, en iyi araba, en başarılı çocuklar, en kaliteli kıyafetler hep
kendilerinin olmalıdır. En lüks yerlerde gezmeli ve en güzel olan hep
kendilerinin olmalıdır. Bu durum cahiliye insanları arasında hayati bir yarışa
dönüşmüş, birbirlerine karşı duydukları kıskançlık nedeniyle, neredeyse
karşılarındaki kişinin kötülüğünü ister olmuşlardır. Öyle ki kimi zaman
üstünlüklerini koruma pahasına, karşı tarafın lehine gelişen bir durumu
engellemeye dahi yeltenebilirler. Oysa ki başka bir insanın zengin ve güzel
olması ya da refah içinde yaşaması, kendisinin ne güzelliğinde, ne
zenginliğinde, ne de hayat standartlarında bir eksilme meydana getirir.
Cahiliye düşüncesinin getirdiği çarpık mantık bu kadarla
da kalmaz. Kıskanç olmak, toplum arasında bazı kesimlerde oldukça takdir gören
bir karakter özelliği olarak benimsenmiştir. Hatta, kıskanç olmadığını söyleyen
insanlar, bu çevreler tarafından oldukça tuhaf ve sıra dışı olarak
algılanırlar. Cahiliye inancına göre insanlar gerçekten değer verdikleri
şeyleri sahiplenmeli ve onlara karşı kıskanç bir tavır geliştirmelidirler. Söz
gelimi eğer bir dostunu seviyorsa, bir başkasının ona sevgi duymasını ve onunla
dost olmasını engellemelidir; onun en iyi dostu sadece kendisi olmalıdır. Oysa,
bir insanın duyduğu sevgi bir diğerinin de aynı kişiye sevgi duymasına engel
değildir ve bunun kimseye bir zararı da yoktur. Aksine, eğer karşıdaki kişi
gerçekten dost edinilecek kalitede bir insansa, onun bu meziyetinden bir
başkasının daha yararlanması son derece doğal ve güzeldir.
Bu mantıkla düşünüldüğünde kıskançlığın yersizliği ve
zararı net bir biçimde ortaya çıkar. Kendilerini bu hastalığa kaptıran
insanlar, ellerindekiyle yetinmeyi bilmediklerinden, hiçbir zaman gerçek
mutluluğu yaşayamazlar. Kendilerinden daha iyisinin varlığını bilmek onlara
huzursuzluk ve keder verir.
Böylesine zor ve zahmetli bir sisteme tabi olmaktansa,
dinin getirdiği ahlakı yaşamak insanın yaratılışına en uygun olanıdır. İnsanın
nefsi kıskançlığı barındırabilecek nitelikte olabilir. Ancak akıl ve vicdan
kullanılarak bu duygunun önüne geçmek de bir o kadar kolaydır. Bir ayette bu
gerçek bildirilir:
… Nefisler ise 'kıskançlığa ve bencil tutkulara' hazır
(elverişli) kılınmıştır. Eğer iyilik yapar ve sakınırsanız, şüphesiz, Allah,
yaptıklarınızdan haberi olandır. (Nisa Suresi, 128)
Allah insanlara nefislerini kıskançlıktan arındırmalarını
bildirmiştir. Bunun yerine de, tam aksine, hep karşı tarafın iyiliğini,
rahatını, huzurunu kendi isteklerinden hep ön planda tutan ve alabildiğine
özverili bir yapıyı benimsemelerini istemiştir. Nitekim Kuran ayetlerinden pek
çoğunda, müminlerin kıskançlıktan arınmış olan bu fedakar ruhu haber
verilmektedir:
Kendileri, ona karşı duydukları sevgiye rağmen yemeği
yoksula, yetime ve esire yedirirler. (İnsan Suresi, 8)
... Mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere,
yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere veren... (Bakara
Suresi, 177)
Müslümanlar en sevdikleri şeyleri bile, kolaylıkla
ihtiyacı olan diğer insanlara verebilmekte ve bu konuda en ufak bir hırsa,
kıskançlığa kapılmamaktadırlar. Kuşku yok ki vicdanın sesini dinleyerek bu
ahlakı uygulamak, Müslümanları kıskançlığın neden olduğu tüm huzursuzluklardan
uzak tutar ve en önemlisi Allah'ın hoşnutluğunu kazanmalarına yardımcı olur.
Cahiliye insanları Allah'ın yarattığı ve kendilerine
nimet olarak sunduğu imkanlardan dolayı şiddetli bir büyüklük duygusuna
kapılırlar. Kibir adı verilen bu belanın bulaştığı kişi, kendisini dünyanın en
akıllı, en yetenekli ve en yenilmez insanı olarak görür.
Ancak kişinin kibirlenmesi için, muhakkak, cahiliye
toplumunda büyük önem taşıyan para, itibar ya da güzellik gibi dikkat çekici
özelliklere sahip olmasına gerek yoktur. Kendi aklını başkalarından üstün
görmesi bile onun büyüklük hissine kapılması için yeterlidir. Etrafındaki herkesten
çok daha üstün olduğunu, hepsinin hem maddi hem de manevi yönlerden çok ciddi
eksikleri olduğunu, fakat kendisinde bu kusurların hiçbirinin barınmadığını
düşünür.
Bu yanlış çıkarımlara bir kez inandıktan sonra kibir ve
büyüklenme onun hayat felsefesi haline gelir. Artık çevresindeki insanlardan
gelecek olan tüm tavsiyelere ya da eleştirilere kapalıdır. Onun, kendisinden
eksik gördüğü diğer insanlardan alabileceği bir fikir ya da tavsiyenin olması
mümkün değildir. Kendisi de mümkün olduğunca bu insanları beğenmediğini
vurgulamaya ve her fırsatta kusurlarını dile getirmeye çalışır. Onların
kusurları belirginleştikçe, kendi büyüklüğü ile onların küçüklüğü arasındaki
tezatın daha da ortaya çıkacağına inanır.
Bu kötü anlayış aslında kişiye çok ciddi kayıplar
getirir, ancak kişi bunları fark edemeyecek kadar kibirlidir. Herkes ona
neredeyse acıyan gözlerle bakarken o, kendisinin bu tavrı nedeniyle son derece
şahsiyetli ve güçlü bir karakter sergilediğine ve bundan dolayı da çevresinde
derin bir saygı uyandırdığına inanır. Oysa ki daha büyük ve daha üstün olmak
amacıyla geliştirdiği bu çirkin tavır, kişiyi sandığının aksine en küçük düşen,
en az sevilen ve yanında en rahat edilemeyen insan konumuna getirir.
Kibirli insan, büyüklük arzusundan dolayı kimseyle gerçek
anlamda dost olamaz, kimseye sevgi saygı duyamaz, cana yakın ya da alçakgönüllü
bir tavır gösteremez. Bu da etrafındakilerin kendisinden ciddi şekilde
rahatsızlık duymalarına neden olur.
Bunun yanında kibir, sadece etraftaki insanlarda değil,
kişinin kendisinde de ciddi sıkıntılara yol açar. Öncelikle büyüklük iddiasında
olan bir kişi hiçbir açık vermemeli ve hiçbir zaman hata yapmamalıdır ki,
kendince elde ettiğini zannettiği itibarı zedelenmesin. Böyle bir şeyi başarmak
için çok yüksek bir efor harcaması gerekir. İçinden gelen bir şeyi
gerçekleştiremez, onu önce kendi imajının süzgecinden geçirir. Eğer itibarına
uygun bir tavırsa yapar, değilse hoşuna giden birşey bile olsa kendince
insanların gözünden düşmemek için bunu yapmaz. Ne içinden geldiği gibi
gülebilir eğlenebilir, ne de akıcı ve doğal bir sohbete katılabilir. Sarf
ettiği yoğun dikkat kişinin yüzünde ve vücudunda ciddi bir kasılmayla kendini
gösterir ki bu da güzel bir insanın dahi yüz ifadesini son derece
çirkinleştirir ve anlamsızlaştırır. Bununla birlikte hata yapmaktan korktuğu
için çevresindeki insanlara mümkün olduğunca uzak ve mesafeli davranır; bu da
kimseyle gerçek bir samimiyet yaşayamamasına neden olur.
Kişinin kendisini soktuğu bu kalıp zararlı olduğu gibi
bir o kadar da anlamsızdır aslında. Çünkü insan ne kadar üstün özelliklere
sahip olursa olsun, en küçük detayına kadar Allah'ın yardımına muhtaç son
derece aciz bir varlıktır. Ne doğarken bedeninin alacağı şekli, ne
yeteneklerinin ne de aklının kapasitesini kendisi belirlemiştir. Tüm bunlar
tamamen Allah'ın kendisi için yarattığı şekliyle gerçekleşmiştir.
Ancak kibir adındaki bu büyüklenme arzusu kişinin,
Allah'ın yüceliğini ve büyüklüğünü kavrayamayacak kadar akılsızca bir tavır
sergilemesine neden olur. Kibirlenen insan, Allah'ın yarattığı trilyonlarca
varlıktan sadece herhangi biri olduğunu düşünemez. Ve kendisinin bunlardan
herhangi birinin bir benzerini dahi yaratmaktan aciz olduğunu hiç aklına
getirmez. Binbir çeşit virüs ve mikrobun sebep olabileceği hastalıklara engel
olamayacağını da düşünmez.
Kibirin cahiliye insanını içine soktuğu durum bu kadar
açıkken, kişinin bu tavrı sürdürmesi dünyada olduğu gibi ahirette de karşılık
görecektir. Kuran'da, Allah'ın büyüklüğünü takdir edemeyen ve her konuda sadece
kendisini otorite kabul eden kişiler için cehennem azabı olduğu haber
verilmiştir:
Öyleyse içinde ebedi kalıcılar olarak cehennemin
kapılarından girin. Büyüklük taslayanların konaklama yeri ne kötüdür. (Nahl Suresi, 29)
Ona: "Allah'tan kork" denildiğinde, büyüklük
gururu onu günaha sürükler, kuşatır. Böylesine cehennem yeter; ne kötü bir
yataktır o. (Bakara Suresi, 206)
Kindar olmaları
Allah'a ve hesap gününe samimi ve derin imanı olmayan bir
insanın, affedici ve hoşgörülü olması da mümkün değildir. Cahiliyenin çarpık
mantığına göre, ömrü kısa olduğu için bu fırsatı en iyi şekilde
değerlendirmelidir. Ancak bu samimi bir müminin anladığı manada güzel ve
ahlaklı tavırlarda bulunarak, iyi bir değerlendirme değildir elbette. Dünya
hırsıyla dolu, Allah'tan ve ahiretten gafil, insanda hem maddi hem de manevi
olarak büyük tahribat oluşturan bir anlayıştır. Cahiliyeye göre hayatı iyi
değerlendirmenin manası alabildiğince bencil olmak, tüm acizliklerini ve
eksikliklerini hiç düşünmeyerek dünyaya hırsla bağlanmak, ruhsuz, sevgisiz bir
hayat içinde eğlendiğini iddia ederek kendini kandırmaktan ibarettir. Bu
durumda kişinin hep kendi menfaatlerini düşünmesi ve bunlara zarar vermeye
kalkışanlara da çok keskin bir karşılık vermesi gerekir. Dolayısıyla kendisine
karşı yapılan bir hatayı kesinlikle unutmamalı, herkes hakkındaki hatıralarını
hafızasında biriktirmeli ve ilk fırsatta "öc almak" üzere kin
gütmelidir.
Bu çarpık mantık kişide öyle bir saplantı haline dönüşür
ki, kimi zaman yirmi yıl, otuz yıl geçtiği halde yapılan küçücük bir hatayı
unutmayabilir. Üstelik çoğu zaman zihnini kurcalayan konular son derece
önemsizdir. Karşı taraf konunun farkında olmasa bile, kindar insan herşeyin
altında bir kasıt olduğuna inanır. Öyle ki cahiliye toplumlarında bu batıl
inanç, kimi zaman cinayete ya da yaralamaya kadar varan bir intikam ile
sonuçlanır.
Ancak bu kötü tavrından dolayı hep kaybeden kişinin
kendisi olur. Kendi kendine çeşitli kuruntulara kapılır; herkesin ona düşman
olduğuna, kendisini kullanmaya çalıştığına inanır. Her olayı bu kuruntular
doğrultusunda değerlendirir. Aklını ve enerjisini sürekli olarak bu yönde
harcayan bir insanın üretkenliği, yaratıcılığı, çalışkanlığı, neşesi birer
birer körelir; bunun yerine psikolojisi tamamen hüzün, keder ve öfkeye ayarlı
hale gelir.
Oysa ki affediciliğin ve hoşgörünün lezzeti, kinlenip
kuruntulara kapılmanın verdiği öfke ve sıkıntıyla kıyaslanmayacak kadar
yüksektir. Affetmek, cahiliye ortamında zannedildiği gibi küçük düşmenin ya da
yenilmenin değil, aksine asilliğin ve yüksek bir ahlakın göstergesidir. Kuran
ayetlerinde affediciliğin üstünlüğü şöyle vurgulanmaktadır:
Sen af (veya kolaylık) yolunu benimse, (İslam'a) uygun
olanı (örfü) emret ve cahillerden yüz çevir. (Araf Suresi, 199)
Kötülüğün karşılığı, onun misli (benzeri) olan
kötülüktür. Ama kim affeder ve ıslah ederse (dirliği kurup-sağlarsa) artık onun
ecri Allah'a aittir. Gerçekten O, zalimleri sevmez. (Şura Suresi, 40)
Cahiliye sisteminin getirdiği bu korkunç dünyaya
karşılık, din ahlakının yaşanmasıyla ortaya çıkan sıcak ortam, Kuran'da cennet
halkının bir özelliği olarak anlatılmıştır ki bu da bize bu ahlakın üstünlüğünü
bir kez daha hatırlatır:
Biz onların göğüslerinde kinden ne varsa çekip almışız. Altlarından ırmaklar akar. Derler ki: "Bizi buna
ulaştıran Allah'a hamd olsun. Eğer Allah bize hidayet vermeseydi biz doğruya
ermeyecektik. Andolsun, Rabbimizin elçileri hak ile geldiler." Onlara:
"İşte bu, yaptıklarınıza karşılık olarak mirasçı kılındığınız
cennettir" diye seslenilecek. (Araf Suresi, 43)
Cahiliye ahlakında göze çarpan karakter özelliklerinden
biri de, insanların hayatlarının her anını memnuniyetsiz, bezgin ve şikayetçi
bir ruh içerisinde geçirmeleridir. Hatta bu ahlakı benimseyen insanlar
memnuniyetsiz olacakları bir konu olmadığında bile bu tavra özenir ve herşey
hakkında sürekli "söylenirler". Bu çirkin tavır, onlar için yemek
içmek gibi doğal bir alışkanlık haline gelmiştir. Üstelik toplumun her
kesiminde uygulandığı için kimse tarafından tuhaf da karşılanmaz.
Kişi sabah uyandığı andan itibaren şikayet edecek bir
şeyler aramaya başlar. Önce gece hiç rahat uyuyamadığından bahseder, ardından
hava sıcaksa sıcaklığından, soğuksa soğukluğundan şikayet etmeye başlar.
Kahvaltıdaki yemeklerin kötü olduğu, arabanın aksaklıkları, trafiğin
sıkıcılığı, işyerinin gürültüsü, insanların anlayışsızlığı, uykusuzluk,
yorgunluk, akşam evdeki ortam, komşuların geçimsizlikleri, hayatın tekdüzeliği,
kimsenin onu anlamıyor olması ve bunun gibi art arda sayılıp yakınılan konular
birbirini takip eder. Daha da olmazsa sırf şikayet olsun diye şikayet etmeye
başlar; kadınsa kadın olduğu için, çocuksa çocuk olduğu için, esmerse sarışın
olmadığı, ela gözlü ise mavi gözlü olmadığı için memnuniyetsizliğini dile
getirir.Ancak bu konuların hiçbir zaman sonu gelmez, çünkü bu kötü bir ruh
halidir ve kişi buna rağmen bu durumdan çıkmak istemez.
Bu çarpık mantık örgüleri cahiliye insanlarının, hiçbir
zaman hiçbir şeyden mutlu olamamalarına neden olur. Çünkü herşeyin en
mükemmelini elde etmiş olsalar bile, iyi ve güzel yönleri göremedikleri için
bir süre sonra sahip olduklarından yine sıkılırlar.
Allah, insanların saymakla bitirilemeyecek kadar çok
nimet içerisinde oldukları halde yine de memnuniyetsiz ve nankör bir ahlak
sergilediklerini şöyle haber vermiştir:
Size her istediğiniz şeyi verdi. Eğer Allah'ın nimetini
saymaya kalkışırsanız, onu sayıp-bitirmeye güç yetiremezsiniz. Gerçek şu ki,
insan pek zalimdir, pek nankördür. (İbrahim Suresi, 34)
İşte cahiliyenin bu ilkel mantığı, onları dünyanın bunca
güzelliği varken hiçbirinden tat alamayacak hale getirir.
İnsanın hem ruhen hem de bedenen fıtratına en uygun yaşam
olan İslam ahlakı ise bunun tam zıttını yaşatır. Tüm evrenin ve içerisindeki
her türlü detayın kendisi için bir süs ve bir ikram olarak yaratıldığını bilen
mümin, sürekli olarak Allah'a şükreden bir ruh hali içindedir. Karşılaştığı her
olayın ardında gizlenen güzellikleri ve hikmetleri bulup çıkarır. Kendi
çevresini kendi güzelleştirmeye ve nimete dönüştürmeye çalışır. Kuran'da,
Allah'ın bu ahlakı gösteren kimselere nimetlerini ve ikramlarını artıracağı,
sürekli memnuniyetsiz ve şikayetçi olarak nankörlük eden insanlardan da bu
güzellikleri alacağı bildirilmiştir:
Rabbiniz şöyle buyurmuştu: "Andolsun, eğer
şükrederseniz gerçekten size artırırım ve andolsun, eğer nankörlük ederseniz,
şüphesiz, Benim azabım pek şiddetlidir." (İbrahim Suresi, 7)
Ümitsizlik
Din ahlakından uzak yaşayan bir insan, hayatı boyunca
çevresinde olup biten tüm olayların tesadüf eseri geliştiği gibi akıl ve mantık
dışı bir düşünceye sahiptir. Eğer işleri yolunda gitmişse bunun "işlerinin
yaver gitmesinden", aksinin de "aksilik olmasından"
kaynaklandığı yanılgısına inanır. Bu sapkın görüşün getirdiği en tehlikeli ve
kötü sonuçlardan biri ise, ümitsiz ruh halidir. Çünkü bu ilkel mantıkta,
güvenilecek ya da ümit beslenecek hiçbir dayanak yoktur.
Bu karanlık ruh hali, Allah'ın gücünü ve herşeyin bir
kader üzerine işlediğini kavrayamamanın cahiliye insanlarına getirdiği bir
beladır. Oysa Allah'a iman eden bir insan her an, her konuda ümitvardır. Çünkü
her olay ve her varlık Allah'ın kontrolü altındadır. Bütün güç Allah'ındır ve
O'nun izni olmadan hiçbir olayın olması mümkün değildir. Bunu kavrayan bir
insan herşeyin Allah'ın dilemesi ve yaratmasıyla anında değişebileceğini ve
hiçbir şeyin imkansız olmadığını çok iyi bilir. Allah'a inanmayan ve herşeyi
tesadüflerin yönettiğini düşünen bir insanın ise ümitsiz olması olağandır,
çünkü bu onun kendi inanç bozukluğundan kaynaklanan bir ruh halidir.
Bu inanç bozukluğuyla yaşayan insanlar -kendi aralarında
"hayata küskün" deyimiyle ifade ettikleri gibi- daha en baştan
karamsar bir ruh haline sahiptirler. Hayata bezgin ve yenik düşmüş bir ruh
haliyle yaklaşırlar. İnançlarındaki çarpıklık, onlarda hiçbir şeyin yolunda
gitmeyeceği, hayatın hep aksiliklerle dolu olacağı gibi bir endişe oluşturur.
Nitekim bu beklenti içinde olduklarından, olayları hep böyle görmek isterler.
Söz gelimi, üniversitede istedikleri branşı kazanamayacaklarını, kazansalar
bile okulu bitiremeyeceklerini, mezun olsalar bile bu hayat şartlarında iş
bulamayacaklarını, bulsalar bile başarılı olmak için yılların geçmesi
gerektiğini, istedikleri gibi bir evlilik yapamayacaklarını, yapsalar bile
mutlu olamayacaklarını, zengin ve lüks bir hayat yaşayamayacaklarını,
çocuklarını istedikleri gibi yetiştiremeyeceklerini, onların "mürvetlerini
göremeden" öleceklerini, mezarlarına kimsenin gelmeyeceğini, hemen
unutulacaklarını düşünür ve buna benzer bitmek bilmeyen bir dizi ümitsizlik
hezeyanları sergileyip dururlar. Kuran'da bu insanların içinde bulundukları
umutsuz ruh hali şöyle ifade edilmiştir:
İnsana bir nimet verdiğimizde sırt çevirir ve yan çizer;
ona bir şer dokunduğu zaman da umutsuzluğa kapılır. (İsra Suresi, 83)
İnsan, hayır istemekten bıkkınlık duymaz; fakat ona bir
şer dokundu mu, artık o, ye'se düşen bir umutsuzdur. (Fussilet Suresi,
49)
Bu kötü ahlakı yaşayan insanlar cahiliye toplumunda
"şom ağızlı" olarak da adlandırılırlar. Her konuda hep olumsuz
telkinler yapmaları ve çevrelerini telaşlandıracak şekilde kötü ve ümitsiz tahminlerde
bulunmaları, etraflarındaki insanların da sinirlerini bozar. Söz gelimi uçağa
binmek üzere olan dostlarına "ya uçağınız düşerse, ya sağ salim
gelemezseniz" gibi ümitsizce konuşmalar yaparak, huzursuzluk verirler. Bir
parça öksüren birine "çok hastasın galiba" gibi felaket tahminlerinde
bulunurlar. Büyük yatırımlar yaparak kurulan bir işyerinin, ortada hiçbir
ihtimal olmadığı halde, sürekli olarak iflas edebileceğinden endişe eder ve
başarılı olamayacağı hakkında fikir beyan ederler.
Kuşkusuz bu sayılanlar günlük hayatta rastlanabilen
sınırlı birkaç örnektir. Ama burada dikkat çeken husus, bu ahlakı üzerinde
barındıran cahiliye insanının, sadece kendini değil, etrafını da rahatsız eden
bir sistem oluşturduğudur. İşte bu sistem, cahiliyenin ilkel mantığının bir
ürünüdür. Bu ilkel mantığın ana özelliği ise, kişilerin bile bile kendilerine
hem dünyada hem de ahirette hiçbir şey kazandırmayan, hatta sıkıntı ve
huzursuzluk yaratan bir sistemi kabulleniyor olmalarıdır.
İslam dininin getirdiği yüksek ahlak ise, bu ilkel
mantığın çok üstünde bir dünya görüşü sunar. Allah'ın sınırsız ve sonsuz gücünü
bilmenin verdiği ümitvar yapı, müminlere sadece dünyada değil aynı zamanda
ahirette de neşe ve huzur getirir. Onlar daima Allah'ın ayette bildirdiği, "…
Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Çünkü kafirler topluluğundan başkası
Allah'ın rahmetinden umut kesmez." (Yusuf Suresi, 87) emrine uyarlar.
Umursuzluk
"Umursuzluk" terimi, cahiliye insanlarının
olaylar karşısındaki ilgisiz ve duyarsız tavırlarını ifade eder. Küçük
yaşlarından itibaren çevrelerinde bu yapıyı görerek büyüyen kimi insanlar,
umursuz davranışların doğal olduğunu düşünürler. Oysa cahiliye mantığının
dışına çıkılıp bakıldığında görülen gerçek, umursuzluğun, vicdanın bir nevi
uyuşturulması ve dondurulması olduğudur.
Vicdanın açık ve güçlü olması, kişiye hayatın her anında
çeşitli sorumluluklar yükleyecek bir özelliktir. Bu da ahirete inanmayan
insanların hiç işine gelmez. Bundan kaçınmak için umursuzluğu temel yaşam
felsefeleri haline getirirler. Bu durumdaki bir insan, herşeyden önce kendi
sorumluluklarını yerine getirmede son derece gevşektir. Çevresindeki insanlar
onun adına herşeyi üstlenmek zorunda kalırlar.
Bu çirkin ahlakı taşıyan kişi yalnızca kendine değil,
çevresine de zarar verir. Söz verir ama boşvermişliğinden dolayı sözünde
durmaz. Yine aynı şekilde borç alır, fazlasıyla ödeme imkanı olur ama önem
vermediği için ödemeyi unutur. Kimi zaman umursuzluğu, hayati boyutlara kadar
uzanır. Tedavi amacıyla bir ilaç alacakken, sırf boşvermişlikten bunu aksatır
ve hastalığının sürmesine göz yumar. Yüzme bilmeyen küçük çocuğunu deniz
kenarında bırakır, boğulmasından yana en ufak bir tedirginlik dahi duymaz; iş
işten geçtikten sonra aklı başına gelir. Bunun gibi binlerce umursuzluk örneği,
cahiliyenin günlük hayatı içinde sürekli yaşanır.
Örneğin trafikte kaza geçiren ağır yaralı bir insanla
karşılaştığında vicdanı açık olan bir insanın yapacağı şey, kendi işi her ne
kadar önemli olursa olsun, acil durumdaki bu insana tüm imkanlarıyla yardım
etmektir. Ancak umursuzluk adı altında vicdanını donduran bir insan, bu
manzaraya kısa bir göz attıktan sonra, yardım eden tek bir kişi olmadığını
görse dahi rahatlıkla randevusuna gitmek üzere yoluna devam edebilir. Veya eğer
etrafta başka kişiler varsa "onlar ilgilenir nasılsa" diye
düşünebilir.
Görüldüğü gibi umursuzluk aslında vicdansızlığın bir
diğer dile getiriliş şeklidir. Kişi, aklı ve mantığı algıladığı halde
geliştirdiği duyarsızlık ile pek çok konunun üzerinden rahatlıkla geçip gider.
Vicdanını dondurduğu için üzerinden atladığı, umursuzluk gösterdiği tavırlar
nedeniyle en ufak bir vicdan azabı da duymaz. Hatta için için kendisini
dünyanın en uyanık kişisi olarak görür. Halbuki bu kişi hiçbir şekilde kazanç
içinde değildir. Vicdanını saf dışı ederek dünyada önüne çıkan tüm fırsatları
kaçırmış, ahiret için yapabileceği hazırlığı bile bile göz ardı etmiştir.
Her konuda vicdanını devreye sokan, aklını ve imkanlarını
bu uğurda sonuna kadar kullanan mümin kişi ise, Allah'ın hoşnutluğunu ve
ahireti kazanabilecek en isabetli davranışı yapmıştır. Müminin bu konuda
gösterdiği hassasiyet onun dünya hayatında da rahat yaşamasını sağlar.
Karşılaştığı her konuda aklını kullandığı için, işleri hep olabilecek en iyi
neticelerle sonuçlanır.
Tamahkarlık
Dünyaya olan bağlılık ve mala karşı duyulan hırs,
cahiliye ahlakını yaşayan insanları bu uğurda her türlü ahlak ve tavır
bozukluğunu göze alabilecek çirkin bir tavır içerisine sokar. Konu eğer
dünyadan istifade etmekse, kişi bu arzusunu tatmin etmek için tamahkar bir yapı
göstermekten hiçbir şekilde çekinmez. Hayatın kısalığının farkındadır ve bu
süreyi ahiret için çalışarak geçirmektense, dünyaya yönelik olarak
değerlendirmenin kendi düşük aklınca en iyi yol olduğunu sanır. Bunun için de
karşısına çıkan fırsatları hep bu uğurda harcayarak dünyaya biraz daha tamah
eder.
Tüm amacı dünyayı yaşamak olan bu insanların, Allah'ın
onların çirkin ahlakına verdiği bir karşılık olarak, dünyadan memnun olmaları
ise hiçbir zaman mümkün olmaz. Kendilerince dünyadan faydalanmak için Allah'tan
gafil bir yaşam benimserler, ama dünya onlara hiçbir zaman güzellik, rahat ve
mutluluk sunmaz. Bir ömür boyu peşinden koştukları dünya tutkularının
kendilerine bıraktığı tek şey mutsuzluk, tedirginlik, sevgisizlik, dostsuzluk
ve türlü acılardır.
Bu yapı, cahiliye toplumunda insanların büyük kısmına
hakim olduğu halde, yalnızca belirli bir kesime mal edilerek örtbas edilmek
istenir. Sadece bazı açgözlü insanların tamahkar bir karakter
sergileyebilecekleri imajı oldukça yaygındır. Oysa, tamahkarlık cahiliye ahlakının
dünyaya ve insanlara bakış açısını en açık yansıtan özelliklerinden biridir.
Bu çirkin bakış açısıyla yoğrulmuş olan cahiliye
insanları, zengin olsun fakir olsun hiçbir farklılık göstermeden dünyadaki
herşeye karşı açgözlü yaklaşır. Söz gelimi misafirliğe gider; karnı doyduğu
halde -hastalanma pahasına da olsa- daha çok faydalanmak için biraz daha yer.
İşyerinden maksimum istifade etmek için ihtiyacı olmadığı halde sağa sola
gereksiz telefonlar açar; çocuğunun, ailesinin tüm ihtiyaçlarını iş yerinin
imkanlarından karşılamaya kalkışır. Bu mantık öylesine köklü bir hastalıktır ki
kişi ailesine bile bu gözle yaklaşır. Kocasının çok çalışmasını, çok para
kazanmasını neredeyse bir hırs haline getirmiştir. Çünkü işin sonunda kendisine
daha çok kıyafet aldırtacak, daha çok gezebilecek, daha çok yiyebilecek ve
kocasının bu özelliklerinden maksimum istifade edebilmiş olacaktır. Bu hırs ve
açgözlülük öyle noktalara gelir ki, kimi zaman insanların dünyadan daha fazla
menfaat elde edebilmek için dolandırıcılığa ya da açıkça hırsızlığa
kalkışmalarıyla kendini gösterir.
Bu gibi insanları bir tabak yemeğe dahi tenezzül ettirten
bu çirkin ahlak, uyanıklık kafasıyla uygulanır ama tam aksine kişiyi akıl almaz
derecede küçük düşürür.
Samimi ve dürüst yaşamak ise, binbir türlü plan ve
sahtekarlıkla yaşamaktan çok daha kolay ve çok daha zevklidir. Allah'a iman
etmiş bir insan dünya nimetlerinden en güzel şekilde faydalanır. Tüm nimetin
Allah'a ait olduğunu, Allah Katında olanın hiçbir zaman bitip tükenmeyeceğini
ve Allah'ın dilediği kimseye sonsuz nimetinden hesapsız olarak hem dünyada hem
de ahirette vereceğini bilir. Bu yüzden ne dünyaya tamah eder ne de sahip
olmadığının hırsını yapar. Bu da ona hem asalet hem saygınlık, en önemlisi de
Allah'ın rızasını kazandırır.
Bencillik
Cahiliyenin çarpık mantık örgüsüne göre, bir insanın bir
başkasını, en az kendisi kadar düşünmesi, kollaması ve onunla ilgilenmesi için
o kişiden ciddi anlamda bir çıkarının söz konusu olması gereklidir. Aksi
takdirde, cahiliye insanının başkaları için kendisinden bir şeyler vermesi için
hiçbir sebep yoktur; hatta bu batıl sisteme göre bu onun için maddi manevi
önemli bir kayıp demektir. Arada sırada hayatın bir gereği olarak mecburen
başkalarına ufak tefek fedakarlıklar yaptığı olabilir, ama bunu oturmuş bir
ahlak anlayışı haline getirmenin, ona göre hiçbir gereği yoktur.
İşte benimsediği bu çarpık dünya görüşü nedeniyle, kişi
her konuda ve herkese karşı bencil ve egoist bir tavır ortaya koyar. Henüz
ilkokul yıllarında ailesinin tembih ve telkinleriyle kök salan bu çirkin
mantık, çocuğun oyuncaklarını, yiyeceklerini, odasını, ailesini sahiplenmesi ve
kimseyle paylaşmamasıyla kendini gösterir. Sonraki yıllarda ise, kişinin malını
paylaşmamasındaki bu kararlılığına bir de insaniyetsiz ve düşüncesizce tavırlar
eklenir.
Egoist olan bir insan sadece kendi rahatını düşünür. Bu
yüzden de başkalarının ihtiyaçları ve sorunlarıyla hiçbir şekilde ilgilenmez.
Karşısındakinin ihtiyacı olduğunu bile bile, karşısına geçip yemeğini yer ama
paylaşmak aklına bile gelmez. Hasta olduğunda kendine çok özenli bir bakım
uygular ama bir başkası hastalandığında buna hiç gerek duymaz. Arabasıyla
yoldan geçerken bir arkadaşının yağmurdan sırılsıklam olduğunu görür. Aynı
istikamete gittiği halde sırf arabası çamur olmasın diye arabaya almaz,
görmezlikten gelip geçer. Yanındaki insanın düştüğünü görse, yardım edeceği
yerde gülüp geçer ve kendi işine devam eder...
Günlük hayatın her aşamasında ortaya çıkan bu
insaniyetsiz tavırlar, istisnai ve hayati durumlarda da aynı mantıkla devam
eder. Örneğin ölmek üzere olan bir insana kan vermesi istenir, kendine hiçbir
zararı olmadığı halde, insaniyetsizliğinden, rahatına ve keyfine olan
düşkünlüğünden dolayı bunu kabul etmez.
Din ahlakında ise bencilliğin, egoistliğin ve
insaniyetsizliğin yeri yoktur. Aksine müminler her an vicdanlarını tüm
güçleriyle kullandıkları için, çevrelerindeki eksiklikleri ve ihtiyaçları görür
ve bunlar karşısında en insaniyetli tavırları sergilerler. Bunu
gerçekleştirirken de, asla karşı tarafı minnet altında bırakmazlar. Müminlerin
yaşadığı bu fedakarlık ve insaniyet anlayışının güzel örneklerinden biri
Kuran'da şöyle bildirilir:
Kendileri, ona duydukları sevgiye rağmen yemeği, yoksula,
yetime ve esire yedirirler. "Biz size, ancak Allah'ın yüzü (rızası) için
yediriyoruz; sizden ne bir karşılık istiyoruz, ne bir teşekkür. Çünkü biz, asık
suratlı, zorlu bir gün nedeniyle Rabbimizden korkuyoruz." (İnsan Suresi,
8-10)
Geçimsiz, ters ve
aksi huylu
olmaları
Cahiliye toplumlarında, sadece aşırı derecede problemli
insanlara "geçimsiz" sıfatı yakıştırılır. Gün içerisinde arada bir
çıkan tartışmalar ya da çekişmeler ise bu tanımlamaya dahil edilmez. Oysa
oldukça hoşgörülü ve mazlum olarak bilinen bir insan bile, belli konularda
belli kişilere karşı aksi bir tavır içerisine girebilir. Mutlaka geçinemediği
ya da tahammül edemediği insanlar vardır yaşamında. Ancak cahiliyenin ilkel
mantığı içerisinde tüm diğer ahlak çarpıklıkları gibi, bu kötü tavır da oldukça
"makul" ve "olağan" karşılanmaktadır.
Aile yaşantıları bitmek bilmeyen geçimsizliklere sahne
olurken, "aile meseleleri" ya da "her ailede olur böyle
şeyler" gibi sözlerle bu tavrın çirkinliğini geçiştirmeye çalışırlar.
Arkadaş ilişkilerinde neredeyse her gün anlaşmazlıklar, küsmeler ve kavgalar yaşanır;
bunu da "arkadaşlıklarda olur böyle şeyler" gibi anlamsız
açıklamalarla kabullenirler. Okulda öğretmenleriyle, işyerinde patronlarıyla ve
diğer çalışanlarla, trafikte araç sahipleriyle, apartmanda komşularıyla,
akrabalarıyla kısacası diyalog kurdukları herkesle bir çekişme
içerisindedirler.
Bu çekişmeler, genellikle büyük sebeplerden kaynaklanmaz.
Eğer çatışacak bir konuları yoksa bile, bunu bir şekilde kendileri
oluştururlar. Söz gelimi, karısının sevdiği yemeği pişirmemiş olması, ya da
kocasının kendisini gezmeye götürmemesi, komşunun balkonu yıkarken su
sıçratması, apartmandaki bir gürültü, bir hayvan ya da çocuk sesi, yeşil ışık
yandığında hemen harekete geçmeyen bir araç sürücüsü, bir aracın hızla
sollaması, başka bir aracın arabasının önüne park etmesi, hatta bazen tek bir
korna sesi, patronunun az zam yapmış olması, belediyenin asfalt çalışmalarını
geciktirmesi, ve bunun gibi günlük hayatın her anı, onlar için bir geçimsizlik
ve huzursuzluk kaynağıdır. Küçük küçük olaylarda gerilimli bir atmosfer
oluşturan bu insanlar, ne aralarındaki bu huzursuzluğu yadırgarlar, ne de
yaşadıkları tahammülü zor ortamı. Öyle ki, kimi zaman iki insanın bir süre
boyunca sırf aynı ortamı paylaşmak zorunda kalmaları bile kaçınılmaz bir
huzursuzluk sebebi olur. Birbirlerinden sıkıntı duyarlar, acizliklerine ve
insani ihtiyaçlarına kesinlikle tahammül edemezler. Bu beraberlik zaman içinde
dayanılmaz bir hal alır. Ama kişilerin ya da mekanın değişmesinin kendileri
için hiçbir şeyi değiştirmeyeceğinin bilincindedirler. Kiminle ve nerede olurlarsa
olsunlar, aynı geçimsizlik yaşanır. Çünkü karşılıklı anlayışsızlığın sonucunda
ortaya tahammülsüzlük çıkar.
Peki bu tahammülsüzlüğün altında yatan ana etken nedir?
Cahiliye toplumlarında herkes mutlaka kendisinin haklı
olduğuna inanır. Hoşgörülü olamadıkları için, alttan almayı akıllarına dahi
getirmezler. Bunun yerine kendi bildiklerinde ısrarcı olup geçimsiz bir insan
olmayı tercih ederler.
Halbuki, Kuran'a göre tek doğru vardır. Kuran'a uyan
insanlar, Kuran'da kendileri için belirlenmiş olan doğruyu fark ettiklerinde
onu uygularlar. Sonuçta ortada "herkesin fikri" değil, "yalnızca
Kuran'da bildirilen ahlak " vardır. Aradaki muhtemel anlaşmazlıklar ise,
Kuran'a başvurulduğunda çözüme kavuşacaktır. Böylelikle ortada anlaşmazlık değil,
daima çözüm vardır. Kuran ahlakı ile hareket eden bir kişi Allah'ın insanlara
öğütlediği özellikleri, saygıyı, sevgiyi, hürmeti yaşayan bir insandır. Kuran
ahlakı, anlayışı, ince düşünceyi ve karşı tarafın fikrine saygı duymayı
gerektirir. Bu teslimiyetin sonucunda da bir anlaşmazlık söz konusu olamaz.
Cahiliye hiç durmadan tartışırken, inananlar Kuran ahlakını uygulamanın
rahatlığını yaşarlar. Böyle bir topluluk içinde huzursuz veya geçimsiz bir
tutumun ortaya çıkması mümkün değildir.
Tartışmacı
olmaları
Kuran ahlakında yer alan güzel özelliklerden birisi de,
"boş söz sarf etmekten kaçınmak" ve "boş söze dalanlarla
birlikte dalmamak"tır. Kuşkusuz ki bu, müminlere maddi manevi çok fazla
kazanç sağlar. Boş ve kişiye hiçbir şey kazandırmayacak bir sohbete
girmektense, buradan kazanacakları vakit ile çok daha faydalı ve önemli
faaliyetlerde bulunurlar. Ayrıca boş konuşmaların sıkıcı ve uyuşturucu
etkisinden de daha en başından kurtulmuş olurlar.
Buna karşılık hikmetsiz ve uzun sohbetlerle vakit
öldürmek, cahiliyenin vazgeçemediği bir alışkanlıktır. Bu şekilde hayatın
ciddiyetinden ve sorunlarından biraz olsun uzaklaştıklarını düşünürler. Ancak
herkesin kendi aklını beğenmesi ve iddiacı bir kişilik sergilemesi nedeniyle bu
sohbetler kısa süre içerisinde hararetli ve sonuç vermeyen tartışmalara
dönüşür. Çoğu zaman hakkında hiçbir şey bilmedikleri konularda dahi bitmek
bilmeyen konuşmalar yaparak saatlerce tartışırlar. Ve bu saatler süren
tartışmalar sonunda da genellikle hiçbir sonuca varamazlar. Bu tartışmalar
esnasında mümkün olduğunca kendi fikirlerini ön plana çıkarmaya, ve karşı
tarafa kabul ettirmeye çalışırlar. Öylesine iddiacı bir kişilik sergilerler ki,
karşılarındakinin konuştukları konuda uzman bir kişi olması bile onları
yıldırmaz. Onlar, kendilerince doktordan daha iyi doktor, avukattan daha iyi
avukattırlar.
Tartışmaları esnasında yaptıkları yorumlar ise genellikle
tahminlere ya da kulaktan dolma bilgilere dayalıdır. Ancak bu yapı da, cahiliye
toplumlarında kınanacak bir özellik olarak karşılanmaz. Tartışmacı kişilik gösteren
kimselere sadece "biraz sabit fikirli" ya da "biraz inatçı"
sıfatları yakıştırılır. Bunun kişiye has bir karakter özelliği olduğu
düşünülür.
Oysa insanların hiçbir bilgileri olmadığı halde uzun
tartışmalara girmelerinin altında yatan neden, nefislerdeki tartışma
eğilimidir. İnsanların bu özelliği Kuran'da "... insan, herşeyden çok
tartışmacıdır..." ayetiyle haber verilmiştir. (Kehf Suresi, 54) İşte
cahiliye insanları da akılcı hareket etmektense, bu zayıflıklarına yenik
düşmeyi göze alırlar.
İnsanlar kimi zaman haklı oldukları konuları savunmak
için de tartışabilirler. Ancak cahiliye toplumu bireylerinde dikkat çeken yön,
bu tartışma esnasında gösterdikleri tavır bozukluklarıdır. Bu tavır
bozukluklarının en başında, tartışırken kullandıkları ses tonu gelir. Ne kadar
bağırırlarsa ve karşı tarafın sesini ne kadar bastırırlarsa, o kadar haklı
çıkabileceklerini zannederler ve bu yüzden de son derece yüksek sesle
konuşurlar. Bu tür ortamlarda, kişiler üzerinde fiziksel olarak da belirgin
etkiler oluşur; iddialaşmanın etkisi ile yüzleri kıpkırmızı kesilir, boyun
damarları şişer, tartışmanın ve bağırmanın etkisiyle son derece çirkin bir
görünüme bürünürler. Oturdukları yerde sakinliklerini koruyamaz, taşkın el kol
hareketleri ile karşı tarafı sindirmeye çalışırlar. Muhakkak birbirlerinin
sözünü keserler, daha doğrusu her iki taraf da aynı anda konuşur ve
birbirlerini kesinlikle dinlemeye yanaşmazlar. Eğer taraflardan biri sakin
davranacak olursa, diğer taraf onu kışkırtmak ve tartışma havasına sokabilmek için
elinden geleni yapar. Karşılarındaki kişiye haklı olduklarını kabul
ettiremedikleri sürece de bir türlü rahatlayamaz ve bu gergin havadan
kurtulamazlar.
Müminlerde ise böyle bir anlayışın hiçbir belirtisi görülmez.
Her bilenden daha iyi bir bilen olduğunu daha en başından kabul eder ve hiçbir
zaman sabit fikirli bir yapı göstermezler. Her duydukları bilgiyi akıllarının
ve vicdanlarının süzgecinden geçirir ve böylece en isabetli sonuçları elde
ederler. Bu güzel ahlaklı kişiler, bilgileri olmayan bir konuda ise asla fikir
yürütmez, aslı olmayan görüşlere kesin olarak değer vermezler. Böyle bir bakış
açısı da tartışma ruhunu tamamen ortadan kaldırır ve çözümcülüğü getirir. Eğer
konuyla ilgili bilgileri yoksa, fikir yürütmek ya da tartışmak yerine, konu
hakkında araştırma yapıp sağlıklı bilgi edinme yoluna giderler. Müminlere
Kuran'da tavsiye edilen de budur:
…Ve her bilgi sahibinin üstünde daha iyi bir bilen
vardır. (Yusuf Suresi, 76)
… De ki: "Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?
Şüphesiz, temiz akıl sahipleri öğüt alıp-düşünürler." (Zümer Suresi, 9)
İkiyüzlülük ve
yapmacıklık
Cahiliye toplumunun en çok yakındığı konuların başında
insanların ikiyüzlü ve samimiyetsiz olmaları gelir. Buna rağmen insanların ikiyüzlülüğünden
yakınırlar. Bu durum, kendi elleriyle oluşturdukları ahlak bozukluğunun nasıl
kendilerine geri dönen acımasız bir sisteme dönüştüğünün en açık
belirtilerindendir.
İkiyüzlülük kişinin, biri dışarıya karşı gösterdiği, biri
de içinde sakladığı olmak üzere iki ayrı karakter sergilemesidir. Dışarıya
karşı gösterilen her zaman kişinin sahte yönlerini, içte gizlenen ise gerçek
düşüncelerini yansıtan karakteridir. Bu konunun asıl ilginç yanı da, cahiliye
toplumuna dahil olan herkesin bu gerçeği biliyor ve kabulleniyor olmasıdır.
Allah önemli bir ikiyüzlülük örneği olan münafıkları Kuran'da şöyle haber
vermektedir:
Onlar, kalplerinde olmayan şeyi dilleriyle söylüyorlar...
(Fetih Suresi, 11)
Cahiliyenin "arkadan konuşma" olarak
adlandırdığı ortamlar, bu karakterin en belirgin şekilde yaşandığı anlardır.
Kişi, bir olay ya da bir kişi hakkındaki gerçek bakış açısını, en açık şekliyle
bir başkası ile yaptığı dedikodular esnasında ortaya koyar. Ama bu da tam
olarak gerçek karakteri değildir, çünkü o sırada birlikte olduğu kişi
hakkındaki gerçek fikirlerini de ondan saklıyordur. Ve bir başkasının yanında
da o kişi hakkındaki samimi fikirlerini açıklayacaktır.
Aynı şekilde kişinin gerçek karakterini ortaya koyduğu
ortamlardan bir diğeri de menfaatleriyle çatışıldığı anlardır. Örneğin bir kişi
çok istediği bir şeyi yapmayınca veya bir kişi ile fikir ayrılığı yaşarken
gerçek düşüncelerini saklayamaz.
İkiyüzlü karakterin bir başka özelliği ise kişinin asıl
yüzünü ve gerçek düşüncelerini saklayabilmek için karşısındaki insanları hep
aldatması ve hiçbir zaman dürüst davranmamasıdır. Bunun için kendisine
geliştirdiği silah ise yapmacıklıktır. Samimiyeti yaşamak ve gerçek halini
göstermek yerine, samimiyetin taklidini yapmaya çalışır. Bunu da beceremediği
için ortaya tamamen yapmacık tavırlar çıkar.
Herkesin samimiyetsiz, ikiyüzlü ve yapmacık davrandığı
ortamlarda gerçek dostluğun, sevginin ve saygının sözünün dahi edilemeyeceği
ise açıktır. Bunu gördükleri ve rahatsızlığını fark ettikleri halde cahiliyenin
halen bu sistemi körükleyip sürdürmesi ise, ilkel mantık örgülerinden
kaynaklanmaktadır. İnsanın yaşamı boyunca bıkıp usanmadan inanmadığı ve
yaşamadığı şeylerin taklidini yaparak, iki karakteri bir arada sürdürmeye
çalışması gerçekten de çok zor ve külfetli bir iştir.
Dürüst olmanın, içte ve dışta tek ve sabit bir karakter
yaşamanın ise büyük bir rahatlığı ve güzelliği vardır. Bu yapıdaki bir insan
emin ve güvenilirdir; dürüst ve samimi olduğu için herkes tarafından sevilir ve
saygı görür. Dürüstlük ve samimiyet, İslam ahlakının insana sunduğu bir
rahatlıktır. Kuran'ın hükümlerine uyan insanın üzerine kendisini sıkacak,
sürekli rol yapmasına sebep olacak hiçbir yük binmez. Aksine Kuran, cahiliyenin
batıl inançlarını ortadan kaldırır ve inananlara kolaylık sunar. Cahiliye
ahlakının getirdiği karanlık ortamlar yerine samimi ve sıcak bir ortam
hazırlar.
Alaycılık
Alaycılık cahiliye sisteminde bir tavır bozukluğu olarak
değil de, daha çok bir neşelenme ya da eğlence şekli olarak algılanır ve bu
nedenle de uygulanmasında çoğu zaman bir sakınca görülmez. Bu toplumun
bireyleri, başkalarını küçük düşürerek kendilerini yücelttiklerine inanırlar.
Alaycılık, sadece sözle değil bazı durumlarda üstü kapalı
tavırlarla da uygulanır. Özellikle bakışlar, mimikler, gülüşler ve dolaylı
yoldan yapılan "imalı dokundurmalar" cahiliye sisteminde uygulanan
alaycılığın "incelikleri" olarak kabul edilir.
Bu "inceliklerin" nesilden nesile, toplumlardan
toplumlara nasıl aktarıldığı ve bu çirkin dili herkesin nasıl bildiği ise
cahiliye sisteminin en karanlık yönlerinden birisidir. Bu konunun inceliklerini
ve sırlarını anlatan ne bir kitap vardır, ne de bunları öğreten bir okul. Ama
herkes bu konuda yapılan en ufak bir tavrın dahi ne anlama geldiğini bilir.
Alaycılık, açıkça konuşulmayan ama herkes tarafından bilinen ve uygulanan gizli
bir dil gibidir.
Cahiliye sisteminde nelerin alay konusu edildiğine
gelince, öncelikle bu konuda hiçbir sınırlama olmadığını belirtmek gerekir.
Aksan bozuklukları, sakatlıklar ya da fiziksel kusurlar gibi insani eksikliklerin
yanısıra, dil sürçmesi, hapşırmak ya da hıçkırmak gibi hayatın herhangi bir
parçası da alay konusu yapılabilir. Birinin ayağının takılıp düşmesi
kahkahalarla gülünecek bir olaydır bu topluma göre. Böyle bir tavrı herkes
makul karşılar. Bu şartlarda dili sürçen veya bir yere takılıp düşen kişi de
küçük düştüğünü ve alay konusu olduğunu fark ederek bunun altında kalmamaya
çalışır. Örneğin canı şiddetle acısa dahi, daha fazla alaya maruz kalmamak için
bunu gizler ve bir şey olmadığını söyler. Hatta kendisiyle alay etmelerini
önemsemediğini ifade etmek amacıyla çevresindekilerin gülmelerine kendisi de
katılır.
Ancak elbette ki sergiledikleri bu cahilce tavırlar,
üzerlerinde büyük bir sıkıntı yaratır. Söz gelimi kekeme olan bir insan en
yakınım dediği arkadaşlarının yanında bile rahat edemez. Hatta alay
edilmesinden korktuğu için çoğu zaman konuşmayıp susmayı tercih eder. Herkes
birbirinin yanında son derece temkinlidir.
Bu sistemde yaşanan alaycılık kültürü, belirli bir kesime
mahsus da değildir. Sosyetede, gecekondularda, iş ortamında, okullarda yani
kısacası cahiliye ahlakının hakim olduğu her kesimde uygulanır. Kültüre ya da
modernlik anlayışına göre değişkenlik göstermez. Sonuç olarak ortaya çıkan
manzara ise, aşırı dikkat ve efor harcanması gereken, sıkıntı verici bir
ortamdır.
Oysa Kuran ahlakının yaşandığı ortamlarda böyle bir
zorluk yoktur. Kimse kimseyle alay etmez ve kusur arama gözüyle bakmaz.
Acizliklerin tüm insanlara ait vasıflar olduğu bilinir, bunlardan dolayı kimse
küçük görülmez. Aksine bunlar istem dışı gelişen ve insanın eksikliklerini
ifade eden yönler olduğu için şefkat ve merhamet gözüyle bakılır. Allah
Kuran'da müminlere bu ahlakı emretmiştir:
Ey iman edenler, bir kavim (bir başka) kavimle alay
etmesin, belki kendilerinden daha hayırlıdırlar; kadınlar da kadınlarla
(alay etmesin), belki kendilerinden daha hayırlıdırlar. Kendi nefislerinizi
(kendi kendinizi) yadırgayıp-küçük düşürmeyin ve birbirinizi 'olmadık-kötü
lakaplarla' çağırmayın. İmandan sonra fasıklık ne kötü bir isimdir. Kim tevbe
etmezse, işte onlar, zalim olanların ta kendileridir. (Hucurat Suresi, 11)
Bununla birlikte en önemlisi, bu alaycı ruh insanları
Allah'ı, hak dini ve ahireti de kavrayamayacak bir konuma getirir. Hayata bakış
açısı alaycı ve "dalgacı" olan kişi, ölüm ve ahiret gibi ciddi
konulara dahi kendi düşük aklınca alayla yaklaşarak çok çirkin bir ahlak
gösterebilir. Ayette cahiliye toplumu insanlarına bu konu hatırlatıldığında
nasıl alaycı bir üslupla karşılık verdikleri şöyle anlatılır:
..."Bizi kim (hayata) geri çevirebilir"
diyecekler. De ki: "Sizi ilk defa yaratan." Bu durumda sana başlarını
alaylıca sallayacaklar ve diyecekler ki: "Ne zamanmış o?" De ki:
"Umulur ki pek yakında." (İsra Suresi, 51)
Ancak alay eden kişinin unutmaması gereken önemli bir
konu vardır: Eğer tevbe edip bu tavrını düzeltmezse, bu tavırları kendisine
dünyada yaşanması güç ve sıkıntılı bir ortam oluşturduğu gibi, sonsuza dek
sürecek ahiret hayatında da kendisini telafisi imkansız bir hüsranla
karşılaştıracaktır:
Sonra kötülük yapanların uğradıkları son, Allah'ın
ayetlerini yalanlamaları ve alay konusu edinmeleri dolayısıyla çok kötü oldu.
(Rum Suresi, 10)
Duygusallık ve
romantizm
Duygusallık ve romantizm, cahiliye toplumunda insanlığın
bir gereği ve hayatın bir gerçeği olarak değerlendirilir. Duygusal olmamak,
cahiliye ahlakını benimseyen toplumlarda kötü bir özellik olarak kabul edilir
ve yadırganır. Romantizmin ise kendine has bir büyüsü ve güzelliği olduğu imajı
verilmeye çalışılır. Oysa ki duygusallık "aklın aşırı derecede kapanması
ve insanın içgüdülerine teslim olup, onların yönlendirmesiyle hareket
etmesi" demektir. Böyle bir insan sağlıklı muhakemeler yapamaz, isabetli
kararlar alamaz. Bir aşama sonrasında duygularının kendisini nasıl
yönlendireceğini kendisi de bilmez. Hep iş işten geçtikten sonra olup bitenleri
kavrayıp, ne kadar yanlış kararlar aldığını görür. Fevri ve düşüncesizce
çıkışları olur. Örneğin romantizm ile, kişi bir anda bir karamsarlık, ağlama ya
da kıskançlık krizine kapılabilir ya da bir anda alınganlaşıp sebepsiz yere
çevresine küsebilir.
Dostluklarında ölçü olarak romantizmi arayan insanların
canlarını en çok yakan şey ise yine bu tavırdır. Karşılarındaki insanın ne
zaman ne yapacağını bir türlü kestiremez, bağlantı kurabilmek için iyi bir
anını kollarlar. Hayatları bu insanların duygusal beklentilerini tatmin etmekle
geçer. Bir yandan kendileri de çevrelerinden aynı tavrı görmek isterler. Bunu
da "acı ama diğer yandan da zevkli" şeklinde ifade ederler. Çünkü
cahiliye toplumu insanları, her ne kadar sıkıntısını yaşasalar da, romantizmin
getirdiği ağlamanın, karamsarlığın ya da kıskançlığın kendine göre bir zevki
olduğunu düşünürler. "Bunlar da olmasa hayat çok yavan olurdu" gibi
ilkel yaklaşımlarla akılsızlıklarını örtmeye, bu tavırlarını normal göstermeye
çalışırlar.
Bu duygusal ruh hali, insanda kaçınılmaz olarak bir
dengesizlik yaratır. Sürekli melankolik bir hava içinde olduklarından, hiçbir
şey kendilerine gerçek anlamda zevk vermez. Herkesin eğlendiği, neşelendiği bir
ortamda, bu insanların kederlenecek ve duygusallaşacak bir konuları mutlaka
vardır. Hatta üzüldükleri konuyu kafalarında hayali senaryolarla genişleterek,
daha da duygulanacak şekle sokmaya çalışırlar. Bu nedenle de dışarıya karşı
gülmeye çalışsalar bile için için huzursuzluğun acısını çekerler. Rahat ve
huzur içinde yaşamak varken, sıkıntı ve azap içinde yaşamayı makul görürler.
Romantik bir dünya içerisinde yaşadıkları için
karşılaştıkları olayların etkisinden kolay kolay kurtulamazlar. Örneğin
başlarından geçen kötü bir olayın etkisini hemen üzerlerinden atıp, akılcı bir
değerlendirmeyle telafi yoluna gitmek varken, bunu bir fırsat bilir ve
senelerce bu olayı duygusallaşmak için bir sebep olarak kullanırlar.
Oysa insanların hayattan zevk almalarını, başarılı
olmalarını, vicdani huzur içinde yaşamalarını sağlayan tek yöntem akılcılıktır.
Bu anlayışı ise sadece Kuran ahlakı kazandırır. Kuran hükümleri ölçü
alındığında, aklı tamamen örten duygusallık, yerini çözümcülüğe ve olumlu bir
bakış açısına bırakır.
AKILLI İNSAN YAPMACIKLIKTAN
ŞİDDETLE KAÇINIR
Adnan Oktar: Bir kere
romantiklikte olayın kendisi komik zaten. Bir insanın tiyatro sanatçısı gibi
poz yapması, oyun oynaması, gerçek yüzünü gizleyip, tamamen yapmacık mimikler
ve yüz ifadesiyle, üslupla ve konuşmayla, bir tiyatro sahnesinde bir oyun
sergiler gibi yaşaması, hem komik hem çok zorlu hem de bir azaptır. Böyle bir
insanla konuşmak da çok zordur. Ki insanların bayağı bir kısmının ben yapmacık
olduğunu görüyorum. Yani akıllı bir insan yapmacıklıktan şiddetle kaçınıp,
yapmacık bir insanı seyretmek onunla konuşmak çok rahatsız edici birşeydir.
Mesela kadınlarda
da bazen erkeklere karşı öyle tavırlar oluyor, erkeklerde de kadınlara karşı
yapmacık tavırlar oluyor. Mesela koskoca delikanlı kadın gibi ağlıyor, yani
anormal hareketler yapıyor, duygusal konuşmalar yapıyor, bu kadını çok
kızdırır, çok rahatsız eder. Kadının da yapmacıklığı, sevmediği halde seviyor
görünmesi, bazen öyle zengin birisini gördüğünde bir genci, işte eli yüzü de
düzgünse, arabası da varsa, birden çarpıldığını, hayatta ilk defa böyle
birşeyle karşılaştığını, daha önce böyle birşeyi hiç hissetmediğini söyleyerek
o garibimi öyle kandırarak yani bir süre sonra tam istediği çizgiye kadar
getirebiliyor.
Bir gerçek çiçek
vardır, mesela gerçek bir menekşe vardır, bir de plastik menekşe vardır,
satılır, plastikten yapılmış. Şimdi
sahtelerini insanlar kullanıyorlar bayağı bir yerde. Yani o menekşenin
taklidini yapmaya çalışıyor, mesela aşkın taklidini yapmaya çalışıyor, aşık
tarzında bir tiyatro sanatçısı gibi birşeyler yapmaya çalışıyor, ama kastettiği
insan bunu hemen anlıyor, yani niçin seviyorsun dediğinde arabası için, evi
için ve tipi için diyor. Orada zaten aşk diye birşey kalmadığı açık belli,
çünkü adamın tipi gittiğinde, tipine birşey olduğunda ondan nefret edeceği ve
hemen kaçacağı belli. Parasının gitmesi durumunda da ondan kaçacağı belli,
arabasının gitmesi durumunda da ondan kaçacağı belli. O zaman bu oyuna ne gerek
var, ama işte bazı zavallı insanları böyle kandırıyorlar, o da inanıyor
hakikaten. (Sayın Adnan Oktar'ın 30 Ocak 2009 Tarihli Kral Karadeniz TV
Röportajından)
Ağlama ruhu
Duygusal ve romantik bir dünya görüşünün getirdiği
sıkıntılardan biri de, bu insanların her an hissettiği sebepsiz ağlama
eğilimidir. Cahiliye insanlarında, özellikle de kadınlarında böyle bir eğilimi
oluşturan neden, içlerinde ağlamanın gerekliliğine karşı duydukları batıl bir
inançtır. Ağlamanın gülmek, acıkmak ya da uyumak gibi insani ve doğal bir
ihtiyaç olduğuna inanırlar. Üzüntülerini ve sıkıntılarını içlerine atarlarsa, meydana
gelen gerilimin çeşitli hastalıklara neden olacağını, ama eğer ağlarlarsa,
sinirlerinin gevşemesiyle birlikte rahatlayacaklarını sanırlar.
Bunun yanında dünyaya sürekli olarak olumsuz ve ümitsiz
bir bakış açısıyla yaklaşıyor olmaları da onlara ağlamayı gerekli gösteren
sebeplerden biridir. Her zaman her konuda ağlanacak ve sızlanacak bir yön
bulurlar. Bundan kurtulmak için, olumsuzlukları ortadan kaldırma ya da
sorunları çözme yoluna gitmezler. Aksine ağlamaya karşı duydukları derin ilgi
ve istekten dolayı, çeşitli yöntemlerle bunu daha da körüklemeyi tercih
ederler.
Bu batıl inanç, cahiliye ahlakını yaşayan toplumlarda
neredeyse her kesim tarafından kabul görmekle birlikte, verilen telkinler
sebebiyle kadınlarda daha yoğun olarak göze çarpar. Erkeklere doğdukları andan
itibaren "erkekler ağlamaz" mantığı aşılanırken, kadınlara da
ağlamanın acıma ve şefkat oluşturacağı yönünde telkinler yapılır. Cahiliye
inançlarına göre kadın, erkeğe göre bedenen daha narin bir yapıya sahip
olduğuna göre, ruhen de aynı özellikleri, aynı zayıflığı göstermelidir.
Kadınların daha zayıf bir kişilik, olaylardan daha çabuk ve daha çok etkilenen
daha hassas bir yapı sergilemesi oldukça olağan karşılanır. Kadın da kendisi
için seçilen bu modeli sorgusuz sualsiz kabullenip yaşamaya başlar.
Bu ağlama tavrı, bir acizlik ve iradesizlik olarak
algılanmaz. Kimse bu tavrı benimseyen diğer insanları kınamaz ve yadırgamaz.
Aksine, günlük hayatın her alanında bu ahlaka özendirecek ve bunu güzel
gösterecek malzemelerle sunulur. Filmlerin, TV programlarının, dergilerin
genelde işlediği ana tema budur. Her birinde toplumda büyük ilgi ve beğeni
uyandıran "acıklı", dramatik sahneler ve acılarını, mutluluklarını,
sevgilerini dile getirerek ağlayan insanlar yer alır. Duygusal insanlar, kendi
ruhlarını yansıttığı için bir anlamda "kendilerini buldukları" bu
melankolik ortamdan çok hoşlanır ve tüm yaşamlarını bu telkinleri alarak
geçirirler.
Artık ağlamak o kadar hayatlarına yerleşmiştir ki,
kendilerini yakından ilgilendirmeyen olaylar dahi ağlamaları için bir sebeptir.
"Acıklı" bir ses tonu ile anlatılan bir haberi dinlerken de, dramatik
bir film izlerken de ağlamakta sakınca görmezler. Hatta neşe ve mutluluk verici
olaylar karşısında bile ağlamaya başlarlar. Söz gelimi hediye alan, okuldan
mezun olan, evlenen, çocuk sahibi olan, çocuklarının başarılarını duyan her
duygusal insan niye yaptığını bir kez olsun dahi sorgulamadan ağlar.
Bu mantığı alarak yetişen insanlar, bir süre sonra
ağlamanın, aynı zamanda gerektiğinde kullanılabilecek önemli ve güçlü bir silah
olduğunu da fark ederler. Gerçekten de cahiliye sisteminde ağlamak, normal
şartlarda elde edilemeyen bazı şeylerin samimiyetsiz yollarla elde edilmesi
için uygulanan en etkili yöntemlerden biridir. Çünkü ağlama, cahiliye
toplumunda acıma hissi uyandıran önemli bir malzemedir. Normal şartlarda
müsamaha göstermeyecekleri pek çok şeyi, ağlayan birini gördüklerinde acıma
duyguları devreye girdiği için kabul ederler.
Ağlayan bir çocuk belli menfaatler karşılığında bu
eylemini durdurduğu için, hayatının ileriki dönemlerinde de ağlamayı bir silah
olarak kullanmaktadır. Yalan söylediğinde kendisini haklı göstermek için, suçlu
olduğunda bunu örtbas edip masum izlenimi vermek için, çevresinde acıma hissi
uyandırıp destek sağlamak için, samimiyetsiz davrandığı bir konuda samimiyetine
inandırmak ya da sırf dikkat çekip ilgi odağı olmak için artık hep bu yönteme
başvurur.
Oysa Allah bu tavrı beğenmemektedir. Allah'a inanıp
güvenen bir kişi böyle zayıf bir karakter göstermez ve bu eylemden dolayı bir
menfaat beklentisi içinde olmaz. Kuran'da bildirildiği üzere ağlamanın,
güzellik olmadığı "öyleyse kazandıklarının cezası olarak az gülsünler,
çok ağlasınlar" (Tevbe Suresi, 82) ayetiyle bildirilmiştir.
Cehennem halkının dünyada kazandıklarına karşılık olmak
üzere artık isteseler de neşeye, rahatlığa ve huzura kavuşamayacakları da
Kuran'da bildirilmiştir. Buna rağmen insanların bile bile kendi iradeleriyle
cehennem ahlakını yaşatmaya çalışmaları ise, cahilce bir tavırdan başka bir şey
değildir. Mutsuz ve bedbaht bir ruh halinin ancak cehennem halkının bir vasfı
olduğu Kuran'ın birçok ayetinde belirtilmiştir.
Allah'tan 'İçi titreyerek korkan' öğüt alır-düşünür. 'Mutsuz-bedbaht'
olan ondan kaçınır. (A'la Suresi, 10-11)
Artık sizi, 'alevleri kabardıkça kabaran' bir ateşle
uyardım. Ona, ancak en bedbaht olandan başkası yollanmaz. (Leyl Suresi,
14-15)
(Kıyametin) Geleceği günde, O'nun izni olmaksızın, hiç
kimse söz söyleyemez. Artık onlardan kimi 'bedbaht ve mutsuz', (kimi de)
mutlu ve bahtiyardır. (Hud Suresi, 105)
İşte cahiliye insanı da Kuran'dan uzak olmalarının
karşılığını daha bu dünyadayken görmeye başlar.
Alınganlık
Cahiliyenin, olağan karşıladığı, oysa son derece anormal
olan duygusallığın neden olduğu tavır bozukluklarından biri de alınganlıktır.
Adından da anlaşıldığı gibi duygusal bir insanı yönlendiren etkenler
duygularıdır. Duyguların ön planda olduğu bir kimsede ise akıl geri planda
kalır. Bu nedenle de kişi olayları açık bir şuur ve sağlam bir mantık örgüsüyle
değerlendiremez. İşte alınganlığın çıkış noktası da budur; olayların çarpık bir
mantıkla değerlendirilmesi...
Bu ruh halindeki bir insan çevresinde olup biten tüm
olayların hep kendi merkezli geliştiğini sanır. Herkesin her an kendisinden
bahsettiğini, ya da kendisine bir şeyler ima etmek istediğini düşünür. Bu
nedenle etrafında gelişen tüm olaylardan kendisine pay çıkarır ve alınır.
Cahiliyenin neredeyse tümüne hakim olan bu yanlış tavır bazı kişilerde saplantı
haline dönüşmüştür. Özellikle yaş ilerledikçe kişilerdeki alınganlık da artar.
Bu ahlakı yaşayan bazı yaşlılar yanlarında yapılan ilgili ilgisiz her konuşmayı
ve her tavrı kendi üzerlerine alınırlar. Büyük bir ihtimamla üzerlerine
düşüldüğü ve çok iyi bakıldıkları halde kimsenin, öz çocuklarının dahi
kendilerini sevmediğini, evden göndermek istediklerini, yediklerinin
içtiklerinin, herşeylerinin külfet olduğunu ve karşı tarafın da sürekli bunu
ima etmeye çalıştığını düşünürler.
Aslında bu ahlak cahiliyenin yaşadığı güvensiz ortamın
bir sonucudur. Kişinin yaşadığı ortam alınganlığa sebebiyet veren çok fazla
bozuk tavırla doludur. Söz gelimi kişi alınır ama karşı tarafın merhametsiz,
memnuniyetsiz, ikiyüzlü ya da kindar olduğunu açıkça görüyordur. Bu durumda da
birçok tavrın aslında kasten yapıldığını düşünüyordur. Fakat bu, alınganlığın
haklılığını ya da geçerliliğini ortaya koymaz ancak cahiliye sisteminin kökteki
bozukluğunu göstermesi bakımından oldukça önemlidir. Örneğin çocuklarının
yanında kalan yaşlı bir insan bahsi geçen konularda alınganlık yapar ama
düşündükleri aslında büyük ölçüde de doğrudur. Gerçekten de istenmiyordur ve
pek de sevilmiyordur; ancak karşı taraf bu düşüncelerini örtbas ederek belli
etmemeye çalışır.
Cahiliye insanları, doğdukları andan itibaren kendilerine
sunulan bu duygusal ve alıngan karakteri, yaşamlarının sonuna kadar
üzerlerinden atamazlar. Ancak zararını da fazlasıyla tadarlar. Herkesin dostane
bir tavır içerisinde olduğu ortamlarda dahi alıngan kişiler gerçek neşeyi ve
huzuru yaşayamazlar. Herkes eğlenirken, bir köşede durgun ve küskün oturan,
hayatları boyunca yalnız olan hep kendileri olurlar.
Görüldüğü gibi, cahiliye ahlakının her yönü birbirinden
daha korkunç ortamlar oluşturur. Kuran ahlakında ise insanların içinde yaşadığı
ahlak neyse, dışındaki tavır da onun aynası gibidir. Beğenmediği, yanlış olduğuna
inandığı ve söylemek istediği bir şey olduğunda mümin bunu bakışlarıyla,
tavırlarıyla ya da imalı sözleriyle değil, doğrudan doğruya konuşmalarıyla
açıkça ifade eder. Aynı şekilde içerisinde bulunduğu ortam da bu ruhu yaşayan
insanlardan oluştuğu için, kimse alınganlık yapmaz. Allah Kuran'da insanlara "iyiliğin
emredilip kötülükten men edilmesini" güzel ahlakın bir gerekliliği
olarak bildirmiş ve böylece de alınganlığın oluşabileceği durumları tamamen
ortadan kaldırmıştır.
Yalancılık
Cahiliye toplumlarında sıkça karşılaşılan ahlak
bozukluklarından biri de yalancılıktır.
Dürüst ve samimi bir insanın yalan söylemesi için hiçbir
gerekçe yoktur. Ancak hayatını samimiyetsiz bir sistemin getirdiği kurallar
üzerine kuran kişinin, bu çarpık sistem içerisinde başarılı olabilmesi için
yine çarpık bir yönteme, yani yalana başvurması gerekir. Yalan ise ucu bucağı
olmayan ve sınır tanımayan bir ahlak bozukluğudur. Bir kez bu yolun
geçerliliğine inanan kişi, bunu bir yaşam biçimi haline dönüştürür ve artık hem
dili, hem de mantığı bu çirkin yönteme alışır. Her sıkıştığı noktada yalana
başvurur.
Bu, hayati anlamda bir zarar oluşturmadığı sürece
cahiliye insanları tarafından da yadırganmayan bir yöntemdir. Belirli bir
noktaya kadar, hepsi zaman zaman en samimi dostuna bile yalan söylemenin hiçbir
sakıncası olmadığını savunur. Ama eğer yalan birinin maddi ya da manevi anlamda
zarar görmesine neden olursa ya da daha da önemlisi çıkarlarına dokunacak
olursa, bu durumda yalanın aslında pek de iyi bir şey olmadığı konusunda fikir
yürütmeye başlarlar. Sonuçta yalan, cahiliye toplumunda insanların hem kendi
uyguladıkları hem de rahatsızlığını duydukları bir davranış bozukluğudur. Ama
dünyadaki zararından çok ahirette kişiye vereceği zarar önemlidir.
Allah "… yalan söz söylemekten de kaçının"
(Hac Suresi, 30) ayeti ile insanları yalan söylemekten men etmiştir. Ayrıca "Yalanı,
yalnızca Allah'ın ayetlerine inanmayanlar uydurur…" (Nahl Suresi, 105)
ayeti ile de yalan söyleyen insanların nasıl bir inancı olduğunu da haber
vermiştir.
Nitekim, Allah'a kesin bilgiyle iman eden, Kuran ahlakını
uygulayan kişilerden meydana gelen bir toplumda yalan söylemenin gerekçesi
oluşmaz. Örneğin cahiliye ahlakında, kişi hata yaptığında bunun bilinmesini
istemez ve örtbas etmek için yalan söyler. Veya gerçek dost olmadığı insanlara
kendisini dost gibi göstermek için yalan söyler, menfaat ve çıkar elde etmek
için insanları aldatmak amacıyla yalan söyler. Mümin ise hata yaptığında bunu
gizlemek yerine o hatadan vazgeçme ya da oluşturduğu tahribatı telafi etme
yoluna gider. Gerçekten dost olmadığı, fikirlerini, yaşantılarını benimsemediği
insanlarla samimi dostluklar kurmaz, sadece Allah'ın razı olacağı insanlarla
beraber olur. İnsanlara menfaat ve çıkar beklentisi için yaklaşmaz. Görünenin
ve bilinenin dışında gizli bir yönü ya da gizli bir hayatı yoktur; bu sebeple
bu konuda yalan söyleyecek bir şeyi olmaz. Bu ahlak sayesinde de mümin hayatı
boyunca kendi gerçek karakterini yaşamanın rahatlığını tadar.
Basitlik
Cahiliye kültüründe yaşanan basitlik, toplumun sadece
belirli bir kesimine has bir durum değil aksine çok sık rastlanan bir tavır
bozukluğudur. Fakat çoğu insan bu durumu üzerine alınmaz ve basitliği sadece,
düşük kültürlü, görgüsüz ve cahil insanlara mal etmeye çalışır. Oysa ki bu
tavır her kültürde farklı örneklerle yaşanmakla beraber, temelde aynı mantığın
birer ürünüdür; zekası, kültürü ve tahsili her ne olursa olsun cahiliye
ahlakını üzerinde barındıran her insanda görülen bir tavırdır.
Basitlik aslında cahiliye ahlakı olarak tanımladığımız tüm
tavırları kapsayan kötü bir yaşam şeklidir. Basitliği bir kez kabul eden bir
insan, yeri geldiğinde cahiliye ahlakının her türlü ilkelliğini yaşayabilecek
bir eğilim gösterir. Örneğin menfaatleri ve çıkarları doğrultusunda zaman zaman
yalan söyleyebilir, tamahkar bir tavır gösterebilir, kıskanç, sinirli ya da
bencil bir yapı sergileyebilir. Burada basitliğe asıl temel oluşturan ölçü,
kişinin dünya hırsı ve çıkarları doğrultusunda asil ve güzel bir ahlaktan
kolaylıkla ödün verebiliyor ve cahiliye tavırlarını tereddütsüz kabul ediyor
olmasıdır.
Bu bakış açısıyla basitliğin ilk çıkış noktasına
döndüğümüzde bunun, tüm diğer tavırlar gibi çocukluk yıllarına dayandığını
görürüz. Ailesinden "hocana hediye götür, aranı iyi tut", "yemek
sıranı kimseye kaptırma, hemen en öne geç", "başka çocuklara sakın
yiyeceğinden verme", "olur olmaz herkese yardım etme, enayi konumuna
düşersin", "paranı aç olan olsa bile kimseye ödünç verme, herkesin
ailesi var, onlar versin", "babana bile güvenme" gibi telkinleri
alarak yetişen insanlar, hayatın böylesine basit bir mantık üzerine kurulduğuna
inanmaya başlarlar. Bundan sonraki tüm hayatları, temelini aldıkları bu ruhun
gelişmiş örnekleriyle doludur. Örneğin iş hayatına atıldıklarında, alt
kademelerde çalışanlara diklenen, emirler yağdıran şirket müdürleri, şirketin
sahibi geldiğinde bir anda ezik, şahsiyetsiz ve gariban bir havaya bürünürler.
O şahsiyetli insan gitmiş, yerine patronun gözüne girebilmek için olmadık
"yağcılıklar" yapan bir insan gelmiştir. Böyle insanlar, azarlanmayı,
aşağılanmayı, küçük düşürülmeyi göze alırlar ve bundan hiçbir şekilde
"gocunmazlar".
Oysa ki söz konusu kişilerin çoğu üniversite mezunu,
kültürlü insanlardan oluşmaktadır. Ama onlar da yükselebilmek için bunları
yapmak zorunda olduklarına, bunların hayatın birer gerçeği olduğuna inanırlar.
Bunun basitlik olduğunu bilir ama soranlara da "bu zamanda işler böyle
yürüyor" diye cevap verirler. "Günün birinde zorda kalırsak ya da
torpil yaptırmamız gerekirse bize yardım edecek, arkamızı dayayacağımız biri olsun"
düşüncesiyle bu insanlara senelerce "yağcılık" yaparlar. Bununla
birlikte burada asıl saygı gösterdikleri, patronlarının şahsı ya da kişiliği
değil, parası, makamı ve itibarıdır.
Aynı ahlakı ev hayatlarına da taşırlar. Söz gelimi
istemedikleri bir dostları misafirliğe gelmek istediğinde, telefonda alelacele
bir yalan uydurur ve gelmemeleri için evde olmayacaklarını söylerler. Kimi
zaman da kapıları çaldığında evde yok havası vermek için, ses çıkarmadan
misafirin gitmesini beklerler. Misafir ağırlamayı bir külfet olarak görür ve
misafir daha gelmeden "durduk yere iş çıktı başımıza" gibi bir
mantıkla konuşmalar yaparlar. Tüm bunlara rağmen bir misafir ağırlıyorlarsa da,
mümkün olduğunca ucuza mal etmeye çalışır ve ara ara "ne zaman gidecekler"
diye arka odalarda söylenirler. Gider gitmez de arkalarından onları
"çekiştirmeye" başlarlar. Yüzlerine karşı farklı, arkalarından farklı
bir tavır göstermenin basitlik olduğunu çok iyi bilir ama buna rağmen bunu
uygulamaktan hiç çekinmezler.
Bu çirkin ahlak hayatın her aşamasında kendini gösterir.
Örneğin otobüste daha iyi bir yer kapabilmek için, küçük büyük demeden herkesi
iterek otobüse hücum etmekte hiçbir sakınca görmezler. Ya da kendileri çok
sağlıklı ve genç oldukları halde, yaşlı ya da hasta birinin ayakta kalmasını
umursamadan "pişkin" bir tavırla oturmaya devam ederler. Yine aynı
şekilde bedava yiyecek dağıtan bir yer gördüklerinde, ihtiyaç içinde
olmadıkları, isteseler evlerinde çok daha iyisini bulabilecekleri halde bu
basitlik isteğine yenilir ve açgözlülükle oraya hücum ederek "tıka
basa" yerler. Gittikleri alış veriş merkezlerinde eşantiyon olarak
dağıtılan malzemelerden bol bol alabilmek için defalarca sıraya girer,
çocuklarını da ayrıca sıraya sokarak bu imkandan maksimum istifade etmeye
çalışırlar. Başkalarının bu çıkarcılıklarına şahit olmalarını da umursamazlar.
Çünkü bu, kendi ilkel mantıkları için dünya hayatını daha iyi yaşamanın bir
yoludur. Aksine kendilerini "uyanık", basitliğe tenezzül etmeyen
insanları "enayi" olarak nitelendirirler.
Oysa ki, "uyanıklık" diye ifade ettikleri şey,
çıkarcılık ve bencillikten başka bir şey değildir. Yine aynı şekilde
"enayi" tanımlamasını yaptıkları kişiler de bu ahlaka tenezzül
etmeyen onurlu insanlardır.
Kuran'ın sunduğu ahlak modelini yaşayan insan ise en üstün
ve en asil tavrı ortaya koyar. Bu ahlakı üzerine alan bir insan ruhunda
küçüklüğe hiçbir zaman izin vermez. Şartlar ne olursa olsun, dünya hayatının
çıkarları için ahlakından ödün vermeye asla tenezzül etmez.
Özenti ruhu
Cahiliye toplumunda sıkça rastlanılan bir özellik de "özenti ruhu"dur.
Cahiliye insanlarının kendi üzerlerine kondurmayıp başkalarına atfederek, kimi
zaman kınayarak kimi zaman da küçümseyerek bahsettikleri bu özelliğe pek çok
kimsede rastlanabilir.
İdeal modelin ne olduğunu ise, her konuda olduğu gibi
kendileri değil, cahiliye toplumu belirler. Din ahlakından uzak olan bir
toplumda "kaliteli" olabilmek için sahip olunması gereken özellikler
herkes tarafından bilinmektedir; iyi bir tahsil yapmış olmak, yabancı dil bilmek,
sık sık yabancı ülkelere seyahat etmek, kaliteli eğlence yerlerine gitmek,
marka kıyafetler giymek, son model arabalara sahip olmak, sınırsızca para
harcamak ve tüm bunları sık sık dile getirmek… İşte cahiliye toplumunun
özendiği model budur. (Bu arada belirtmek gerekir ki iyi bir tahsil görmek,
yabancı dil bilmek tabii ki güzel özelliklerdir, ama bu insanların hatası bu
özelliklerini kendilerince "hava atma" unsuru olarak
kullanmalarıdır.)
Ancak çoğu insan için bu standartlarda bir yaşam
sürdürmek mümkün olmaz. İşte "özenti ruhu" da bu noktada ortaya
çıkar. Bu hayatı elde edemeyen kimi insanlar, hiç olmazsa bunun taklidini
yaparak bu anlayışa sahip insanlar arasında itibar elde etmek isterler.
Özenti ruhunun günlük hayattaki yansımalarına
baktığımızda, çok geniş bir çeşitlilikle karşılaşırız. Söz gelimi en az bir,
mümkünse birkaç yabancı dil bilmek, cahiliyenin ilkel "kalite"
anlayışında ilk sıralarda yer alır. Ancak bunu ifade etmedeki sözde
profesyonellik de, en az yabancı dil bilmek kadar önemlidir. Konuşurken ara ara
yabancı kelimeler kullanmak, özellikle de Türkçe yerine yabancı dilde konuşmaya
daha aşina olunduğu havasını vermek için Türkçeyi hatırlayamıyormuş gibi yapmak
ya da yabancı kelimeleri abartılı bir aksanla kullanmak cahiliye toplumunda
"havalı" sayılan, ancak çok küçük düşürücü ve basit bir tavırdır.
Böyle yapılınca karşı tarafta bir anda pek çok imaj birden uyandırır. Öncelikle
bu kişi muhtemelen yabancı dilde eğitim veren özel ve pahalı bir kolejde
okumuştur. Dolayısıyla zengin bir aileden gelmektedir. Kelimenin Türkçesi'ni
hatırlayamadığı halde, yabancı dildeki karşılığını hemen bulması ise, onun
yabancı dile daha alışkın olduğunu göstermektedir. Öyleyse büyük olasılıkla ya
tahsilini yurt dışında tamamlamış, ya uzun seneler yabancı ülkelerde yaşamış,
ya da sık sık yurt dışı seyahatlerine çıkmıştır.
Oysa ki çoğu zaman, çevrelerine kendilerini bu imajla
tanıtmaya çalışan insanlardan bazılarının doğru düzgün tek bir yabancı dil bile
bilmediklerini, zengin bir aileye mensup olmadıklarını ve hayatlarında bir kez
olsun yurt dışına çıkmadıklarını görürüz.
Özenti ruhu sadece yabancı kelimeler kullanmakla ortaya
çıkmaz elbette. Bu kimseler, geçirdikleri bir kazayı bile hava atma vesilesi
olarak kullanmaya çalışırlar. Örneğin yolda yürürken bileklerini incitirler ama
çevrelerine "hava atabilmek" amacıyla, kayak yaparken ayaklarını
kırdıklarını söylerler. Bu onlar için gerçekten de bulunmaz bir fırsattır. Öyle
ki bazen alçıya alınması zaruri olmadığı halde, sırf görenlerin "bacağına
ne oldu?" sorusunu sormaları ve böylece kendilerince sükse yapacakları bir
cevap verebilmek için bu yönteme başvuranlar olabilir. Bunun dışında alçılı bir
kol ya da bacak, üzerine atılan imzalar ve yazılan kısa mesajlar nedeniyle de
son derece önemlidir. Mesajların sayısı artıkça etrafa ne kadar
"popüler" bir insan olduklarını kanıtladıklarını düşünürler. Çoğu
zaman bronzlaşmalarının altında da yine bu özenti ruhu yatar. Tatilden
döndüklerinde herkesin "nerede yandın böyle?" diye sorması, kendince
hava atmak için ideal bir imkan oluşturur.
Sadece birkaç tanesini ele aldığımız bu özellikler bile,
cahiliye toplumunda yaygın olan özenti ruhu hakkında fikir sahibi olmamızı
sağlamaktadır. Elbette bu örneklerde sergilenen tavırların tek başına bir
anlamı yoktur. Kelimeleri aksanlı söylemenin, yabancı terimler kullanmanın hiç
kimseye bir zarar getirmeyeceği açıktır. Ancak bu noktada önemli olan,
insanların içlerinde taşıdıkları, dünyaya yönelik "özenti"dir.
Dünyada geçici süre bulunduğunu, ölümün yakın olduğunu düşünen aklı başında,
şuuru açık bir insan, bunların hiçbirinin ahirette bir üstünlük veya fayda
sağlamayacağını anlar. İşte cahiliye toplumu insanlarının eksikliği bu
yöndedir. Bu insanlar asılsız ve boş emellerle oyalanmakta ve hayatlarının asıl
gayesini unutmaktadırlar.
Üstünlüğü, cahiliye toplumunun belirlediği "kalite
anlayışı"nda aramak ise, insanı sonu gelmeyen yorucu bir yarış içine
sokar. Özendikleri modele yetişmek için türlü kalıplara girmeleri ve bu uğurda
ahlaki değerlerini bir kenara bırakmaları gerekir. Bunun sonucunda ise ellerine
geçen hiçbir şey olmaz. Hatta çoğu zaman, hayranlıkla peşinden koşturdukları
kimseler de onları "özenti" diye nitelendirerek küçümseyebilir.
Kuran'ı ve Peygamberimiz (sav)'in sünnetini rehber edinen
inananlar, cahiliye toplumunun, ne kadar boş bir uğraş içinde olduğunun en
başından beri bilincindedirler. Bu nedenle de hiçbir zaman Kuran'da tavsiye
edilenler dışında özendikleri bir model olmaz. Dünyanın en zengin, en güzel, en
kültürlü ya da en bilgili insanı dahi olsalar, bunları hiçbir zaman için bir
üstünlük vesilesi olarak değerlendirmezler. Tüm bunların kendilerine Allah'ın
vermiş olduğu nimetler olduğunu bilerek, bu imkanlardan en iyi şekilde istifade
eder ve Rabbimize şükrederler. Ama bunun dışında insanlara karşı bir üstünlük
yarışına girmeye asla tenezzül etmezler. Çünkü Allah ayetinde asıl üstünlüğün
insanların takvalarında gizli olduğunu bildirir. Müminin bunun dışında
özeneceği ve yetişmeye çalışacağı hiçbir ölçü ve kriter yoktur. İnsan, hayatı
boyunca hiçbir zaman marka bir giysi giymemiş veya bir kere bile yurtdışına
çıkmamış ya da tek bir yabancı dil bile öğrenmemiş olabilir. Ancak bunların
hiçbir önemi yoktur, Allah Katında en üstün olan kişi, takvaca en ileride
olandır:
... Şüphesiz, Allah Katında sizin en üstün olanınız,
takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah,
bilendir, haber alandır. (Hucurat Suresi, 13)
Kabadayı tavrı
Cahiliye toplumunun üstün olabilmek ve güçlü görünebilmek
için geliştirdiği bir başka kötü özellik de "kabadayı tavrı"dır.
Ancak kabadayı deyince akla yalnızca halk arasında bilinen anlamıyla sokak
aralarında serserilik yapan kişiler gelmemelidir. Burada ilk olarak vurgulanmak
istenen, o bilinen kabadayıların tavrının, toplumun çeşitli kesimlerine ne
şekilde yansıdığıdır. Çünkü bu, en zengininden en fakirine, en görgülüsünden,
en eğitimlisinden en cahiline kadar, kadın erkek demeden, Allah korkusu olmayan
her insanda ortaya çıkabilen çirkin bir özelliktir.
Bu kültürü, her ne olursa olsun altta kalmayı kabul
etmeyen, hep haklı çıkma iddiasında bulunan kimselerde yoğun olarak görmek
mümkündür. Bu insanlar kimsenin kendilerine fikir vermesine hatta sadece
yönlendirmesine dahi tahammül edemezler. Bulundukları ortamda her zaman için
tek söz sahibi kişi olmak isterler. Bu sistemi kurabilmek için de, kabadayı
ruhunu yansıtan bir karakter geliştirirler. Böyle bir kimsenin etrafına verdiği
imaj, eğer üzerine gidilecek olursa her an kontrolden çıkabileceği ve akla
gelebilecek her türlü şeyi yapabileceği şeklindedir. Bu nedenle bu mesajı alan
çevresi de, böyle bir insandan çekinir. Başkalarına rahatlıkla
söyleyebilecekleri bir sözü ya da hiç düşünmeden uygulayabilecekleri bir tavrı,
kabadayı ahlakını hissettiren bir insana kolay kolay yapamazlar. Öyle ki, küçük
büyük demeden, en zengininden en mertebeli insana kadar herkes bu kimseden
ciddi anlamda korkar. Nitekim bu kişinin oluşturmak istediği etki de budur
zaten; insanların kendisinden çekinmesi ve bundan dolayı da hiçbir şeyine
karışmaya kalkışmamaları. Ama tabii ki bu kişiye karşı duyulan çekingenlik
saygıdan kaynaklanmaz. İnsanlar bu kişiye sayıgı gösteriyormuş gibi davranırlar
ama aslında içten içe nefret besliyorlardır. Ve ellerine geçen ilk fırsatta da
yaptıklarının karşılığını vermek için bekliyorlardır.
Başta da belirttiğimiz gibi bir de gerçek anlamda
kabadayılar vardır. Bu kişiler de insanlar üzerinde ciddi anlamda bir çekinme
ve korku hissi uyandırırlar. "Peki bu insanlar böylesine ciddi bir etkiyi
nasıl olur da oluştururlar?" diye soracak olursanız, bunun halk arasında
"gözü kara" diye ifade edilen tavırla elde edildiğini söyleyebiliriz.
Elbette dünyevi hiçbir kayıptan korkmamak ve Allah'a kul ve dost olmak için
gözü kara olmak çok güzel ve övgüye layık bir tavırdır. Müminler Allah yolunda
cesur ve kararlı insanlardır ve sadece Allah'tan korkarlar. Ancak cahiliye ahlakında
kast edilen bu gözükaralık asla olumlu manada değildir ve "delilik"
derecesindedir. Böyle bir kimse hiçbir şeyden, hiç kimseden korkmadığını, bu
nedenle de hiçbir kural tanımayacağını, "aklına her eseni"
yapabileceğini sürekli hissettirir. Tanımadığı bu kurallar arasında kişisel
haklardan, toplumsal kurallara, devletin kanunlarına kadar her türlü prensip
yer alabilir.
Böyle bir insanın öfkelendiğinde, öfkesini yenmek gibi
bir özelliği yoktur. Aksine sinirlendiği zamanlarda bu ahlakını çok daha kapsamlı
olarak yaşayabileceği için, genellikle herşey yolunda gitse, çok huzurlu ve
neşeli ortamlar içerisinde bile olsa, o hep sebepsiz bir öfke ve kin
içerisindedir.
Çevresine asıl korku salan şey de, onun bu sebepsiz
öfkesi ve her zaman ters olan tavırlarıdır. Bazen yalnızca bakışlardan bile
rahatlıkla anlaşılan bu ters tavırlar, karşı tarafın hemen toparlanmasına ve bu
kimsenin öfkesine hedef olmamak için aşırı derecede "yaranmaya"
çalışmasına neden olur. Bu da, kabadayı kültürünü yaşayan kimsenin hedeflediği
sonuçlardan biridir. Ancak bu şekilde kendince herkesten üstün ve güçlü
olduğunu hissedebilir. Kabadayı ruhunu
yaşayan kimse çevresindeki insanlara en yakınları bile olsa, maddi manevi
şiddet uygulamaktan kaçınmaz. Kapıları çarpmak, tehditler savurmak, kin dolu
bakışlarla bakmak, terslemek, taşkınlık dolu el kol hareketleriyle çıkışmak,
bağırıp çağırıp azarlamak, hakaret etmek, aşağılayıp küfür etmek, sövüp saymak
bu ahlakın sadece sözlerde dışa vuran yansımasıdır.
Bunun yanında korku salmakta kullandıkları en büyük
silahları ise fiziksel şiddettir. Bu karanlık ruhu yaşayan insanların şiddete
başvurma konusunda da hiçbir sınırları yoktur. Çünkü onlar bunu amaçsızca,
sadece başkalarını aşağılayarak kendi üstünlüklerini hissettirmek ve güç
gösterisi yapmak için uygularlar. Üzerlerindeki bu pervasızlık, ağır yaralamayı
hatta cinayet işlemeyi dahi normal karşılayacak niteliktedir. Bu ruhtaki
insanların çoğu, herhangi bir sorunla karşılaştıklarında, karşılarındaki kişi,
eşleri, çocukları bile olsa konuyu konuşarak halletmektense, direk olarak
saldırarak halletme yoluna giderler. Çoğu zaman da hızlarını alamayarak ciddi
tahribatlar oluştururlar. Ancak hem sözlü hem de fiili olarak uyguladıkları bu
tavırlarıyla çevrelerinde "nefret dolu" da olsa cahilce bir saygı
oluşturmayı başarırlar. Elbette ki bu saygı, korku dışında hiçbir anlam
içermez.
Oysa Allah Kuran'da kesin bir adaleti emretmiş her türlü
zulüm ve zorbalığı da kınamış ve yasaklamıştır:
Şüphesiz Allah, adaleti, ihsanı, yakınlara vermeyi
emreder; çirkin utanmazlıklardan (fahşadan), kötülüklerden ve zorbalıklardan
sakındırır. Size öğüt vermektedir, umulur ki öğüt alıp-düşünürsünüz. (Nahl
Suresi, 90)
Biz bunlardan önce nice nesiller yıkıma uğrattık ki
onlar, zorbaca yakalamak (yakıp-yıkmak, baskı ve şiddetle yönetmek, sindirmek)
bakımından kendilerinden daha üstündüler; şehirlerde (yerin üstünü altına
getirip, sayısız kazı, inşaat ve araştırmalarla her yanı) delik-deşik
etmişlerdi. (Ama) kaçacak bir yer var mı? (Kaf Suresi, 36)
... İşte Allah, her mütekebbir (büyüklük taslayan)
zorbanın kalbini böyle mühürler. (Mümin Suresi, 35)
Şunların hiçbirine itaat etme: Yemin edip duran,
aşağılık, alabildiğine ayıplayıp kötüleyen, söz getirip götüren (gizlilik
içinde söz ve haber taşıyan), hayrı engelleyip sürdüren, saldırgan,
olabildiğince günahkar, zorba-saygısız, sonra da kulağı kesik... (Kalem Suresi,
10-13)
Unutulmaması gereken bir nokta ise, bu ahlakın kadın
erkek demeden Allah'tan korkmayan pek çok kimsede görülebileceğidir. Cahiliye
toplumunda "kabadayı" denince akla ilk gelen kişiler
"erkekler" olur. Oysa ki, her ne kadar adı koyulmamış olsa da, bazı
kadınlar da bu çirkin ahlakı imkanları elverdiğince yaşarlar. Söz gelimi
sosyeteye mensup bir kadının bu cesaretinin altında parasına, ya da itibarına
olan güveni yatar. Karşısındaki insanları her ne pahasına olursa olsun
küçümser. Ya da sözde itibar sahibi olduğu için, karşı tarafın saygı göstermek
zorunda olduğunu, aksi takdirde elinde bulundurduğu imkanlarıyla onlara gereken
karşılığı verebileceğini düşünerek pervasızlaşır. Bu nedenle de aksilik
çıkartmaktan, terslemekten ve çevresindeki insanları aşağılamaktan hiç
çekinmez.
Kenar mahallelerde ise durum çok daha farklıdır.
Kabadayılığı yaşayan insanlar arasında yetiştiği ve hatta belki de babası,
kocası, oğulları da bu kimselerden oluştuğu için, burada yaşayan bir kadın,
kabadayı ahlakını her yönüyle yaşar. Bağıra çağıra mahalle aralarında dolaşmak,
küfürler savurarak tartışmak kadar, mahallenin diğer kadınlarıyla ya da
gençleriyle "saç saça baş başa" kavga etmek de bu kadınlar için
oldukça olağan bir durumdur. Bu şekilde, kendisinden çekinillmesi gereken
insanlardan olduğunu ve kendisine karşı "hata yapılmaması"
gerektiğini çevresine hissettirmeye çalışır.
Cahiliye toplumunda bir de, bu ruhu yaşayan insanların kendi
aralarında bir "üstünlük yarışı" söz konusudur. Kabadayı olabilmek
için izlenmesi gereken yöntemler, yapılması gereken uygulamalar ve yerine
getirilmesi gereken görevler vardır. Bu unsurların en önemlilerinden biri
tavırlarıdır. Konuşma, yürüme, el-kol hareketleri, bakış, duruş, belli bir
tarzda olmalıdır. Yan yürüme, yukarıdan ve kaş kaldırarak bakma bunlardan
birkaç tanesidir. Özel bir konuşma tarzı benimsenmeli, belirli kelimeler
kullanılmalı, kalıplaşmış hitaplar tercih edilmelidir. Birtakım aşırılıklar
yapmak ve bu tip konularda korkusuz olmak da başlıca özelliklerindendir.
Kendisini bu "mertebeye yükseltecek" bir "sabıkasının"
olması şarttır. Cinayet işlemek, adam yaralamak, kavga etmek, sarhoş olup olay
çıkarmak gibi her türlü şiddet unsuru, söz konusu bu kabadayılık yarışında,
kişileri öne geçiren detaylardır. Tüm bu özellikleri kim üzerinde daha çok
barındırıyorsa, aralarında "en kabadayı" olanın o kişi olduğuna
inanırlar. Ve kendi aralarında bu kimseye karşı anlamsız bir saygı duyarlar.
Oysa bu insanlar, Kuran'da bize öğretilen ahlaka göre,
"yeryüzünde haksız yere bir büyüklenme" içindedirler. Tüm gücün
Allah'a ait olduğunu ve O'ndan bağımsız hareket edemeyeceklerini kavrayamazlar.
O'na "muhtaç" olduklarını düşünmezler. Bu nedenle doğruyu yanlıştan
ayırt edemezler. Onlar doğru yol yerine "azgınlık" yolunu
benimsemektedirler:
Yeryüzünde haksız yere büyüklük taslayanları ayetlerimden
engelleyeceğim. Onlar her ayeti görseler bile ona inanmazlar; dosdoğru yolu da
görseler, yol olarak benimsemezler, azgınlık yolunu, gördüklerinde ise onu
yol olarak benimserler. Bu, onların ayetlerimizi yalanlamaları ve onlardan
gafil olmaları dolayısıyladır. (Araf Suresi, 146)
...Onların göğüslerinde kendisine ulaşamayacakları bir
büyüklük (isteğin)den başkası yoktur... (Mümin Suresi, 56)
Bu seçimlerinden dolayı da dünyada adeta cehenneme benzer
bir ortam oluştururlar. Bu ortamda yaşamlarını sürdürürken aslında kendi
elleriyle kendilerine zulmetmektedirler. Ama bu gerçeği bir türlü göremezler.
Kuran ahlakını yaşayan insanlar ise onların karanlık
ruhundan tamamen uzaktırlar. Herşeyden önce Allah'a karşı acizliklerini tam
olarak bildikleri için, "büyüklük" iddiası içerisinde değillerdir.
Sürekli itidalli ve dengeli bir tavır sergiler ve bu sayede her zaman yanlarında
rahat edilen insanlar olurlar. Ayrıca üstünlüğün "cahiliye
tavırlarıyla" ya da "şiddetle" değil, "takva" ve
"güzel ahlak" ile elde edilebileceğini bilirler. Hiçbir zaman tek söz
sahibi olma saplantısı içerisine girmezler. Ayette belirtildiği gibi her zaman "doğru
olana" uyarlar. Allah inananlara hoşgörüyü, adaleti emretmiştir:
Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve
insanlar adaleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizanı
indirdik... (Hadid Suresi, 25)
Biz onların neler söylediklerini daha iyi biliriz. Sen
onların üzerinde bir zorba değilsin; şu halde, Benim kesin tehdidimden
korkanlara Kur'an ile öğüt ver. (Kaf Suresi, 45)
Şüphesiz Allah, size emanetleri ehline (sahiplerine)
teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi
emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor!.. Doğrusu Allah,
işitendir, görendir. (Nisa Suresi, 58)
CAHİLİYENİN KORKULARI VE SAPLANTILARI
Cahiliye
toplumu insanları, tek mutlak gücün Allah'a ait olduğu gerçeğini kavrayamazlar
ve bunun sonucunda da herşeyden ayrı ayrı korkarlar. Bu korku onlara hayat boyu
süren bir sıkıntı ve zorluk getirir. Karşılaştıkları her olay onlar için bir
tedirginlik sebebidir. İnsanlar onlar için başlı başına bir korku kaynağıdır;
her an herhangi birinden kendilerine zarar gelebileceğini düşünürler. Aynı
şekilde doğa olayları da korku duydukları bir başka konudur. Depremin, selin,
kasırgaların başıboş olaylar olduğunu zannederler.
Kuran'da, Allah'a iman edip sadece O'ndan korkmak yerine,
çeşitli sahte ilahlar edinen insanların durumlarıyla ilgili şöyle bir örnek
verilmiştir:
Allah (ortak koşanlar için) bir örnek verdi: Kendisi
hakkında uyumsuz ve geçimsiz bulunan, sahipleri de çok ortaklı olan (köle) bir
adam ile yalnızca bir kişiye teslim olmuş bir adam. Bu ikisinin durumu bir
olur mu? Hamd, Allah'ındır. Hayır onların çoğu bilmiyorlar. Gerçek şu ki, sen
de öleceksin, onlar da öleceklerdir. Sonra şüphesiz sizler, kıyamet günü
Rabbinizin huzurunda davalaşacaksınız. (Zümer Suresi, 29-31)
Ayette bildirildiği gibi, cahiliye toplumunun pek çok
sahte ilaha sahip insanları, "sahipleri çok ortaklı olan köle bir
adam" gibi, kendi oluşturdukları sayısız korku ile yaşarlar. Evlenememek,
çocuk sahibi olamamak, hastalanmak, çirkinleşmek, yaşlanmak, başkalarına muhtaç
konuma gelmek, iflas etmek, işten çıkarılmak, parasız kalmak, aç kalmak
cahiliyenin binlerce korkusundan sadece birkaçıdır. Bunların yanında bir de
saplantı haline getirdikleri batıl inançları vardır. Söz gelimi karanlıktan
korkarlar, merdiven altından geçemezler, kara kediye bakamazlar...
İlerleyen sayfalarda cahiliyenin geliştirdiği bu
korkuların çeşitlerini ve kendilerine hem dünyada, hem de ahirette getirdiği
kayıpları inceleyeceğiz.
İhanete uğrama
korkusu
Cahiliye insanları, eşleri, çocukları, anneleri, babaları
da dahil olmak üzere çevrelerindeki hiç kimseye güvenemezler. Herkesin
gerektiğinde menfaatleri uğruna kendilerine ihanet edebileceğini düşünürler. Bu
korkularında aslında haklıdırlar da. Çünkü yaşadıkları sistem Kuran ahlakına uygun
olmayan batıl bir sistemdir.
Kuran ahlakının uygulanmadığı yerde ise, gerçek anlamda
güvenilirlik, sadakat ya da vefa gibi ahlaki özellikler yaşanmaz. Bu özellikler
ancak Allah korkusu ve ahiret inancıyla ortaya çıkar. Cahiliye insanları Kuran
ahlakının sunduğu güven ortamını yaşayamadıkları için hayatları boyunca
"ihanete uğrama korkusu"yla yaşarlar. İhanete uğramalarını önlemek
için kendi akıllarınca aldıkları en iyi tedbir, kimseye güvenmemektir. Bunu
ifade etmek için kullandıkları deyimlerden biri de "bu devirde babana bile
güvenme" sözüdür.
Bu söze uyar ve kendilerinden başka kimseye itimat
etmezler; ancak bu onların ihanete uğramalarını engellemez. İhanet örneklerine
gazetelerde, TV kanallarında sıkça rastlanır. Söz gelimi bir işadamı, küçük bir
resmi işlem için verdiği vekaletname ile, karısının tüm malını mülkünü kendi
üzerine geçirerek kendisini terk ettiğine şahit olur. Ya da iş ortağı kendisini
dolandırmış, tüm malını mülkünü üzerine geçirerek ülke dışına çıkmıştır. Kimi
zaman çocukları bile kendi öz babalarını dolandırmaya yeltenebilir.
Bu örnekler kuşkusuz ki sayısız denecek kadar çoktur.
Cahiliye insanları da toplumun her kesiminde bunlara sıkça rastladıkları için,
her an aynı şeylerin kendi başlarına da gelebileceğini düşünerek büyük bir korku
duyarlar.
ŞÜPHECİLİK, ALLAH SEVGİSİNDEN UZAKLAŞMIŞ
OLMANIN GETİRDİĞİ BİR BELADIR
ADNAN OKTAR: Kuran ahlakıyla tam yaşamış olsalar, cennete
döner ortalık. Niye birbirimize selam vermiyoruz dışarıda? Niye güzel bir şey
gördüğümüzde ona bakmıyoruz? Ben mağazalara gidiyorum, bakıyorum mesela çok
güzel şeyler var, insanı çok ilgilendiren şeyler var. Bir kısım insanlara
bakıyorum adeta bir robot. Çok anlamsız gözlerle gidiyor. Belediye çok güzel
çiçek çalışmaları yapmış, çiçek tarlaları yapmış. Bir tane bakan insan
görmüyorum. Halbuki hepsi çok nefis varlıklar onların, çok çok güzel şeyler.
İnsan saatlerce baksa doymaz onlara. İlgilenmiyorlar. Haberi yok. Onu hiç
ilgilendirmiyor çiçeğin güzelliği, çocuğun güzelliği. Minik, çok şahane, güzel
çocuklar oluyor, göz temasına bile geçmiyor, basıp geçiyor adamlar. Nasıl
oluyor bu? Halbuki Allah'a hamdetmek lazım değil mi? Ailesini tebrik etmek
lazım, "Allah'a hamd olsun, Allah size ne güzel çocuk vermiş" demek
lazım.
Bir mağazaya
girdiğinde insan selamla girer, hal hatır sorar. Kavga eder gibi gidiyorlar
mağazalara. Ben geçenlerde bir mağazaya girmiştim. Bütün herkes gerilmiş. Bir
tane adam oturmuş böyle psikopat belli suratından. Müthiş gerginler. Onu
beğenmiyor, ters konuşuyor, onu getiriyorlar onu da beğenmiyor, onlara da ters
konuşuyor böyle rencide edici bir üslubu var. Adam gittikten sonra birden
neşeleri geldi. Birden açıldılar, sevinç duydular. "Hocam" dediler
"bunlar, bu kıyafetler size layık" vs. dediler, ima ettiler bu tip
insanlara layık değil gibisinden. Zaten o insanlar 5-6 metrekarelik bir yerde
yaşıyorlar. Bunların huzurunu bozmanın alemi ne? Yani orada ahlaksızlık
yapmanın alemi ne? Gelen insan oradaki insanların mutluluk dağıtmasını
düşünmesi lazım. Çünkü onlar bizler için oradalar ve emek veriyorlar, Allah
rızası için değil mi? ... Hayır, dünyanın kanunu budur diye biliyorlar. Küfri
ahlakta, Kuran dışı ahlakta başka türlü yaşayamazsın. Babana dahi
güvenmeyeceksin lafı var, çok büyük bir ahlaksızlıktır bu, çok korkunç bir
ifade. Ne demek babana dahi güvenmeyeceksin? Niçin güvenmeyelim? Bizim güvendiğimiz bir sürü dostlarımız olsun,
sevdiklerimiz olsun. “Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın”. Ne demek bu? Sana
dokunmuyorsa birçok mazluma dokunacaktır o. O yılanı mutlaka yok etmemiz
gerekir. Kültürel yönden
ilmi yönden telkinle mutlaka yok etmemiz gerekir. Böyle çirkin, egoistliği,
bencilliği teşvik eden çok fazla toplumda söz var. Bunlarla eğitildikleri için
insanlar egoist, bencil yaşamanın dışında yaşanamayacağını düşünüyorlar. Allah
esirgesin en uç iddia olarak, çok çirkin bir iddiadır bu, hani “ölmemek için
öldüreceksin” mantığı ve herkese karşı bir kurt, bir çakal ruhuyla hareket
ediyorlar. Önüne geleni adeta böyle ezmek, onları rencide etmek sanki şartmış,
kanunmuş gibi düşünüyorlar. Böyle mutlu
olabileceklerini, böyle makul yaşayabileceklerini, mutlu da değil de, canlı
kalabileceklerini düşünüyorlar. Allah hiçbir şekilde huzur vermiyor o zaman.
Çünkü tekrar söylüyorum, en büyük nimet ellerinden alınıyor. Tutku ve derin
sevme gücü ellerinden alınıyor. Artık biyolojik varlığı kalmış oluyor. Yani
bir sığır gibi bir varlık hayvan gibi bir varlık ortalarda geziniyor. İşte
gidiyor sandviç alıyor, onu yiyor, alıyor onu yere atıyor, millete ters laf
konuşuyor, bir şeyler yapıyor, tehditkar bir üslubu var, her laftan şüphe
ediyor… Bir kere muazzam bir şüphecilik yayılmış bu çok korkunç bir şey. Nedir
bu böyle? O şekilde yaşanır mı? Bu şüphecilik nedir böyle? Daha nasılsın desen,
altında çapanoğlu arıyor. Öyle olur mu? Sevgi, ilgi, alaka gösterdiğinde şüphe;
dostluk gösterince şüphe; selam verince şüphe… Böyle şey olmaz, böyle hayat
olmaz. Mutlaka güvene dayalı, sevgiye dayalı, şefkate dayalı bir yapı olması
lazım. Bu da ancak Kuran ahlakıyla olur, Kuran’da ittifak etmekle olur
inşaAllah. Aslında tabi bir eğitim sorunu bu. Önce Kuran’ı sevdirmek,
Peygamberimiz (sav)'i sevdirmek, Peygamberleri sevdirmek, din ahlakının gerçek
olduğunu insanlara anlatmak lazım. (Sayın Adnan Oktar’ın Kanal 35
röportajından, 14 Şubat 2009)
Fakirlik korkusu
Cahiliye toplumunda pek çok insana hakim olan bir korku da, "fakir düşme
korkusu"dur. Onları bu korkuya iten başlıca neden, cahiliye sistemine yön
veren unsurlardan birinin "para" olduğunu bilmeleridir. Paraları
olduğunda kendi ifadeleriyle "sırtlarının yere gelmeyeceğini" ama aksi
takdirde hep ezileceklerini ve zorluk içerisinde yaşayacaklarını düşünürler.
İstedikleri gibi yaşayamayacak, istedikleri gibi yiyip içemeyecek ve
istedikleri gibi söz sahibi olamayacaklardır.
Bununla beraber cahiliye toplumunda bu konuda asıl dikkat
çeken, en zengin olanların bile bu korkudan kendilerini kurtaramıyor olmasıdır.
Söz gelimi kendisine, ailesine, çocuklarına, hatta tüm akrabalarına ve
dostlarına yıllarca yetecek kadar parası olduğu halde, kimi insanlar bu
korkularından dolayı cimrilik denilen hastalığa yakalanırlar. Tedbirli olma adı
altında tüm paralarını bir kenarda saklamayı yeğlerler. Üstelik bunu yaparken
amaçları dünyada rahat etmektir ama herşey tersine gelişir ve kendi kendilerini
hiç de rahat olmayan bir ortam içine sokarlar.
Gerek fakirlik korkusu, gerekse bunun yol açtığı
cimrilik, bu insanların Allah'a güvenmemelerinden kaynaklanmaktadır. Kuran'da
insanlar bu korkuya kapılmama konusunda uyarılmışlardır:
Şeytan, sizi fakirlikle korkutuyor ve size
çirkin-hayasızlığı emrediyor. Allah ise, size Kendisi'nden bağışlama ve bol
ihsan vadediyor. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir. (Bakara Suresi,
268)
Bu korkularını yenmeleri ise, ancak Kuran'ın hükümleri
doğrultusunda düşünmeleri ve hareket etmeleriyle mümkün olur. Çünkü Kuran'a tam
olarak uyulduğunda, Allah korkusu dışındaki tüm korkulara set çekilmiş olur.
Samimi imana sahip kişi, mülkün tek sahibinin, kendisini
rızıklandıranın Allah olduğunu bilir. Bu nedenle de bunu kendisi için bir korku
haline getirmez. Onu yaratan, ona nimet ve bolluk veren Allah'ın fazlı geniştir
ve dilediğine bu fazlından verir. Üstelik inananlar sonsuz bir zenginlik yurdu
olan cennetle müjdelenmişlerdir. Eğer Allah bir insana fakirlik veya yokluk
takdir etmiş ise bunda da çok büyük hayırlar ve hikmetler vardır. Bu durum
belki de o kişinin imani derinliğini, ahlak güzelliğini artıracak, ahirette çok
güzel makamlar elde etmesine vesile olacaktır. Dolayısıyla Allah'a tevekkül
eden müminler, Allah'tan gelen herşeye razı olurlar ve gereksiz korkulara hiçbir
zaman kapılmazlar.
Yaşlılık korkusu
Gençlik ve güzellik, cahiliye toplumunun önem verdiği
başlıca konulardandır. Cahiliye ahlakını yaşayan insanlar hayatları boyunca bu
iki özelliği muhafaza etmek için büyük bir hırsla gayret ederler. Ancak bunun
asla mümkün olmadığını da herkes bilir. Er geç bir gün yaşlanacağını, bedeninin
yıpranacağını, güzelliğinin kaybolacağını bilmek, cahiliye ahlakına sahip bir
insan için büyük bir darbedir. Kadınlar bu korkularını daha açık bir dille
ifade ederken, erkekler bunu belli etmemeye çalışır ama için için bu korkuyu
yaşarlar. Çirkinleşmek ve özellikle de acizliklerinin açıkça ortaya çıkması
onları ciddi şekilde rahatsız eder. Çünkü yıllarca sürdürdükleri büyüklük
iddiaları, yaşlanmayla son bulacaktır. Her gün aynanın karşısına geçip,
ciltlerinde ya da bedenlerinde oluşan değişiklikleri korkuyla gözlemlerler. Ama
her ne kadar çabalasalar da, bir noktadan sonra hiçbir şekilde karşı
koyamazlar.
Yaşlılıkta sürdürülen bir yaşam, gençliğin hüküm sürdüğü
yılların sunduğu ortamdan çok daha farklıdır. Cahiliye insanları çoğu zaman ona
bakmanın bir külfet olduğunu ve rahatsızlık verdiğini hissettirirler yaşlı
insana. Çocuğu ya da eşi gibi en yakın çevresi bile ancak tahammül etme gözüyle
bakmaya başlar. Onu kimseye faydası olmayan, aksine yaşlılığın getirdiği
hastalıklar nedeniyle sürekli masraf çıkaran biri olarak değerlendirirler. Hem
istenmediğini, hem de muhtaç konumda olduğunu bilmek, onda bir başka korku daha
oluşturur. Her an ortada kalma ya da kimsesizler yurdu gibi istemediği yerlere
gönderilmenin endişesini yaşar. Aslında bu endişelere kapılmakta da haklıdır.
Çünkü Allah'tan uzak insanlardan oluşan bir toplumda bu adaletsiz, şefkatsiz
sistem hakimdir. Korktukları çoğunlukla başlarına gelir.
Ancak bunun dışında yaşlanma korkusunun altında yatan bir
başka sebep de, yaşlılığın ölümü ve dünya hayatının sonunu hatırlatıyor
olmasıdır. Aynaya her baktığında sürenin daha da kısaldığını bilmek, inançsız
bir insan için büyük bir azap sebebidir. Ahiret hayatına inanmayan bir insan için,
dünyanın sona ermesi, bedenin yok olması geri dönüşü olmayan bir sondur. Tüm
hayatını bunlar uğrunda harcamıştır; bu nedenle bunları kaybetmekten şiddetle
korkar.
İnananlar ise ne yaşlanmaktan ne de acizliklerinin ortaya
çıkmasından korkarlar. Çünkü onlar dünya hayatlarında ne gençlikleriyle, ne de
güzellikleriyle yer edinmeye çalışırlar. Dış güzelliğin değil ahlaki güzelliğin
önemli olduğunu bilir ve dostları arasında da Allah'a olan bağlılıkları ve
güzel ahlakları dolayısıyla sevildiklerini unutmazlar. Bunun yanında yaşlılığın
ölümü hatırlatmasından da korkmazlar. Çünkü ahiret onlar için, dünyayla
kıyaslanmayacak güzellikte, sonsuza dek sürecek yeni bir hayatın başlangıcı
olacaktır. Dünya hayatı boyunca Allah'ın hoşnutluğunu ve cennetini kazanmak için
güzel davranışlarda bulunduğunu bilen ve vicdanı rahat olan bir insan,
yaşlılığı da sevinçle karşılar.
Hastalanma korkusu
Dünyaya bağlı yaşayan kimseler hastalanmaktan da şiddetle
korkar ve hayatları boyunca bu tedirginlik içerisinde olurlar. Hastalığa neden
olan mikrop ve virüslerin Allah'tan bağımsız ve karşı koyulamaz güçler olduğu
yanılgısına inanırlar. Bu nedenle de onları kendi kendilerine baş
edemeyecekleri korku odakları olarak görürler.
Onlar için hastalık demek, herşeyden önce dünyadan mahrum
kalmak demektir. Basit bir grip vakası bile onları birçok aktiviteden
alıkoyacak ve böylece zaten kısa olan ömürlerinden bir kısmını daha tüketmiş
olacaklardır. Tam bir ayak bağı olarak nitelendirdikleri hastalıklar, daha çok
para kazanmalarını, gezmelerini, yemelerini, içmelerini kısacası herşeylerini
kısıtlayacaktır. Bu da onların sistemlerini kökünden alt üst eder.
Hastalığı böylesine bir bela ve musibet olarak görür ve
her an hastalanma endişesi ile yaşarlar. Buna karşılık müminlerin hastalığa
olan bakış açıları cahiliye mantığına taban tabana zıt bir yapı gösterir.
Öncelikle müminler dünya hayatının bir gün, bir şekilde, mutlaka son
bulacağının çok iyi farkındadırlar. Bu nedenle hastalıktan kaçsalar, bir kazaya
ya da en azından yaşlılığın doğal akışına mutlaka yakalanacaklarını bilirler.
Bununla birlikte, ne virüsün ne de bakterinin Allah'ın izni olmadan kimseye
yaklaşamayacağını da unutmazlar. Eğer buna rağmen hastalanıyorlarsa da bu
hastalığı Allah'ın bir hikmetle verdiğini ve kendileri için pek çok hayır
içerdiğini açıkça görebilirler. Allah'a ve kadere olan teslimiyetlerinden
dolayı da hastalık korkusu gibi bir sıkıntıyı hiçbir zaman yaşamazlar.
Elbetteki hastalanmamak ve sağlıklarını korumak için akıllarını sonuna kadar
kullanırlar; ancak buna rağmen bir hastalığa yakalanırlarsa, ayette de
belirtildiği gibi güzel ahlak ve sabır göstermeye devam ederler:
... Zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda
sabredenler. İşte bunlar, doğru olanlardır ve muttaki olanlar da bunlardır.
(Bakara Suresi, 177)
Cahiliyenin ölüm
korkusu
Cahiliye toplumunun en büyük korkularından biri ise ölüm
korkusudur. Ancak ölümden korkarken ve hiç düşünmemeye çalışırken unuttukları
bir şey vardır: Ölüm gerçeğini ne yaparlarsa yapsınlar değiştiremezler.
Kuran'da ölümden kaçış olmadığı insanlara şöyle hatırlatılmıştır:
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde
tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile... (Nisa Suresi, 78)
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm,
şüphesiz sizinle karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni
de bilen (Allah)a döndürüleceksiniz. O da size yaptıklarınızı haber
verecektir." (Cuma Suresi, 8)
Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, ölüm her insan için
kaçınılmaz bir sondur. Dünyanın en zengin, en itibarlı ya da en yüksek
makam-mevki sahibi de, en güzel insanı da mutlaka ölecek ve sahip olduğu bu
özelliklerden hiçbiri kendisini kurtaramayacaktır.
Cahiliye toplumu insanları da bu gerçeği çok iyi
bildiklerinden, ölümü mümkün olduğunca geciktirmek ve dünyayı biraz daha yaşamak
isterler. Ölüm onları mallarından, evlatlarından, tüm sevdiklerinden ayıracak
ve dünya için harcadıkları emekleri boşa çıkaracaktır. Bu nedenle de ölümden
şiddetle korkarlar. Öyle ki, çoğu zaman "ölüm" kelimesini ağızlarına
dahi almak istemez, ölümü hatırlatan insanlara da "düşüncesiz" gibi
yakıştırmalar yaparlar. Ölüm hatırlatıldığında, bu konuyu konuşmanın gereği
olmadığını söyleyerek karşı tarafı sustururlar.
Yaşlılık, hastalık gibi ölümü hatırlatan konularla mümkün
olduğunca muhatap olmamaya çalışırlar. Bu korkuları öyle şiddetlidir ki, kimi
zaman doktora gitmekten dahi tedirgin olurlar. Eğer ufak bir şey için doktora
gidecek olurlarsa, doktorun daha ciddi bir hastalık teşhis etmesinden
korkarlar. Bu tedirginlik sebebiyle bir rahatsızlıkları olduğunda bile, doktora
gitmemeyi tercih edebilirler. Morallerinin en bozulduğu ve korkularının en
şiddetlendiği durumlar ise, cenaze törenleridir. En yakın dostlarının,
akrabalarının kefen içerisinde toprağın altına indirilişini seyrederken, ister
istemez kendilerinin de eninde sonunda ölümle karşılaşacaklarını hatırlarlar. O
yüzden bu tür ortamlardan mümkün olduğunca uzak durmaya çalışırlar.
Bu korkuları onlara, umduklarının tam tersini getirir.
Onlar dünya hayatını kaybetmekten korkarlar; ancak uzun yıllar da yaşasalar tüm
bir ömrü korku içerisinde geçirirler. İşte bu da, onların Allah'tan korkmak
yerine batıl korkular edinmeleri sonucunda içine düştükleri bir beladır.
Cahiliyenin batıl
inanç saplantısı
Cahiliye toplumunda körü körüne benimsetilen bir konu da
batıl inançlardır. Adından da anlaşıldığı gibi bu inançların makul ve akılcı
düşünen bir insan için hiçbir geçerliliği yoktur. Ancak Allah'a iman etmeyen,
dolayısıyla da gerçek dini tanımayan insanların, akıl dışı pek çok saplantı
edinmesi son derece doğaldır.
Batıl inançların en önemli yönlerinden birisi,
yüzyıllardır dilden dile, nesilden nesile aktarılarak gelmeleridir. Ne kadar
asılsız ve mantık dışı olsalar da, birçok toplum bunları sahiplenmiş ve daha da
geliştirerek kendilerinden sonraki nesillere öğretmişlerdir.
Cahiliye toplumu insanları ise, gerçek din ahlakını
uygulamaya asla yanaşmamalarına rağmen, son derece anlamsız olan bu kurallara
tamamen sahip çıkarlar. Öyle ki bu kuralları birer kanun gibi kabul edip, hiç
ödün vermeden uygularlar. Sözgelimi merdiven altından geçerlerse başlarına kötü
bir şey geleceğine inanır, bu nedenle yollarını değiştirirler. Ya da çok
gülerlerse ardından çok ağlayacaklarını düşünür, bu nedenle gülmelerine hakim
olurlar. Gece vakti mezarlıktan geçemezler. Herhangi olumsuz bir kelime
duyduklarında tahtaya bir iki kez vururlar. Kapalı yerlerde kalamaz, başlarına
bir kötülük geleceğini düşünürler. Bu kurallar saymakla bitmeyecek kadar çoktur
ve cahiliye insanları bunların her birine karşı derin bir korku duyar. Eğer bu
inançlarının aksini uygulayacak olurlarsa, başlarına büyük bir felaket
gelmesinden endişe ederler.
Burada düştükleri en önemli hata ise, şahit oldukları her
olayın ve her varlığın Allah'ın kontrolü altında olduğunu unutmalarıdır. Yoksa
ne merdivenin, ne mezarlıktaki kemik parçalarının, ne de kapalı bir mekanın
kendilerine ait müstakil bir gücü yoktur. Ancak cahiliye toplumu kendi
türettiği bu batıl inançlara karşı beslediği korkularla, kendi elleriyle
kendilerine zorluk oluştururlar.
Cahiliyenin batıl inançlarından bir diğeri de kimi zaman
bir sayının, kimi zaman bir rengin, kimi zaman da bir kişinin felaket
getireceği saplantısıdır. Bunların en yaygın olarak bilinenlerinden biri 13
sayısıdır. Bu sayının felaket getireceği saplantısı sanki evrensel bir gerçek
gibi kabul edilmiştir. Dünyanın neresine giderseniz gidin, Kuran mantığından
uzak olan pek çok insan bu sayıdan ciddi bir tedirginlik duyar. Yine aynı
şekilde çoğu insan siyah rengin özellikle de kara kedinin felaket işareti
olduğunu düşünür. Karşılaştıklarında kediye bakmamaya çalışır ve yollarını
değiştirirler. Bu konuda kendilerine yönelik korkuları da vardır cahiliye
toplumunun. Örneğin başlarına kötü bir şey geldiğinde üzerlerinde bulunan
kıyafetleri hayatları boyunca bir kez daha giymezler. Ya da bir kez kaza
yaptıkları arabalarında bir kötülük olduğuna inanır, bir daha binmez ve hemen
satışa çıkarırlar.
Bu batıl korkular, cahiliyenin hayatına yön verecek kadar
güçlüdür. Yapacakları birçok işten bu korkuları nedeniyle vazgeçer, birçok
kişiyle bu korkuları nedeniyle dostluklarını noktalarlar. Oysa ki,
saplantılarından vazgeçmedikleri sürece korkularından da kurtulamazlar. Bu
nedenle çözüm bunlardan kaçmakta değil, bu korkuyu kökten yok etmektedir. Bu da
ancak kişinin cahiliye inançlarını terk edip, Allah'ın emrettiği ahlakı
yaşamasıyla mümkün olur.
Cahiliyenin
fobileri
Her insanın çeşitli fobileri olması cahiliye sisteminde
son derece olağan karşılanır. Cahiliye ahlakını yaşayan kişilerin tümünün en az
birkaç fobisi muhakkak vardır. Kimisi böcek görmekten, kimisi gökgürültüsünden,
kimisi yükseklikten, kimisi dar ve sıkışık yerlerde kalmaktan, kimisi de
karanlıktan şiddetle korkar.
Korku duydukları bu fobilerin bir kısmı gerçekten de
tedbir almayı gerektiren konulardır. Ancak cahiliyenin duyduğu korku, doğal bir
tepki göstermenin ya da önlem almanın çok ötesindedir. Çoğu, korktukları
şeyleri televizyonda, gazetede hatta bir çizgi filmde dahi görmeye katlanamaz.
Söz gelimi böcek kelimesi geçtiği anda, ya da bir yılan resmi gördüklerinde
tamamen kontrolden çıkacak kadar kendilerini kaybederler. Kimi zaman
çığlıklarla kendilerini yerlere atar, hatta resmin ya da televizyonun üzerine
bir şeyler fırlatarak abartılı hareketler yaparlar. Kimileri kapalı yerleri,
mezarlık ya da toprağın altı gibi bir mekanla bağdaştırırlar. Ölüm ve yok olma
korkuları, bu fobileriyle dışa vurur. Karanlığa karşı duydukları korkunun
sebebi de budur aslında. Karanlık ile felaketleri kafalarında bir bütün olarak
canlandırırlar. Bu nedenle özellikle de tek başlarına olduklarında, kendi evlerinde
bile olsalar rahat edemezler. Karanlığın kendilerine kötülük isabet ettirecek
müstakil bir gücü olduğuna inanırlar. Görünmeyen güçlerin kendilerine
saldıracaklarını ya da öldürmeye kalkışacaklarını hayal ederek korkuya
kapılırlar.
Ortada hiçbir hayati tehlike yokken bu kadar şiddetli
korkulara kapılan insanların hataları, Allah'ı vekil edinmemeleri, O'ndan başka
ilahlar edinmeleri ve O'ndan gereği gibi korkmamalarıdır. Kuran'da, korkunun
inkarcılara şeytandan gelen bir bela olduğu ve yalnızca Allah'a iman eden ve
O'ndan korkan müminler için hiçbir korku ve üzüntü olmadığı bildirilmiştir:
İşte bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz
onlardan korkmayın, eğer mü'minlerseniz, Benden korkun. (Al-i İmran Suresi,
175)
Hayır, kim iyilikte bulunarak kendisini Allah'a teslim
ederse, artık onun Rabbi Katında ecri vardır. Onlar için korku yoktur ve onlar
mahzun olmayacaklardır. (Bakara Suresi, 112)
CAHİLİYENİN DİN KONUSUNDAKİ
Cahiliye
toplumu denilince, bu insanların büyük çoğunluğunun Allah'ın varlığını hiç
bilmedikleri ya da din ahlakından habersiz oldukları düşünülmemelidir. Aksine
cahiliye ahlakını yaşayan insanların büyük bir kısmı kendilerini ve tüm evreni
yaratan, üstün güç sahibi Allah'ın varlığını kabul ederler. Ancak kendi ilkel
mantıklarıyla geliştirdikleri yanlış bir din anlayışları vardır. Kuran'da pek
çok ayetle bu insanların Allah'ın varlığını bildikleri halde düşünmedikleri ve
gerçekleri kavrayamadıkları haber verilmiştir:
Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi
ve ayı kim emre amade kıldı?" diye soracak olursan, şüphesiz:
"Allah" diyecekler. Şu halde nasıl oluyor da çevriliyorlar? (Ankebut
Suresi, 61)
Andolsun, onlara: "Kendilerini kim yarattı?"
diye soracak olsan, elbette: "Allah" diyecekler. Öyleyse nasıl olur
da çevriliyorlar? (Zuhruf Suresi, 87)
De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık veren
kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve ölüyü
diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir? Onlar:
"Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de
korkup-sakınmayacak mısınız?" (Yunus Suresi, 31)
Söz konusu insanların Allah'ın varlığını, herşeyin
yaratıcısı olduğunu bildikleri halde sapmalarının nedeni ise, dünyaya karşı
duydukları şiddetli tutkudur. Bu tutku sebebiyle farkına vardıkları gerçekleri
göz ardı eder ve kendilerini çeşitli bahanelerle kandırırlar. Eğer bu konu
hakkında samimi bir biçimde düşünecek olurlarsa, etraflarındaki düzeni mükemmel
bir şekilde yaratan Allah'a kulluk etmeleri gerekeceğini anlarlar. Onlar ise
böyle bir sorumlulukları olduğunu gözardı ederek yaşamak isterler. Eğer Allah'a
iman edecek olurlarsa, ahiretin varlığını da kavrayacaklarını ve ahiret için
ciddi bir hazırlık yapmaları gerekeceğini bilirler. Onlar ise böyle bir
sorumlulukları olduğunu gözardı ederek yaşamak isterler. Eğer Allah'a iman
edecek olurlarsa, ahiretin varlığını da kavrayacaklarını ve ahiret için ciddi
bir hazırlık yapmaları gerekeceğini bilirler. Bu da onların dünyaya olan
şiddetli bağlılıklarından vazgeçmeleri anlamına gelir ki, böyle bir şeyi de
asla kabul edemezler. İşte cahiliye toplumunun bu konuda sığındığı akılsızca
yöntem, düşünmemek ve sözde vicdanlarını rahatlatacak bahaneler bularak açıkça
gördükleri bu gerçekten kaçmaya çalışmaktır.
Bu inkarın meydana getirdiği vicdan azabından kurtulmak
için ise din konusunda çeşitli sapkın inançlar geliştirirler. Geliştirdikleri
mantıklar boş birer kandırmacadan başka bir şey değildir ve hepsi birbirinden
oldukça farklı olmakla birlikte, temelde sadece tek bir amaca yöneliktir; Kuran
ahlakını yaşamaktan ve Allah'a kulluk etmekten kaçmak.
Bununla beraber cahiliyenin din hakkında geliştirdiği bu
sapkın inançların her biri bundan 1400 yıl önce Allah'ın müminlere bir kılavuz
olarak indirdiği Kuran'da detaylıca açıklanmıştır. Bu nedenle ilerleyen
sayfalarda inceleyeceğimiz bu sapkın inançlar, cahiliye insanını dünyada iken
kandırsa bile, ahirette kurtaramayacaktır. O gün herkes dünyada iken Allah'ın
Kuran'da bildirdiği doğrulardan sorumlu tutulacak ve tüm işlediklerinden sorguya
çekilecektir. Vicdanının sesine kulak veren ve imanı nefsinin tutkularından
üstün tutan insanlar sonsuz ikramla mükafatlandırılacaklardır. 60-70 senelik
geçici bir dünya hayatı uğruna Allah'ın gösterdiği gerçeklerden yüz çevirip,
yalanlayanlar ise telafi edilemez bir pişmanlıkla karşılaşacaklardır:
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen;
derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin
ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık". (En’am Suresi, 27)
O inkar edenler Müslüman olmayı nice kereler
dileyecekler. (Hicr Suresi, 2)
Din ahlakından uzak yaşayan insanların hayatlarına hakim
olan sapkın mantıklardan biri, "çoğunluk tarafından kabul gören düşüncenin
doğru olduğu"dur. "Bu kadar çok kişi böyle düşündüğüne ve böyle
yaşadığına göre bir bildikleri vardır" ya da "yanlış olsa bu kadar
insan bu fikrin peşinden gider mi?" gibi mantıklarla kendilerini
kandırırlar. Hele bir de örnek aldıkları çoğunluk içerisinde kendilerince itibar
kazanmış ve belirli yerlere gelmiş kimseler bulunuyorsa, bu çoğunluğu
kendilerine rehber edinmekten hiç kaçınmazlar.
Oysa ki çoğunluk tarafından uygulanması, yapılan bir
şeyin meşru olduğunu göstermez. Aksine Kuran'a uymayan insanlar için bu aynı
zamanda da tehlikeli bir tuzaktır. Ayette bu sır müminlere haber verilmiş ve
çoğunluğun peşinden gitmemeleri konusunda uyarılmışlardır:
Yeryüzünde olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni
Allah'ın yolundan şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar
ancak 'zan ve tahminle' yalan söylerler. (Enam Suresi, 116)
Kuran'daki bu uyarı doğrultusunda, müminler çoğunluğa
değil Kuran'a ve vicdanlarına itibar ederler. Cahiliye toplumu bireyleri ise,
çoğunluğun peşinden giderek, dünyada kendilerini koruyabilecek bir güç ve
ahirette kendilerini savunabilecekleri makul bir mazeret bulduklarını sanırlar.
Fakat olaylar hiç de umdukları gibi gelişmez. Dünyada din ahlakını gözardı eden
kalabalık, ahirette onları yapayalnız ve yardımsız bırakacaktır:
(Böyle bir günde) Hiçbir yakın dost bir yakın dostu
sormaz. (Mearic Suresi, 10)
Ve kişi mazeretlerini öne sürüp, "herkes
böyleydi" ya da "çoğunluğun doğru yolda olduğunu sandım, çoğunluğa
uydum" dediğinde, bunların hiçbir geçerliliği olmadığını görecektir:
Artık o gün, zulmedenlerin ne mazeretleri bir yarar
sağlayacak, ne (Allah'tan) hoşnutluk dilekleri kabul edilecektir. (Rum Suresi,
57)
İşte cahiliye toplumunun din konusunda ölçü aldığı bu
sapkın mantığın, ne dünyada ne de ahirette hiçbir geçerliliği yoktur. "…
Ancak insanların çoğu iman etmezler" (Rad Suresi, 1) ayetiyle
çoğunluğun doğru yolda olmayacağı, aksine doğru yolda olanların tarih boyunca
her dönemde azınlık bir topluluktan oluştuğu haber verilmiştir.
Cahiliye insanları, büyük bir cehaletle, var olan
herşeyin bu dünyada gözleriyle görebildikleri, elleriyle tutabildikleri ve
hissedebildikleri maddeden ibaret olduğunu zannederler. Bu nedenle de dünyadaki
hayatları sona erdikten sonra bir daha yaşamayacaklarına kendilerini ikna
ederler. Aslında bu onların inkarları için öne sürdükleri bir mazeretten başka
bir şey değildir. Çünkü düşünen her insanın kavrayabileceği gibi, ahiretin
yaratılması ile dünyanın yaratılması arasında hiçbir fark yoktur. Nasıl
kendileri bir hiç iken yokluktan var edildilerse, bunlara güç yetiren Allah
şüphesiz bunun bir benzerini yaratmaya da kadirdir.
Ancak cahiliye inancında direten kimseler, son derece
açık olan bu gerçeği görmek ve anlamak istemezler. Kuran'da onların bu
direnişleri için öne sürdükleri mazeretler şöyle ifade edilmiştir:
Kendi yaratılışını unutarak Bize bir örnek verdi; dedi
ki: "Çürümüş-bozulmuşken, bu kemikleri kim diriltecekmiş?" De ki:
"Onları, ilk defa yaratıp-inşa eden diriltecek. O, her yaratmayı
bilir." (Yasin Suresi, 78-79)
Dediler ki: "Biz yer (toprağın için) de yok olup
gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?" Hayır,
onlar Rablerine kavuşmayı inkar edenlerdir. (Secde Suresi, 10)
Elbette böyle açık bir gerçeği inkar etmelerinin sebebi
açıktır: Ahiretin varlığını inkar edince, dünyaya bu derece hırsla bağlanmanın
sözde makul olduğunu kendilerince daha rahat savunacaklardır. Dünyaya hırsla
bağlı, ahiretten gafil bir hayat süreceklerdir. Ölümden sonra dirileceklerini
kabul etmek, aynı zamanda dünyada yaptıkları iyiliklerden ve kötülüklerden
hesaba çekilecekleri anlamına gelir ki, bu gerçek onların kurmuş olduğu tüm
batıl sistemi alt üst eder.
Ahiretin varlığını tasdik eden bir insan, ahiret hayatı
için de hazırlık yapması gerektiğini bilir. Cahiliye insanları ise, yaşam
konusunda o kadar hırslıdırlar ki, böyle bir kabule asla yanaşmazlar. İşte
kendi ilkel mantıklarıyla buna sözde çözüm olarak, ahireti tamamen reddetme
cahilliğine kapılmışlardır. Ancak bu onlara kayıptan başkasını arttırmaz; üstelik
bu cahilce inanışları sebebiyle hem dünyada sıkıntılı bir hayat sürerler, hem
de, bu yanlışlarını tevbe edip değiştirmedikleri takdirde, ahirette sonsuz bir
azaba mahkum olurlar. Bu durumda ölümden sonra yaşam olduğunu inkar etmenin
kişiye sanıldığı gibi kazanç değil, sadece kayıp getireceği son derece açıktır.
Kimi insanların din hakkında geliştirdikleri sapkın
inançlardan biri de, iman etmek için doğaüstü bir olay görmeleri gerektiğidir.
Cahiliye toplumunda çoğu insanın öne sürdüğü bu mucize arayışı, sadece bir
kaçıştan ibarettir ve bu, tarih boyunca inkarda direnen her topluluk tarafından
ortaya atılmış geçersiz bir bahanedir. Kuran'da bu insanların cahilce talep
ettikleri mucizelerden bazıları şöyle sıralanmıştır:
Bize kavuşmayı ummayanlar, dediler ki: "Bize
meleklerin indirilmesi ya da Rabbimizi görmemiz gerekmez miydi?" … (Furkan
Suresi, 21)
Andolsun, Biz bu Kur'an'da her örnekten insanlar için
çeşitli açıklamalarda bulunduk. İnsanların çoğu ise ancak inkarda ayak
direttiler. Dediler ki: "Bize yerden pınarlar fışkırtmadıkça sana
kesinlikle inanmayız." "Ya da sana ait hurmalıklardan ve üzümlerden
bir bahçe olup aralarından şarıl şarıl akan ırmaklar fışkırtmalısın."
"Veya öne sürdüğün gibi, gökyüzünü üstümüze parça parça düşürmeli ya da
Allah'ı ve melekleri karşımıza (şahit olarak) getirmelisin." "Yahut
altından bir evin olmalı veya gökyüzüne yükselmelisin. Üzerimize bizim
okuyabileceğimiz bir kitap indirinceye kadar senin yükselişine de inanmayız."
De ki: "Rabbimi yüceltirim; ben, elçi olan bir beşerden başkası
mıyım?" (İsra Suresi, 89-93)
"Bilgisizler, dediler ki: "Allah bizimle
konuşmalı veya bize de bir ayet gelmeli değil miydi?" Onlardan öncekiler
de onların bu söylediklerinin benzerini söylemişlerdi. Kalpleri birbirine
benzeşti. Biz, kesin bilgiyle inanan bir topluluğa ayetleri apaçık gösterdik.
(Bakara Suresi, 118)
Görüldüğü gibi tarih boyunca Allah'tan ve O'nun
elçilerinden mucize talebinde bulunanlar sadece inkarcılar olmuştur. Mucize isterler
çünkü karşılarındaki elçinin kendilerine doğruyu getirdiğinin farkındadırlar.
Ama kendi düşük akıllarınca inkar edebilmek ya da başka bir deyişle inanmamak
için bahane aramaktadırlar. Kuran'da onların bu taleplerinin samimiyetsiz
olduğu şöyle haber verilmiştir:
Olanca yeminleriyle, eğer kendilerine bir ayet gelse,
kesin olarak ona inanacaklarına dair Allah'a yemin ettiler. De ki:
"Ayetler, ancak Allah Katındadır; onlara (mucizeler) gelse de kuşkusuz
inanmayacaklarının şuurunda değil misiniz?" (En'am Suresi, 109)
Cahiliye insanlarının din ahlakı konusunda kapıldıkları
sapkın inançlar oldukça fazladır. Çünkü onlar doğrularını ve yanlışlarını
Kuran'a göre değil, kendi ilkel mantıklarına göre belirlerler. Bu da pek çok
konuda yanılgıya düşmelerine neden olur. Edindikleri bilgileri ya kendilerini
yetiştiren büyüklerinin yanılgılarına ya da çevrelerindeki insanların hatalı
mantıklarına göre belirlemiş ve sapkın bir mantık geliştirmişlerdir. İşte bu
çarpık mantıklardan biri de, Allah'ın varlığı hakkındaki batıl inançlarıdır.
Cahiliye mantığını alan insanlardan kimileri, Allah'a
karşı yüzeysel de olsa bir inanç beslerler. Ancak bu inançları öylesine
zayıftır ki, hayatları boyunca Allah'ın varlığını akıllarına getirmek istemez
ve düşünmekten kaçınırlar. Çünkü eğer Allah'ı düşünecek olurlarsa,
vicdanlarıyla Rabbimiz'in üstünlüğünü ve hakimiyetini kabul edeceklerini
bilirler. İşte bu nedenle Allah'ı Kuran'da anlatıldığı şekilde tanıyamaz ve
kudretini takdir edemezler. Bunun yerine Allah'ı kendi sınırlı akıllarınca
değerlendirme akılsızlığına kapılır ve çok sayıda batıl ve çarpık inanış
geliştirirler. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığını, herşeyi bilen ve gören
olduğunu, hiçbir şeyin Yüce Allah'tan gizli kalamayacağını, Allah'ın sonsuz
kudret ve güç sahibi olduğunu, adil olduğunu, herşeyin karşılığını tam olarak
veren olduğunu kavrayamazlar. Bu nedenle de kendilerince yaptıklarının gizli
kalacağını, gereken karşılığı almayacaklarını sanıp yanılırlar.
Oysa ki, Allah hak olarak indirdiği Kuran'da kullarına
kendisini tanıtmıştır. Kuran'ı kendilerine ölçü alan müminler Allah'ın Zatı
hakkında doğru ve kesin bilgiler elde ederler. Kuran'da Allah'ın tüm kainatı
sarıp kuşattığı, tüm varlıkları kontrolü altında tuttuğu açıkça bildirilmiştir.
Allah gözle görülmeyen bir toz zerreciğine kadar yaratılmış olan tüm
varlıkların tek sahibi ve tek hakimidir. Ezelden ebede kadar var olan tek
varlık Allah'tır. O'nun Zatı dışında herşey yok olucudur. Allah her varlığın
kaderini belirleyen ve her birini an an koruyup kollayandır. Bir ayette Allah
insanlara, "Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler
vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız" diye
bildirerek, kendilerine, içlerindeki damarlardan daha yakın olduğunu haber
vermiştir. (Kaf Suresi, 16) Bu ayetten de anlaşıldığı gibi insan yaşamını
sürdürürken kendisine en yakın olan varlık yalnızca Allah'ın Kendisi'dir. Allah
insanı çepeçevre kuşatmıştır ve ona "sonsuz yakın"dır. Kuran'ın
birçok ayetinde Allah'ın bizim gördüğümüz ve görmediğimiz her yerde olduğu, her
yeri sarıp kuşattığı açıklanmıştır:
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.
(Bakara Suresi, 115)
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah,
herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
ALLAH HER YERDEDİR
İnsanlardan bazıları kendilerini, maddeyi, çevrelerinde
gördükleri dünyayı mutlak varlık zannederler. Allah'ı ise (Allah'ı tenzih
ederiz) bu mutlak maddeyi saran bir hayal gibi düşünürler. Veya, Allah'ı
gözleri ile göremedikleri için, "herhalde Allah bizim göremeyeceğimiz bir
yerde, uzayın veya göklerin uzak bir yerinde bulunuyor" derler. (Allah'ı
tenzih ederiz) Bunların hepsi büyük bir yanılgıdır.
Çünkü Allah, sadece göklerde değil her yerdedir. Allah,
tek mutlak varlık olarak, tüm kainatı, tüm insanları, yerleri, gökleri, her
yeri sarıp kuşatmıştır ve Allah tüm evrende tecelli etmektedir. Hadislerde
rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (sav), Allah'ın gökte olduğunu söyleyen
bir şahsa doğru söylediğini bildirmiştir. Ancak bu rivayet, Allah'ın her yerde
olduğu gerçeğiyle hiçbir şekilde çelişmemektedir. Zira, dünyanın sizin
bulunduğunuz noktasındaki bir kişi ellerini göğe kaldırarak Allah'a dua etse ve
Allah'ın gökte olduğunu düşünse, Güney Kutbu'nda bir başka insan da aynı
şekilde Allah'a yönelse, Kuzey Kutbu'nda bir insan ellerini göğe kaldırsa,
Japonya'daki bir insan, Amerika'daki bir insan, Ekvator'daki bir insan da aynı
şekilde ellerini göğe kaldırarak Allah'a yönelse, bu durumda herhangi bir sabit
yönden söz etmek mümkün değildir. Aynı şekilde evrenin ve uzayın farklı
noktalarındaki cinler, melekler, şeytanlar da göğe doğru dua etse herhangi bir
sabit gökten veya yönden söz etmek mümkün olmayacak, tüm evreni kaplayan bir
durum olacaktır.
Şunu da unutmamak gerekir ki, Allah zamandan ve mekandan
münezzehtir. Allah'ın Zatı başkadır. Allah'ın tecellileri ise her yerdedir. Bir
kişi bir odaya girse burada Allah yok derse, Allah'ı inkar etmiş olur. Allah'ın
tecellileri o oda da dahil her yerdedir. Siz her nereye dönerseniz, Allah'ın
tecellisi oradadır. Allah'ın her yeri sarıp kuşattığı, bize şah damarımızdan
yakın olduğu, her nereye dönersek Allah'ın yüzünü göreceğimiz birçok Kuran
ayeti ile bildirilmiştir. Örneğin Allah, Bakara Suresi'nin 255. ayetinde "...
O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri kaplayıp-kuşatmıştır...." diye
bildirmektedir. Hud Suresinin 92. ayetinde ise, "... Şüphesiz benim
Rabbim, yapmakta olduklarınızı sarıp-kuşatandır." denilerek, Allah'ın
insanları da yaptıklarını da kuşattığı bildirilmektedir.
Konuyla ilgili
bazı Kuran ayetleri
Doğu da Allah'ındır, batı da. Her nereye dönerseniz
Allah'ın yüzü (kıblesi) orasıdır. Şüphesiz ki Allah, kuşatandır, bilendir.
(Bakara Suresi, 115)
Allah... O'ndan başka İlah yoktur. Diridir, kaimdir. O'nu
uyuklama ve uyku tutmaz. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur. İzni
olmaksızın O'nun Katında şefaatte bulunacak kimdir? O, önlerindekini ve
arkalarındakini bilir. (Onlar ise) Dilediği kadarının dışında, O'nun ilminden
hiçbir şeyi kavrayıp-kuşatamazlar. O'nun kürsüsü, bütün gökleri ve yeri
kaplayıp-kuşatmıştır. Onların korunması O'na güç gelmez. O, pek yücedir, pek
büyüktür. (Bakara Suresi, 255)
Hani Biz sana: "Muhakkak Rabbin insanları çepeçevre
kuşatmıştır" demiştik. Sana gösterdiğimiz o rüyayı insanları denemek için
yaptık, Kur'an'da lanetlenmiş ağacı da. Biz onları korkutuyoruz. Fakat (bu)
onlarda büyük bir azgınlıktan başka bir şey arttırmıyor. (İsra Suresi, 60)
Göklerde ve yerde olan (herkesin ve herşeyin) tümü Rahman
(olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir. Andolsun, onların tümünü
kuşatmış ve onları sayı olarak saymış bulunmaktadır. (Meryem Suresi, 93-94)
Allah ise, onları arkalarından sarıp-kuşatmıştır. (Büruc
Suresi, 20)
Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne
vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız. (Kaf
Suresi, 16)
Onlar, insanlardan gizlerler de Allah'tan gizlemezler.
Oysa O, kendileri, sözden (plan olarak) hoşnut olmayacağı şeyi 'geceleri düzenleyip
kurarlarken,' onlarla beraberdir. Allah, yaptıklarını kuşatandır. (Nisa Suresi,
108)
Göklerde ve yerde ne varsa tümü Allah'ındır. Allah,
herşeyi kuşatandır. (Nisa Suresi, 126)
İbadetleri sadece
yaşlılıkta uygulamanın yeterli
olacağı
yanılgısına inanırlar
İnsanların çoğu geçici menfaatler elde etmek uğruna
ahiret menfaatlerini gözardı ederler. Gerçeği fark etmiş oldukları halde yüz
çevirmenin verdiği vicdan azabı onları zaman zaman da olsa, yaptıklarını
sorgulamaya iter. İşte bu konuda ortaya attıkları bahaneleri ise, "henüz
din ahlakını yaşamak için çok erken olduğu, daha çok genç oldukları"
yanılgısıdır. Kendilerince vicdanlarını rahatlatmak için kendilerine "bir
gün din ahlakının gereklerini mutlaka uygulayacakları" telkinini yaparlar.
Burada bahsettikleri "bir gün" ise ölümün yaklaştığını hissettikleri
"yaşlılık" dönemidir.
Din ahlakını yaşamayı yaşlılık dönemine ertelerler çünkü
bu insanların çoğu, kendilerince gençken "hayatın tadını çıkarmak"
arzusu içindedirler. "Hayatlarının baharında olduklarını" düşünür ve
eğer o yaşlarda din ahlakını yaşamayı kabul ederlerse, kendi düşük akıllarınca
"gençliklerinin boşa gideceğine" inanırlar. Oysa insanın gençliğinin
asıl boşa gitmesi din ahlakını yaşamamakla olur. Din ahlakını samimi olarak
yaşayanlar ise hem gençliklerini ve sağlıklı dönemlerini en verimli, en
huzurlu, en neşeli, en güzel, en mutlu şekilde geçirirler hem de Allah'ın güzel
bir nimeti olarak gençliklerini çok daha uzun yıllar muhafaza ederler.
Cahiliyenin ilkel mantığıyla yaşayan insanlar ise bu sapkın mantığın getirdiği
korkular, saplantılar, ahlak bozuklukları ve stresler nedeniyle çok daha hızlı
yaşlanıp çok daha hızlı çöküntüye uğrarlar. Üstelik hiçbir zaman da arayışı
içinde oldukları rahatı ve huzuru bulamazlar. Bunlara rağmen cahiliye
insanlarının büyük kısmının din ahlakını yaşlanınca yaşamak gerektiği
şeklindeki yanılgılarının temelinde, nasıl olsa, belli bir yaştan sonra doğal
olarak, fiziksel imkansızlıklarından dolayı dünyadan ellerini eteklerini
çekecekleri düşüncesi vardır. Müminler ise Allah’ın rızasını kazanmak, O’na
yakınlaşmak, Rabbimiz'e olan teslimiyetlerini ve boyun eğiciliklerini göstermek
için ibadetleri büyük bir fırsat olarak görür, genç yaşlarından itibaren huşu
içinde yerine getirirler. Örneğin Allah'ın 5 vakit olarak farz kıldığı namaz
ibadetini, diğer tüm işlerinin üstünde görürler. Bu konuda hiçbir mazeretin söz
konusu olamayacağını bildiklerinden, mutlaka namazlarını vaktinde ve tüm
sünnetleriyle birlikte eksiksiz eda ederler. Bunun karşılığında da Rabbimiz’in
hoşnutluğunu umarlar. Resulullah Efendimiz (sav), namaz kılmamanın ya da namaz
vaktini geçirmenin ne kadar tehlikeli olduğunu bir hadis-i şeriflerinde şöyle
bildirmiştir:
Imam-i Sâfi ile Beyhakî'ye göre Peygamberimiz (sav): “Herhangi bir vakit
namazı kılmaksızın vaktini geçirenler yuvası dağılmış, malını mülkünü elden
kaçırmış gibidirler.” buyuruyor. (Imam Gazali - Mükasefetü´l Kulub - Kalplerin
Keşfi)
İman edenler namazlarında olduğu gibi, tesettür, oruç,
zekat ve diğer tüm ibadetlerini aynı titizlikle, genç yaşlarından itibaren
yerine getirirler.
Elbette her insan hayatının her aşamasında tevbe edip
Allah'a yönelebilir. Doğruyu görüp, teslim olan her insanı Allah dilerse
bağışlar ve cennetle mükafatlandırır. Ancak unutmamak gerekir ki Allah Kuran'da
kişinin tevbesinin hangi şartlarda kabul edileceğini de bildirmiştir:
Allah'ın (kabulünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehalet
nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerinkidir. İşte
Allah, böylelerinin tevbelerini kabul eder. Allah, bilendir, hüküm ve hikmet
sahibi olandır. Tevbe, ne kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm
çatınca, "ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir
olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa
Suresi, 17-18)
Yaşlılıkta ya da ölüm yaklaştığında din ahlakını
yaşamalarının yeterli olacağı şeklinde sapkın bir inanca sahip olan insanların,
bu ayetler doğrultusunda şunları düşünmeleri ve korkmaları gerekir: Gerçekten
vicdanı ve şuuru açık her insan, Allah'ın varlığını ve gücünü takdir
edebiliyorsa, doğrulara boyun eğmekte gecikmemelidir. Çünkü uzakta sandığı
ölüm, her an kendisini bulabilir ve yaşlılığa ulaşamadan bir anda ahirete
gidebilir. Ve o zaman kişi geri dönüşü olmayan bir pişmanlıkla karşılaşır.
Kuran'da birçok ayet ile insanlara bu hatırlatma yapılmıştır:
Suçlu-günahkarları, Rableri huzurunda başları öne eğilmiş
olarak: "Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha dünyaya)
geri çevir, salih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle
inananlarız" (diye yalvaracakları zamanı) bir görsen. (Secde Suresi, 12)
Ateşin üstünde durdurulduklarında onları bir görsen;
derler ki: "Keşke (dünyaya bir daha) geri çevrilseydik de Rabbimizin
ayetlerini yalanlamasaydık ve mü'minlerden olsaydık." (En’am Suresi, 27)
İnsanların çoğu temelde iman etmemekle birlikte, ahiret
hayatının gerçekten var olabileceğine dair bir şüphe duyarlar. Bu gibi insanlar
ahireti hiçbir zaman ciddi olarak düşünmezler, ancak yine de "eğer
varsa" diye düşünerek kendilerince çeşitli bahaneler hazırlarlar. Çünkü
öldükten sonra insanların işledikleri herşeyden sorguya çekilecekleri bir
ahiretle karşılaştıklarında, zor durumda kalacaklarını bilirler. Bu durumda ya
dünyaya karşı olan ideallerinden vazgeçecek, Allah'ın beğendiği kurallar, emir
ve yasakları doğrultusunda yaşamlarını sürdüreceklerdir ya da kendi düşük
akıllarınca vicdanlarını rahatlatmanın ve kural tanımadan yaşamanın bir yolunu
bulacaklardır.
Vicdanlarını sözde rahatlatmak için buldukları bahane ise
"nasıl olsa bağışlanırız" yanılgısıdır. Allah'ın "esirgeyen ve
bağışlayan" olduğunu bildikleri için, her ne kadar kusur ve hata işlemiş
olurlarsa olsunlar, Allah'ın tevbelerini kabul edeceğini düşünürler.
Kendilerince ne kadar nankörlük yaparlarsa yapsınlar, ne kadar inkar ederlerse
etsinler, yaptıkları unutulacak ve bağışlanacaktır. Bunun yanında
çevrelerindeki herkesin aynı yönteme başvurması da bu kişileri yanıltan bir
başka unsurdur. Karşılarındaki kişilerin "nasıl olsa Allah bizi bağışlar"
sözü, cahiliyenin bu bozuk mantığına sahip olanların tam aradıkları sahte
desteği sağlar. Çok fazla düşünmeden bu yanılgıyı kabul ederek yaşamlarına
devam ederler. Söz konusu kimselerin bu yanılgıları Kuran'da şöyle tarif
edilmiştir:
... (Bunlar) şu değersiz olan (dünya)nın geçici-yararını
alıyor ve: "Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar
gelince onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka
bir şeyi söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde
olanı okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala
akıl erdirmeyecek misiniz? (Araf Suresi, 169)
Oysa Kuran'da bildirildiği gibi, cahiliye toplumunun
geliştirdiği bu batıl fikrin Allah Katında ve hesap gününde hiçbir geçerliliği
yoktur. Allah sonsuz bağışlayıcı ve sonsuz esirgeyici olandır. Ancak bu, kusur
işleyen ve bunun bilincine vardığında da hemen vazgeçen insanlar için geçerli
bir durumdur. Yoksa kasıtlı olarak bir plan içerisinde hareket eden ve gerçeği
bildiği halde sırt çevirenler için değil. Allah Kuran'da samimi Müslümanların
tavrını şöyle haber verir:
Ve 'çirkin bir hayasızlık' işledikleri ya da nefislerine
zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma
isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? Bir de onlar
yaptıkları (kötü şeylerde) bile bile ısrar etmeyenlerdir. İşte bunların
karşılığı, Rablerinden bağışlanma ve içinde ebedi kalacakları, altından
ırmaklar akan cennetlerdir. (Böyle) Yapıp-edenlere ne güzel bir karşılık (ecir
var.) (Al-i İmran Suresi, 135-136)
Tüm Ahlak ve Tavır
Bozukluklarına Rağmen,
Cennete
Gideceklerini Zannederek Yanılırlar
Cahiliye toplumunda pek çok insan tarafından en çok
kullanılan sözde "vicdan rahatlatma" bahanelerinden biri de,
"kalp temizliğinin yeterli olacağı" yanılgısıdır. Cahiliye insanları
Kuran ahlakını uygulamadıkları halde, kalplerindeki bu sözde temizlik sebebiyle
kendilerinin cennete layık olduğunu zannederler. Kendilerince iyi insanlardır
ve kimseye bir zararları yoktur. Bu durumda, ahiret hayatı ile
karşılaştıklarında da, cennete gideceklerini sanırlar. Ancak bu kanaate nereden
vardıkları sorulacak olsa, buna Kuran'dan hiçbir delil gösteremezler. Çünkü bu
tamamen kendilerine ait sapkın bir inançtan ibarettir. Kuran'da onların bu sapkın
inançları şöyle ifade edilmiştir:
Oysa ona dokunan bir zarardan sonra tarafımızdan bir
rahmet taddırsak, mutlaka: "Bu benim (hakkım)dır. Ve ben kıyamet-saatinin
kopacağını da sanmıyorum; eğer Rabbime döndürülsem bile, muhakkak O'nun Katında
benim için daha güzel olanı vardır." der. Ama andolsun Biz, o kafirlere
yaptıklarını haber vereceğiz ve andolsun onlara, en kaba bir azabtan
taddıracağız. (Fussilet Suresi, 50)
Elbette ki kendilerini bu şekilde avutan insanların
samimi bir imanları yoktur. Kıyamet gününe dahi kesin bir kanaatleri yoktur.
Yalnızca kıyamet günüyle karşı karşıya geldiklerinde, kendilerince vicdanlarını
rahatlatma yöntemi olarak bilinçaltlarında "cennetlik olduklarına
inanma" gibi bir kendilerini kandırma psikolojisi geliştirmişlerdir. Böyle
ikiyüzlü bir psikoloji içinde, yaptıkları kötülüklerden dolayı hesaba
çekilecekleri, cehenneme girebilecekleri akıllarına geldiğinde kıyametin
kopmayacağını düşünür, öldükten sonra mezarda çürüyüp sonsuza kadar yok
olacakları düşüncesinin dehşetine kapılınca ise mutlaka diriltilip cennete
sokulacakları yanılgısıyla cahilce kendilerini avuturlar. Allah'ın cennet ile
müjdelediği kullarında olduğunu haber verdiği belirli tavırlar vardır. Ancak
samimi olan, Allah'ı çok seven ve Allah'tan çok korkan bir insan cennetle
müjdelenebilir. Allah'ı çok seven ve O'ndan çok korkan bir insanın tavrı da
kişinin, Allah'ın isteklerini uygulamadaki titizliğiyle kendini belli eder.
Allah, Kuran'da pek çok ayette ancak namazı kılan, diğer tüm farzları yerine
getiren, çok şükreden, çok bağışlanma dileyen, malını ve canını Allah yoluna
adayan, mümin alametlerini üzerinde taşıyan insanların cennete gideceğini
açıklamıştır.
Görüldüğü gibi, cahiliyenin kastettiği manada Kuran'da
"kalp temizliği" diye bir ölçü yoktur. Elbette iman edenler iyi
niyetli, temiz ahlaklı ve samimi insanlardır ve Kuran'a göre müminler samimi
olmakla yükümlüdürler. Ancak cahiliyenin bahsettiği kalp temizliği bu anlamda
bir samimiyet değildir. Bu kimselerin kalp temizliği derken kastettikleri her
türlü ahlak ve tavır bozukluğunu yaşamasına rağmen, aslında kötü bir niyeti
olmadığı yalanını söyleyen insanların öne sürdüğü geçersiz bahanedir. Ve bu,
cahiliye toplumunun, vicdanını rahatlatmak ve sorumluluklarından kaçmak için
ürettiği bir safsatadan ibarettir. Kişinin kendisini savunmak için kullandığı
“kalp temizliği” konusunda neyi ölçü aldığı meçhuldür. Ölçüleri yine cahiliye
ölçüleridir ve kişiden kişiye de değişmektedir. Söz gelimi hırsızlık yapan bir
insan da kendisine göre masum olabilir. Çünkü kalbinin son derece temiz
olduğunu ve yaptığı bu ahlaksızlığı da isteyerek değil, sadece ihtiyaçtan
yaptığını düşünüyor olabilir. Ama elbette bu kişi çok hatalı bir mantık
içindedir.
O halde şu sonuca varabiliriz: Cahiliye sistemi tamamen
sahtekarca temellere dayanır ve Kuran'a göre hiçbir geçerliliği yoktur. Cennete
girebilmenin ölçüsü herşeyden önce çok samimi olmak, Allah'a derin bir imanla
bağlanmak, Allah'tan başka hiç kimseden korkmamak, Allah'ı çok sevmek, O'ndan
başka dost ve yardımcı olmadığını bilmek ve Allah'ın emirlerini samimiyetle
uygulamaktır. Kuran'da bu ölçü şöyle ifade edilmiştir:
Cennet de, muttakiler için, uzakta değildir, (o gün)
yakınlaştırılmıştır. Bu, size vadolunandır; (gönülden Allah'a) yönelip-dönen
(İslam'ın hükümlerini) koruyan, görmediği halde Rahman'a karşı 'içi titreyerek
korku duyan' ve 'içten Allah'a yönelmiş' bir kalp ile gelen içindir. "Ona
'esenlik ve barış (selam)la' girin. Bu, ebedilik günüdür. (Kaf Suresi, 31-34)
Cahiliye insanlarının öne sürdükleri bir başka ilkel
mantık daha vardır: Cehennemin dar ve kısıtlı bir mekan olduğunu ve buraya
ancak belirli sayıda insanın sığabileceğini sanırlar. Ve son derece cahilce ve
sapkın mantıklar üretirler. Dünya üzerinde asırlardır gelmiş geçmiş tüm
insanların sayısıyla bir kıyaslama yaparak, bu kalabalığın cehennem için çok
fazla olduğu kanısına varırlar. Bu durumda da kendilerine sıra gelene kadar
daha günahkar ve daha azgın karakterli insanların cehenneme konulacağını ve
kendilerinin de cennete gireceklerine inanırlar. Şüphesiz bu hiçbir geçerliliği
olmayan sapkın bir mantıktır ve cahiliyenin ortaya attığı bu mazeret baştan
sona yanlıştır. Allah sonsuz kudret sahibidir ve örneksiz yaratandır. Dilediği
zaman, dilediği yerde, dilediği genişlikte bir mekan yaratabilir. Bu nedenle
cehennemin dolması ve kimi insanların sığmadıkları için cennete konulması gibi
bir durum asla söz konusu değildir. Bu yalnızca cahiliye ahlakını yaşayan
insanların boş ve batıl sözleridir. Kuran'da cehennemin sınırlı bir mekan
olmadığı, aksine inkar edenlerin sayısı ne kadar çok olursa olsun, hepsini
alacak ve hatta daha fazlasını dahi soracak kadar geniş bir yer olduğu haber
verilmiştir:
O gün cehenneme diyeceğiz: "Doldun mu?" O da:
"Daha fazlası var mı?" diyecek. (Kaf Suresi, 30)
Cehennem nedir, sen bilir misin? Ne alıkoyar, ne bırakır.
Beşere delicesine susamıştır. (Müddessir Suresi, 27-29)
Her insan hayatı boyunca yaptığı iyi ve kötü tüm işlerden
sorumlu tutulacak ve ahirette bu tavırlarının karşılığını eksiksiz olarak
görecektir. Bu, Allah'ın sonsuz ve mutlak adaletinin bir gereğidir. Bu nedenle
dünya hayatını Allah'tan ve O'nun emirlerini uygulamaktan uzak olarak geçiren
kişilerin, -Allah'ın dilemesi dışında- tevbe etmedikleri takdirde ahirette
herhangi bir sebeple cehennem azabından kurtulmaları mümkün değildir. Kuran'da,
Allah'ın mutlak adaleti şöyle açıklanır:
... Onlar, 'bir hurma çekirdeğindeki iplikçik kadar' bile
haksızlığa uğratılmazlar. (Nisa Suresi, 49)
O gün, Allah hak ettikleri cezayı eksiksiz verecektir ve
onlar da Allah'ın hiç şüphesiz hak olduğunu bileceklerdir. (Nur Suresi, 25)
CAHİLİYE TOPLUMUNUN
ÖNEMLİ BİR ÖZELLİĞİ:
İKNA EDİLEMEMELERİ
Normal bir
akla ve şuur açıklığına sahip olan bir insan, kendisine keskin ve akılcı
deliller sunulduğu zaman fikri her ne olursa olsun, doğrular karşısında boyun
eğer ve hemen ikna olur. Çünkü bir insan olarak her zaman için yanılma
ihtimalinin olabileceğinin farkındadır. Bilmediklerini öğrenmenin, yanıldığında
kabul edip fikir değiştirmenin insanı küçük düşüreceğini değil, aksine
geliştireceğini bilir.
Ancak gördükleri delilleri ve duydukları gerçekleri bu
şekilde samimi ve dürüst bir bakış açısıyla değerlendirmeyen insanlar da
vardır. Cahiliye sisteminin çarpık mantık örgüsüyle hareket eden bu kimseler,
sabit fikirli ve inatçı yapılarıyla dikkat çekerler. Bu insanların öncelikli
olarak hedefledikleri şey, doğruyu bulmak ya da yanıldıkları noktaları
düzeltmek değildir. Onlar konu her ne olursa olsun, büyük bir yanlış ya da hata
içinde olsalar da, kendi bildiklerini karşı tarafa kabul ettirmek ve böylece de
kendilerini haklı çıkartmak peşindedirler. Hiçbir zaman yanılabileceklerine
ihtimal vermez, akıllarını şiddetle beğenirler. Bu, kimi insanlarda öylesine
bir hal alır ki, gözüyle gördüğü somut deliller dahi kişinin ikna olması için
yeterli olmaz. Fakat bu, onların doğru ile yanlışı birbirinden ayırt
edememelerinden değil, aksine doğru olanı vicdanlarıyla gördükleri halde bile
bile anlamazlıktan gelmelerinden kaynaklanmaktadır. Kuran'da cahiliye toplumunun
bu özelliğine geçmişteki kavimlerden şöyle bir örnek verilmiştir:
Siz (Müslümanlar,) onların size inanacaklarını umuyor
musunuz? Oysa onlardan bir bölümü, Allah'ın sözünü işitiyor, (iyice algılayıp)
akıl erdirdikten sonra, bile bile değiştiriyorlardı. (Bakara Suresi, 75)
Her ne pahasına olursa olsun inkarda direten bu insanlara
doğruları göstermek, onları ikna etmek için yeterli olmaz. Özellikle de iman
etmeleri konusunda, kendilerine gösterilen delillere karşı tamamıyla duyarsız
bir tavır sergilerler. Nitekim Kuran'da bu gerçek, "şüphesiz, inkar
edenleri uyarsan da, uyarmasan da, onlar için farketmez; inanmazlar" ayetiyle
bildirilmiştir. (Bakara Suresi, 6)
Peki nasıl olur da aynı akılcı deliller kimi insanlara
sunulduğunda onlar hem vicdanen hem de aklen ikna olurken, cahiliye insanları
bu durumdan etkilenmezler? Onları bu derece inatçı ve ısrarlı bir tavra
sürükleyen şey nedir?
Kuşkusuz ki bu neden, kitabın başından beri önemle
üzerinde durulan cahiliye toplumunun dünyaya olan sevgileri ve hırs derecesindeki
bağlılıklarıdır. Doğruları açıkça gördükleri halde, vicdanlarına baskı yaparak
nefislerinin peşinden giderler. Eğer vicdanlarının sesini dinleyip, gördükleri
doğrular karşısında teslim olurlarsa, bunun dünya hırslarını kıracağını ve
ahiret inancını getireceğini bilirler. Bu noktaya gelmeyi hiç istemediklerinden
dolayı da daha en başından vicdanlarına baskı uygularlar. Peşi sıra gittikleri
nefis ise ayetlerde de belirtildiği gibi,
Allah'ın dilemesi dışında daima, var gücüyle kötülüğü emreder. (Yusuf
Suresi, 53) Bu nedenle nefis, kendisine sığınan ve kendisine teslim olan
kişilerin, doğrular karşısında ikna olmamaları için her türlü telkini yapar.
Bunun yanında dünyadan kopmak istemeyen insanların
nefislerine yol gösteren negatif bir güç de şeytandır. Kuran'da şeytan'ın
insanların doğrular karşısında ikna olmalarını engellemeye çalışacağı şöyle
bildirilmiştir:
Dedi ki: "Madem öyle, beni azdırdığından dolayı
onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin dosdoğru yolunda (pusu kurup)
oturacağım. Sonra muhakkak önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
sokulacağım. Onların çoğunu şükredici bulmayacaksın. (Araf Suresi, 16-17)
Kendilerine şeytanı ve nefislerini rehber edinen bu
insanların ikna edilememesi, tarih boyunca tüm Peygamberlerin karşılaştıkları
ve bu uğurda ciddi şekilde mücadele verdikleri bir durumdur. Her Peygamber
cahiliye dinini yaşamakta olan kavimlerine hakkı ve doğruyu getirmiş, ancak
iman eden az bir topluluk dışında kalanlar din ahlakını yaşama konusunda ikna
olmamışlardır. Bu konuda Kuran'da yer alan en çarpıcı örneklerden biri Nuh
Peygamber (as)'ın kavmine ilişkindir. Hz. Nuh (as) gönderildiği cahiliye
toplumunun gerçekleri görmesi ve iman etmesi için her türlü yolu denemiştir.
Ancak kavmi, kulaklarını parmaklarıyla tıkayacak kadar ileri gitmiş ve ikna
olmamakta direnmiştir:
Dedi ki: Rabbim, gerçekten kavmimi gece ve gündüz davet
edip-durdum. Fakat benim davet etmem, bir kaçıştan başkasını arttırmadı.
Doğrusu ben, Senin onları bağışlaman için her davet edişimde, onlar parmaklarını
kulaklarına tıkadılar, örtülerini başlarına çektiler ve büyüklük tasladıkça
büyüklük gösterip-direttiler. Sonra onları açıktan açığa davet ettim. Daha
sonra (davamı) onlara açıkça ilan ettim ve kendilerine gizli gizli yollarla
yanaşmak istedim. (Nuh Suresi, 5-9)
Nuh: "Rabbim, gerçekten onlar bana isyan ettiler;
mal ve çocukları kendisine ziyandan başka bir şeyi arttırmayan kimselere
uydular." (Nuh Suresi, 21)
Kuran'daki tüm bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi,
cahiliye toplumunun ikna edilememesi, onların nefislerine uyma, haktan yüz
çevirme ve dünyayı tercih etme konusundaki inatlarından kaynaklanmaktadır. Bu
nedenle de kendilerine sunulan deliller ne kadar güçlü olursa olsun yüz
çevirirler. Bu tutumlarını sürdürebilmek için de çeşitli mazeretler öne
sürerler. Allah Kuran'da insanların en çok hangi konularda ikna
edilemediklerini ve bunlara karşı ne tür bahaneler öne sürdüklerini açıklamış
ve bu konudaki samimiyetsizliklerini müminlere haber vermiştir.
Ancak bu konuyu incelemeden önce, cahiliye toplumunun
ikna olmamak için başvurduğu temel yöntemlerden biri olan demagoji konusunu ele
almakta fayda vardır.
Şeytanın cahiliye
toplumuna öğrettiği
direnme yöntemi:
"Demagoji"
Cahiliye toplumunun ikna olmadıkları konularda
başvurdukları en temel yöntemlerden biri "demagoji" yapmaktır.
"Demagoji"yi, kimi zaman çıkarlarını, kimi zaman gururlarını, kimi
zaman da itibarlarını korumak amacıyla başvurdukları dolambaçlı ve samimiyetsiz
konuşmaların ve bu konuşmalarda kullandıkları davranışların tümü olarak tanımlayabiliriz.
Karşı tarafın haklılığını bastırmak için sürekli söz kesmek, bağırarak üste
çıkmak, ardı arkası gelmeyen yalanlarla savunma yapmak en bilinen demagoji
yöntemlerinden sadece birkaç tanesidir.
İnkarcılar din ahlakını kavramak için kullanmadıkları
zekalarını, demagoji sanatlarını geliştirmek için var güçleriyle kullanırlar.
Haklı çıkabilmek ya da menfaat elde edebilmek için olmadık mantıklar üretirler.
Ama tüm bunların temelinde yatan asıl amaçları, gerçeklere karşı direnmek,
haklı çıkmak ve böylece de vicdanlarını rahatlatacak bir bahane bulmaktır.
Bu yöntem, söz konusu kişilerin tek başlarına
geliştirdikleri bir sistem değildir; pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da
onlara şeytan rehberlik eder. Kuran'da şeytanın Allah'a karşı ilk nankörlüğünde
yine demagojik konuşmalara sığındığına, diğer bir deyişle ilk demagogun şeytan
olduğu şöyle haber verilmiştir:
(Allah) Dedi ki: "Ey İblis, iki elimle yarattığıma
seni secde etmekten alıkoyan neydi? Büyüklendin mi, yoksa yüksekte olanlardan
mı oldun?" Dedi ki: "Ben ondan daha hayırlıyım; Sen beni ateşten
yarattın, onu ise çamurdan yarattın." Dedi ki: "Ben, kuru bir
çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın beşere secde etmek için var
değilim." (Allah) Dedi ki: "Öyleyse ordan (cennetten) çık, artık sen
kovulmuş bulunmaktasın. (Sad Suresi, 75-77)
Şeytan, Allah'ın huzurunda "Adem'e secde
etmesi" söylendiğinde kibirlenip direnmiş ve sapkın bir mantıkla
açıklamalar getirerek demagoji yapmaya kalkışmıştır. Bahane olarak öne sürdüğü
şey ise, insanın çamurdan kendisinin ise, kendince ondan daha üstün olan,
ateşten yaratılmasıdır. Oysa ki şeytanın asıl amacı itaatsizlik yapmak ve baş
kaldırmaktır. Çamur ile ateş arasında kıyas yapması ise, tamamen bir bahaneden
ibarettir.
İşte cahiliye insanının durumu da aynı böyledir. Önce
inkar etmeye karar vermiş, ardından buna uygun bahaneler bulmaya girişmiştir.
Bu noktada da yaptığı samimiyetsizliği örtbas etme ve vicdanını rahatlatma
isteğiyle şeytanın tavrını örnek alarak demagoji kılıfına sığınmıştır.
Şeytan, kendisine uyan bu insanlara içlerindeki
"nefislerinin sesi" yoluyla sürekli sinsice demagoji yöntemleri
gösterir. Öyle ki insan kendi içinde bir yanda hiç ara vermeden doğruları
söyleyen vicdanıyla diğer yanda da daima kötülüğü emreden ve sayısız bahaneler
öne sürerek vicdanını susturmaya çalışan, şeytanın sözcülüğünü yapan nefsiyle
karşı karşıya kalır. Böylece şeytan her an ve her durumda insanlara yaklaşır ve
onları doğru olandan uzaklaştırmaya çalışır.
İşte dünyanın her neresinde ve hangi dönemde yaşamış olursa
olsunlar insanların din ahlakını yaşamamak için öne sürdükleri mazeretlerin ve
kullandıkları tüm taktiklerin yüzyıllardır neredeyse "kelimesi
kelimesine" hep aynı olmasının sebebi de budur. Kuran'da bu gerçek şöyle
haber verilmiştir:
Onlar bunu (tarih boyunca) birbirlerine vasiyet mi
ettiler? Hayır; onlar, 'azgın ve taşkın (tağiy)' bir kavimdirler. (Zariyat
Suresi, 53)
Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini
söylediler. (Müminun Suresi, 81)
Ancak burada şu önemli noktayı belirtmekte fayda vardır.
Şeytan, yaratılmış tüm insanlar, melekler ve cinler gibi Allah'ın hakimiyeti ve
kontrolü altında olan bir varlıktır. Cahiliye toplumlarında sanıldığı gibi,
kendine ait bir gücü yoktur. Bir imtihan vesilesi olarak faaliyetlerini
sürdürmesine, Allah izin vermektedir. Allah bu gerçeği ayetlerde şöyle açıklar:
Dedi ki: "Rabbim, öyleyse onların dirileceği güne
kadar bana süre tanı." Dedi ki: "Öyleyse, sen (kendisine) süre
tanınanlardansın." "Bilinen günün vaktine kadar." Dedi ki:
"Rabbim, beni kışkırttığın şeye karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde
onlara, (sana başkaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip-çekici göstereceğim
ve onların tümünü mutlaka kışkırtıp-saptıracağım." "Ancak onlardan
muhlis olan kulların müstesna." (Allah) Dedi ki: "İşte bu, Bana göre
dosdoğru olan yoldur." "Şüphesiz, kışkırtılıp-saptırılmışlardan sana
uyanlar dışında, senin Benim kullarım üzerinde zorlayıcı hiçbir gücün
yoktur." (Hicr Suresi, 36-42)
Tarih boyunca pek çok topluluk kendilerine Allah'ın
emirleri ve yükümlülükleri hatırlatıldığında şeytanın klasik demagoji
yöntemlerine başvurmuş ve böylece gerçeklerden kendilerince kaçabileceklerini
düşünmüşler, ancak kendilerini kandırmaktan başka birşey elde edememişlerdir.
Kuran'da, inkar edenlerin bu psikolojileri ve ne tür demagojik konuşmalarla
kendilerini kurtarmaya çalışacakları önceden bildirilmiş ve insanların ikna
olmamakta kullandıkları bu metodlara dikkat çekilmiştir.
Cahiliye toplumu insanlarını, ölümle her an karşılaşabilecekleri
konusunda ikna etmek mümkün değildir. Bu kadar kesin ve açık bir gerçek
olmasına rağmen, insanların büyük bir kısmı ölümün yakınlığını unutmaya
çalışırlar. Çünkü ölüm, delicesine bağlı oldukları dünya hayatını yok eder, din
ahlakının uygulanması gerektiğini hatırlatır, cehennem gerçeğini karşılarına
çıkarır. Kaçmak için ise "düşünmemek" tek yöntemleridir.
Ölümü düşünmeyen ve özenle bu konudan kaçan cahiliye
halkı, ölüme karşı adeta bir isyan hali içerisindedir. Ölenlerin ardından
"gencecik yaşında ölüverdi", "keşke o ölmeseydi de ben
ölseydim", "hayatının baharındaydı" gibi akılsızca yorumlar
yaparak büyük bir hata içine düşerler. Ölümün Allah'ın emri olduğunu ve
Allah'ın herşeyi hayırla ve bir kader üzerine yarattığını düşünmezler. Ayrıca
kendilerini düşünmemeye o kadar çok alıştırmışlardır ki, çoğu zaman bu tarz
ifadelerin Allah'ın takdirine karşı bir isyan olduğunun ve bu tavırlarının
karşılığının çok şiddetli olabileceğinin dahi farkına varmazlar.
Cahiliye toplumlarında ölüm konusunda daha pek çok
cahilce yorum vardır. Örneğin; onlara göre yaşlı ve hasta birinin ölmesi son
derece makuldur. "Kurtuldu" diyerek ölümünü tasdik ederler. Bu tarz
ölümlerin "sıralı" ölüm olduğunu düşünürler. Özellikle yaşlı birinin
hiçbir acı çekmeden yatağında uyurken ölmesi, onlara göre olağan, hatta
"güzel" bir ölümdür. Ancak genç birinin ani ölümünde aynı şeyi
düşünmeleri hemen hemen imkansızdır. Oysa onun da eceli genç yaşta ölmektir;
ama bunu asla anlayamazlar. Üstelik yatağında uyurken ölen insanın huzur içinde
öldüğüne dair de hiçbir delilleri yoktur. Allah iman edenlerin canlarının huzur
içinde alınacağını bildirmiş, ancak inkar edenlerin daha ölüm anındayken dahi
çok şiddetli acı çekmeye başladıklarını haber vermiştir. Dolayısıyla yatağında
ölümle buluşan bir insan eğer inkarcı ise, melekler sırtına vurarak canını
almışlardır ve dünyadaki diğer insanlar fark edemese de onlar başlarına gelecek
büyük azabın nasıl şiddetli olacağını çoktan anlamışlardır.
Cahiliye ahlakına sahip insanların bir başka cahilce
iddiaları da, ölümün birtakım olaylar zincirinde gerçekleştiğini
düşünmeleridir. Örneğin; bir araba kazasında ölen biri için "o yola
girmeseydi ölmezdi" diye düşünürler. Kuran'da Peygamberimiz (sav)
dönemindeki inkarcıların ölen kişiler için "Yanımızda olsalardı, ölmezlerdi,
öldürülmezlerdi" (Al-i İmran Suresi, 156) dedikleri haber verilmiş ve
insanlar bu sapkın mantığa karşı uyarılmışlardır. Çünkü hiçbir ölüm asla
tesadüfi olarak gerçekleşmez. Daha o kişi dünyaya gelmeden önce ne zaman,
nerede ve nasıl öleceği Allah Katında bellidir. Allah bu gerçeği, "Sizin
aranızda ölümü takdir eden Biziz ve Bizim önümüze geçilmiş değildir"
ayetiyle bildirmiştir. (Vakıa Suresi, 60)
Bu insanlar için, yakın çevrelerinden özellikle de henüz
yaşı genç bir tanıdıklarının ölümü, ani ve beklenmedik bir durumdur. Bu kişinin
özellikle, bir kaza ya da ağır bir hastalık sonucu ölmüş olması, genç ve
sağlıklı görülen bedeninin tanınamayacak hatta bakılamayacak hale gelmesi,
ölümü unutmak isteyen bu tip insanlara büyük bir darbe olur. Daha bir-iki gün
önce beraber oldukları bir insanı, yol kenarında, geçirdiği bir trafik kazası
sonucu tanınmayacak bir halde yerde yatarken görmeleri, daha sonra da bu
kişinin siyah bir naylon torbanın içine konulup morga götürülmesi, bu
zihniyette bir insanın unutmaya çalıştığı birçok şeyi aklına getirir. Çünkü
ayaklarından ve kafasından tutularak taşınıp morga kaldırılan bu insan belki
de, bir gün öncesine kadar işlerinde nasıl yeni girişimler yapacağı, hayatta ne
tür başarılara imza atacağı gibi konulardan bahsetmekte ve aynı kendisi gibi
ölümü kendisinden çok uzaklarda görmekteydi. Oysa şimdi bu kimsenin belki de
bir zamanlar oldukça beğendiği bedeni, kokuşmaması amacıyla bir an önce morga
kaldırılacak ve orada diğer ölülerin bulunduğu soğuk dolaba terkedilecektir.
Bir iki gün içinde de beyaz bir bezin içine sarılarak kendisi için açılan
çukurun içine atılacaktır. İdealleriyle, dünyaya bakış açısıyla kendisine çok
benzeyen bir insanı bu durumda görmek kişinin kalbini bir anda korkuyla
doldurur. Çünkü kendisi de bir gün bu duruma düşecek, hiç beklemediği bir anda
ölümle karşılaşacaktır.
Ancak cahiliye toplumundaki çoğu kişi için bu korku, çok
kısa sürer. Aradan az bir süre geçmeden umursuz zihniyetlerine yeniden geri
döner ve ölümü yine kendilerinden uzak görmeye başlarlar. İşlerinin başına
dönüp tekrar para kazanmaya ya da kendi deyimleriyle "hayatın
gerçekleriyle yüzyüze gelmeye" başlamalarıyla birlikte eski yapılarına
geri dönerler. Sanki bir süre önce ölümle burun buruna gelen kimseler kendileri
değilmişcesine, ölümü hafife alan demagojik konuşmalar yapmaya başlarlar.
"Yalan dünya işte, insanlar bir varmış bir yokmuş..." ya da
"ölümlü dünya, yok olup gitti işte!" gibi anlamsız konuşmalar yapar,
ancak söyledikleri sözün ne manaya geldiğini dahi düşünmezler. Kimileri de
"ölenle ölünmez, bak hayat tüm hızıyla devam ediyor", "ölen
ölür, kalan sağlar bizimdir" gibi laflarla "madem ölüm herşeyi kesip
bitiriyor, öyleyse biz de işimize dönüp 'iki günlük dünya'nın tadını çıkarmaya
bakalım" şeklinde son derece çarpık çıkarımlarda bulunurlar. Bu yolla,
birbirlerine ölümlü dünyada hiçbir şeyi kafalarına takmamalarını ve ölümü bir
daha asla düşünmemek gibi kendilerine büyük kayıp getirecek telkinlerde
bulunurlar.
Ölümün yakınlığını unutmak için yaptıkları bir başka
çirkin tavır da "ölenle ölünmez" deyip, ölümü akıllarından
uzaklaştırır uzaklaştırmaz, yakınlarından kendilerine kalan mirasın miktarını
araştırmaya başlamalarıdır. Ölümden bile yine dünyaya bağlanacak sonuçlar
çıkaran bu insanlara, belki de o mirası harcamaya vakit dahi bulamadan ölümle
karşılaşabileceklerini anlatmak ise mümkün olmaz.
Hayatları boyunca ölümden ve ölümü düşünmekten mümkün
olunca uzak yaşamaya çalışan bu insanların ısrarla gözardı ettiği büyük gerçek
ise, ölümün aslında her insanla her an beraber olduğu ve ölümden kaçmanın asla
mümkün olmadığıdır. Her insan muhakkak Allah'ın takdir ettiği vakit geldiğinde
ölümle buluşacak, öldükten sonra tekrar dirilecek ve dünyada yaptıklarından
hesaba çekilecektir. Dolayısıyla cahiliye ahlakını yaşayan bir kısım insanların
kendilerini kandırmak için ölümü düşünmekten kaçınmaları, hiçbir şeyi
değiştirmemektedir. Bu gerçek Kuran'da şu şekilde bildirilmiştir:
Her nerede olursanız, ölüm sizi bulur; yüksekçe yerlerde
tahkim edilmiş şatolarda olsanız bile. Onlara bir iyilik dokunsa: "Bu,
Allah'tandır" derler; onlara bir kötülük dokunsa: "Bu sendendir"
derler. De ki: "Tümü Allah'tandır." Fakat, ne oluyor ki bu topluluğa,
hiçbir sözü anlamaya çalışmıyorlar? (Nisa Suresi, 78)
Tarih boyunca gelmiş geçmiş tüm cahiliye toplumlarında
dikkati çeken bir başka özellik, insanların çoğunun kutsal kitapların Allah
tarafından indirildiğine ikna edilememiş olmalarıdır. Bunun altında yatan asıl
amaçları, yine din ahlakını yaşamaktan kaçmaya çalışmalarıdır. Çünkü bu
kitapların Allah tarafından indirilmiş hak kitaplar olduğunu kabul etmeleri,
hak dini ve onun getirdiği yükümlülükleri de sonuna kadar kabul etmelerini
gerektirecektir. Oysa onlar vicdanlarını kapatarak, nefislerinin peşi sıra gidebilmek
ve ahirette hesap vereceklerini unutarak yaşamak isterler. Bu nedenle,
gerçekleri görseler de sonuna kadar direnirler.
Cahiliye toplumlarının tarih içerisinde İncil'e, Tevrat'a
ve Zebur'a karşı gösterdikleri bu geleneksel tutumları, Kuran'ın hak kitap
olduğuna ikna edilememeleriyle de kendini göstermiştir. Peygamberimiz (sav),
kavminin Kuran'a iman etmesi için her yolu denemiş ama içlerinden bir kısmı
ikna olmamakta direnmişlerdir. İnkarda karar kılmış ve kayıtsız kalmışlardır.
Ancak bir yandan da vicdanlarında oluşan rahatsızlığı giderebilmek için çeşitli
yöntemlere başvurmuşlardır. Kuran'da bu demagojik konuşmalarından bazılarına
şöyle yer verilmiştir:
İnkar edenler dediler ki: "Bu (Kur'an) olsa olsa
ancak onun uydurduğu bir yalandır, kendisi düzüp uydurmuş ve ona bir başka
topluluk da yardımda bulunmuştur." Böylelikle onlar, hiç şüphesiz
haksızlık ve iftira ile geldiler. Ve dediler ki: "Bu, geçmişlerin
uydurduğu masallardır, bir başkasına yazdırmış olup kendisine sabah akşam
okunmaktadır." (Furkan Suresi, 4-5)
"Hayır" dediler. "(Bunlar) Karmakarışık
düşlerdir; hayır, onu kendisi uydurmuştur; hayır o bir şairdir. Böyle değilse,
öncekilere gönderildiği gibi bize de bir ayet (mucize) getirsin." (Enbiya
Suresi, 5)
Görüldüğü gibi, Kuran'ın üstünlüğüne şahit oldukları
halde, Peygamberimiz (sav)'e kendi düşük akıllarınca şairlik, büyücülük gibi
iftiralar yöneltmiş, hatta Kuran'ı kendisinin yazdığı yalanını dahi
söylemişlerdir. Allah Katından hiçbir bilgileri olmadığı halde zanlarda
bulunmuş, Allah adına yalan söylemiş ve iftiralarda bulunmuşlardır. Kuşku yok
ki, aslında kendileri de Kuran'ın Allah Katından indirilen hak kitap olduğunu
çok iyi bilmektedirler. Ya da bu mübarek insanın ne şair ne de büyücü
olmadığına, aksine son derece güzel ahlaklı, samimi ve dürüst bir insan
olduğuna en başta kendileri şahittirler. Ama bu bölümün başında da
belirttiğimiz gibi, cahiliye insanları bu şekilde mazeretler öne sürerek
kendilerini inkarda sabit kılmak, çevrelerinde taraftar toplamak ve böylece
vicdanları üzerinde oluşan baskıyı kendi düşük akıllarınca hafifletmek
isterler.
Cahiliye toplumunun bu mantık çarpıklıkları ve hiçbir
dayanağı olmayan demagojik konuşmaları ise, Kuran'da çok keskin bir biçimde
yanıtlanmıştır ve bu konuşmalar dolayısıyla ahirette alacakları karşılık da
açıkça bildirilmiştir:
Hiç şüphesiz o (Kur'an), şerefli bir elçinin kesin
sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne az inanıyorsunuz? Bir kahinin de sözü
değildir. Ne az öğüt alıp-düşünüyorsunuz? Alemlerin Rabbinden bir indirilmedir.
(Hakka Suresi, 40-43)
Yoksa: "Onu kendisi uydurup-söyledi" mi
diyorlar? Hayır; onlar iman etmiyorlar. "Şu halde, eğer doğru sözlüler
iseler, benzeri bir söz getirsinler." (Tur Suresi, 33-34)
Bu Kur'an, Allah'tan başkası tarafından yalan olarak
uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı
olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, alemlerin Rabbindendir. Yoksa:
"Bunu kendisi yalan olarak uydurdu" mu diyorlar? De ki: "Bunun
benzeri olan bir sûre getirin ve eğer gerçekten doğru sözlüyseniz Allah'tan
başka çağırabildiklerinizi çağırın." Hayır, onlar ilmini kuşatamadıkları
ve kendilerine henüz yorumu gelmemiş bir şeyi yalanladılar. Onlardan öncekiler
de böyle yalanlamışlardı. Zulmedenlerin nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak.
(Yunus Suresi, 37-39)
CAHİLİYENİN İLKEL MANTIĞINDAN UZAKLAŞMAK
Baştan beri
üzerinde durduğumuz gibi, cahiliye insanlarının dünyaya yönelik yaptıkları
hesaplar tutmamış ve bir türlü içinden çıkıp kurtulamadıkları bir sıkıntıya
düşmüşlerdir. Dünyada teknik olarak olabilecek en mükemmel şartlar altında
yaşasalar dahi, gerçek huzuru, gerçek mutluluğu yakalayamamış olmanın verdiği
rahatsızlıktan kurtulamamışlardır. Bu ilkel hayat tarzından, monotonluktan,
boşluktan, amaçsızlıktan, sıkıntılardan ve korkulardan kurtulabilmelerinin tek
yolu vardır. Kuran'da bu önemli sırra şöyle dikkat çekilmiştir:
... Haberiniz olsun; kalpler yalnızca Allah'ın zikriyle
mutmain olur. (Rad Suresi, 28)
Ayette haber verildiği gibi, bir insanın gerçek anlamda
huzura ve rahatlığa kavuşması, ancak Allah'ı anması, O'nun razı olacağı şekilde
bir hayat sürmesiyle mümkün olur. Kuran'ın bu sırrından habersiz olan cahiliye
toplumu ise içerisine düştüğü durumun kendilerince "hayatın bir
gerçeği" olduğuna, bundan kurtuluş olmadığına inanır. Oysa bu onların
yaptığı seçimin bir sonucudur ve çarpık mantıklarının getirdiği ahlaki
bozukluklarının bir neticesidir. İman edenlerin hayatında ise bu tür sıkıntılar
ve acılara hiç yer yoktur. İşte inanan ve bu önemli sırrın bilincinde olan
müminlere düşen görev de, bu kimselere "cahiliye sisteminin sunduğu bu
ilkel mantıktan arınmanın ve hem dünyada hem de ahirette güzel bir hayatla
yaşamanın" yolunu göstermektir. Diğer bir deyişle, Allah'ın tüm insanlara
indirdiği Kuran'a uymaya davet etmektir.
İlk olarak hatırlatılması gereken çok önemli bir konu
vardır: Söz konusu insanlar, başta cahiliye sistemini benimsedikleri için
sonuna kadar bu sistemi yaşamak zorunda olduklarını düşünürler. Bu sistemden
kurtuluşun mümkün olabileceğini anlayamazlar. Bu yüzden bu kişilere anlatılması
gereken ilk konu budur. Aksine Kuran ahlakıyla tanışmadan önce her insan
cahiliye toplumlarının değer yargıları doğrultusunda yetiştirilmiş ve bu bakış
açısıyla yaşamını sürdürmüş olabilir. Önemli olan kendilerine din ahlakını
yaşamaları gerektiği anlatıldığında içinde bulundukları durumu fark etmeleri ve
cahiliye toplumundan koparak, Kuran'a sarılmalarıdır. Nitekim Allah'ın
kitapları ve elçileri vasıtasıyla insanları uyarmasının amacı da budur zaten;
ataları uyarılmamış ve böylece cahil kalmış toplulukların uyarılıp, din
ahlakına davet edilmesi ve böylece doğru yolu seçmelerinin sağlanması. Allah
peygamberlerini görevlendirerek tarih boyunca yaşamış olan tüm cahiliye
toplumlarının uyarılmasını sağlamış ve onlara içinde bulundukları bu
cahillikten kurtulmaları için sayısız fırsatlar sunmuştur.
Üzerinde durulması gereken bir başka önemli nokta ise
şudur: Allah cahiliye toplumunda yaşayan kimselerin samimi olarak iman etmeleri
ve Kuran ahlakını yaşamaları durumunda geçmişte yapmış oldukları her türlü günahı
affedebileceğini vaat ederek, cahiliye sisteminden kopup ayrılmalarının yolunu
açmıştır.
Cahiliye toplumunun düşüncelerini, inançlarını, yaşam
tarzını terk edip iman eden bir kimsenin Allah Katında bağışlanacağı
müjdelendiği gibi, müminler de bu kimseleri geçmişte yaptıklarından dolayı
yargılamazlar. Bu kişinin yaptıklarının tüm karşılığı, Allah'a aittir. Müminler
bir insanı, halihazırdaki ahlakına ve tavrına göre değerlendirirler.
Görüldüğü gibi Allah cahiliye toplumundan ayrılıp, din
ahlakını yaşamayı son derece kolay kılmıştır. Bu durumda yapılacak en akılcı
davranışın Kuran'a uymak olduğu açıktır. Bir yanda sıkıntı içinde geçirilen
60-70 senelik bir cahiliye hayatı ve bunun ardından karşılaşılacak sonsuz
cehennem azabı; diğer yanda ise, dünya nimetlerinden en temiz şekilde
faydalanılan, en güzel ahlaklı insanlarla birlikte, en güzel ortamlarda
yaşanılan bir yaşam ve kavrayışımızın ötesindeki güzelliklerle dolu ebedi
cennet hayatı. Elbette mantıklı tek seçim, Kuran ahlakını yaşamak ve buna
karşılık Allah'ın sunduğu güzelliklere kavuşmaktır. Bunun yanında nefislerine
uymaktan vazgeçip, vicdanlarını devreye sokan kimseler, bunun sadece mantıken
değil aynı zamanda vicdanen de en doğru tercih olduğunu göreceklerdir. Çünkü
bizi yaratan, çevremizi sonsuz nimetlerle donatan ve bu gerçeğin şuuruna varıp
Kendisi'ne şükrettiğimiz takdirde, sonsuz cennet hayatını vereceğini vaat eden
Rabbimize yönelmek, kuşku yok ki vicdana ve insan yaratılışına en uygun
davranıştır.
Ancak tüm bunlara rağmen, Kuran ahlakını yaşamakta
tereddüt eden kimseler de olabilir. Kuran'da, "Hayır; siz çarçabuk
geçmekte olanı (dünyayı) seviyorsunuz. Ve ahireti
terkedip-bırakıyorsunuz." (Kıyamet Suresi, 20-21) ayetleriyle, bu
kimselerin, kendilerince daha yakın gördüklerinden dolayı dünya hayatına
bağlandıklarından bahsedilmektedir.
Bu noktada, halen kararsızlık içinde bocalamakta olan bu
insanlara Kuran'da tavsiye edilen ise "ölümü düşünmeleri"dir.
Çünkü belki de hiç son bulmayacakmışcasına bağlandığı dünyanın bir gün mutlaka
geride kalacağını düşünen kişinin aklı başına gelecektir. Söz konusu kişi
düşündüğünde görecektir ki, belki de ani bir kaza ya da beklenmedik bir
hastalık burada bahsedilen 60-70 yıllık bir ömre bile ulaşamadan, henüz yirmili
otuzlu yaşlardayken ölümüne neden olacaktır. Böyle bir durumda bu insan,
diplomalarını, malını, mülkünü, fabrikalarını, evini, arabasını, ailesini,
çocuklarını, kısacası herşeyini dünyada bırakarak toprağın altına girecektir.
Çok kısa bir süre içerisinde geriye birkaç kemik parçasından başka bir şeyi kalmayacak
olan bu insanın, dünya hayatından, beraberinde ahirete götürdüğü tek şey, Allah
için yapıp kazandıkları olacaktır.
Bu nedenle cahiliye sistemini yaşayan kimselerin de bu
açık gerçeği bir an önce görmeleri gerekir. Çünkü ölümden sonra her insanın
kesin olarak karşılaşacağı gerçek, ahiretin varlığıdır. Orada herkes dünya
hayatında yaptıklarının eksiksiz olarak karşısına çıktığına şahit olacaktır.
Allah'ı unutanlar, "Öyleyse bu (azap) gününüzle karşılaşmayı unutmanıza
karşılık azabı tadın. Biz de sizi gerçekten unuttuk; yaptıklarınıza karşılık
ebedi azabı tadın." (Secde Suresi, 14) ayeti gereği cehenneme sevk
edilecek ve sonsuza kadar tek bir dostları ve yardımcıları dahi olmadan orada
azap içinde yaşayacaklardır.
Kendilerine Kuran ahlakı anlatıldığında Allah'ın davetine
uyup samimi bir tevbe ile tevbe eden ve Kuran'a tabi olanlar ise, hem dünya
hayatında hem de ahirette kurtuluşa ereceklerdir:
Rableri Katında dileyecekleri herşey onlarındır. İşte bu,
ihsanda bulunanların ödülüdür. Çünkü Allah, onların (dünyada) yaptıklarının en
kötüsünü temizleyip-giderecek ve yaptıklarının en güzeliyle ecirlerini
verecektir. (Zümer Suresi, 34-35)
Erkek olsun, kadın olsun, bir mü'min olarak kim salih bir
amelde bulunursa, hiç şüphesiz Biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların
karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz. (Nahl Suresi, 97)
SONUÇ
Kitap boyunca
cahiliye ahlakını taşıyan insanların hayata bakış açılarına, yaşama amaçlarına,
değer yargılarına, mantık örgülerine, inançlarına, korkularına ve karakter
yapılarına yer verdik. Tüm bundaki amaç, Kuran ahlakından uzak yaşamanın
kişileri nasıl "ilkel bir mantığa" ve bundan kaynaklanan ilkel yaşam
ve zihniyete sürüklediğini ortaya koymaktı. Ancak daha da önemlisi, bu hayatı
benimseyen insanlara, yaptıkları tercihin hem dünyada hem de ahiret
hayatlarında nasıl büyük kayıplara mal olacağını göstermekti.
"Eğer hak,
onların heva (istek ve tutku)larına uyacak olsaydı hiç tartışmasız, gökler, yer
ve bunların içinde olan herkes (ve herşey) bozulmaya uğrardı. Hayır, Biz onlara
kendi şan ve şeref (zikir)lerini getirmiş bulunuyoruz, fakat onlar kendi
zikirlerinden yüz çeviriyorlar" ayetiyle
Allah, cahiliye sisteminin istek ve tutkularıyla hareket edenlerin
karşılaşacakları sonun mutlaka hüsran olduğunu haber vermiştir. (Müminun
Suresi, 71) Bu hüsrandan kurtulmanın ise tek bir yolu vardır: Kuran ahlakını
yaşamak. Çünkü Kuran ahlakı, insanlara "asıl
şan ve şereflerini" kazandırır. İnsanları içine hapsoldukları
cahillikten, ilkel mantık örgülerinden, sıkıntılı ortamlardan, olumsuz karakter
özelliklerinden, asılsız korkulardan, sapkın inançlardan ve tüm bunların sebep
olacağı sonsuz bir cehennem azabından kurtarır. Bunların yerine temiz bir akıl,
güzel bir ahlak, cennet benzeri huzur dolu ortamlar, ve en önemlisi de sonsuz
nimetlerle dolu sonsuz bir cennet hayatı kazandırır.
İşte bu kitabın yazılış amacı da, hem cahiliye
insanlarının içerisine düştüğü "karanlık ortamı", hem de Kuran
ahlakı sayesinde yaşanan "güzel hayatı" açıkça ortaya
koyduktan sonra, insanları üstün bir hayat sunan Kuran ahlakına davet etmektir.
Kuran'a uyan insan kurtuluş bulacaktır. Allah "Sizi karanlıklardan nura
çıkarması için kuluna apaçık ayetler indiren O'dur…" (Hadid Suresi, 9)
ayetiyle, Kuran ahlakını yaşamanın insanları kurtuluşa ulaştırdığını haber
vermektedir.
Bu kitap, cahiliye toplumuna İslam ahlakının bir tebliği
ve hatırlatmasıdır. "Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine
bir yol bulabilir" (Müzzemmil Suresi, 19) ayetiyle de belirtildiği
gibi, dileyen Kuran ayetleri doğrultusunda verilen öğütlere uyar. İnsanın bu
dünyada geçireceği süre çok kısadır; istisnasız her insan için "göz açıp
kapayıncaya kadar" geçecektir. Kendini bütünüyle bu kısa süreye adayarak
sonsuz bir azabı göze almak ise kuşkusuz kişinin kendisi için yapabileceği en
büyük akılsızlıktır. Ebedi kurtuluşun tek yolu bir an önce cahiliye ahlakının
tüm pisliklerinden kurtularak Allah'ın davet ettiği din ahlakına uymaktır. Bu
kitabı okuyan tüm insanlardan beklenen de, bu en doğru seçimi yapmalarıdır.
De ki: "Hak geldi, batıl yok oldu. Hiç şüphesiz
batıl yok olucudur." (İsra Suresi, 81)
Allah, Kuran’da, din ahlakından uzak olan insanları
"cahil" olarak isimlendirir. Burada kullanılan "cahil"
sıfatı, halk arasında bilinenden farklı bir anlam içerir. Halk arasındaki cahil
tanımlaması, genellikle okuma yazma bilmeyen, iyi bir eğitimi ve tahsili
olmayan, görgüden yoksun insanlara yapılan bir yakıştırmadır.
Kuran’da ifade edilen cahillik ise kişinin, yaratılış
amacından, Yaratıcımızın vasıflarından, kendisine gönderilen kitaptaki bilgi ve
hikmetten, sonsuz yaşamını ilgilendiren konulardan habersiz olması ve bu
cehaletin doğurduğu şuursuz bir yaşam biçimini benimsemesidir.
Cahiliye insanına göre, dünya hayatı insanlar arasındaki
bir yarış ve çekişmeden ibarettir. Başarılı ve güçlü olmak için, kişinin her
zaman öncelikli olarak kendisini düşünmesi ve bencilce hareket etmesi temel
prensiptir. Bu hayat şeklinin ne denli ilkel ve çarpık olduğu ise ancak
Kuran’da belirtilen yaşam biçimi, üstün düşünce ve ahlak yapısı ile kıyaslandığında
ortaya çıkar.
Bu kitabın amacı da, bu kıyası belirginleştirerek,
"cahiliye toplumları"nın din ahlakından uzak olmalarından dolayı
nasıl "ilkel bir mantık" içerisine düştüklerini gözler önüne
sermektir. Ayrıca bu mantığın getirdiği ahlak modelini her yönüyle ortaya
koymak ve bu yapıdan kurtulmanın tek çözümünün de ancak Allah’ın insanlar için
seçip beğendiği din ahlakına uymakla mümkün olduğunu göstermektir.