ALLAH İÇİN YAŞAMAK
İÇİNDEKİLER
MÜSLÜMANIN HAYATININ AMACI:
ALLAH RIZASI
Allah Rızası
için Ciddi Bir Çaba
Nefsini
Tanımak
Şirkten
Kaçınmak
ALLAH RIZASININ EN ÇOĞUNU ARAMAK
Allah
Rızasının Anahtarı: Vicdan
Allah için
Sevmek
Mümin
Özellikleri
Müminlere
Yapılan Baskılar
CAHİLİYE TOPLUMUNDA HAYAT
Cahiliye
Toplumunda İnsan Değerlendirmenin Ölçüsü
Maddi Değerlere
Aşırı Önem Verenler
Cahiliye Toplumunda
Çarpık Ahlak Anlayışı
Sonsuza
Kadar Yaşama İsteği
Cahiliye
Toplumundaki Din Anlayışı
ALLAH'TAN BAŞKA İLAHLAR EDİNENLERİN
EBEDİ MEKANI: CEHENNEM
YALNIZCA ALLAH'IN RIZASINI ARAYANLARIN
EBEDİ MEKANI: CENNET
ALLAH İÇİN YAŞAMAK
MÜMİNLERİN HAYATININ AMACI:
ALLAH RIZASI
Allah, rızasına uyanları
bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi izniyle karanlıklardan
nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir. (Maide Suresi, 16)
İman
edenlerle diğer insanlar arasındaki fark nedir? Bu soruya samimi olarak iman
etmeyenlerden farklı cevaplar gelebilir. Onlar, müminlerle aralarında kültürel
ve ahlaki bazı ayrılıklar olduğunu söyleyebilirler. Salih müminlerin
"dünya görüşü"nün farklı olduğunu, onların bazı "değer"lere
inandıklarını, kendilerinin ise bu "değer"leri kabul etmediklerini
öne sürebilirler. Müslümanların kendilerinden fikri yönde farklılıklar
taşıdıklarını belirtebilirler.
Ama aslında bu söyledikleri, yalnızca temel bir farklılığın sonuçları
olarak ortaya çıkmıştır ve yalnızca gözle görülür bazı farklılıklardır. Onlar,
salih müminlerin gerçekte kendilerinden ne yönde farklı olduklarını çoğunlukla
anlayamazlar. (Zaten bu farkı anlamamış oldukları için mümin değillerdir.)
Müslüman, Allah'ın, dinine bağlananlara verdiği bir isimdir. Kuran'da tarif
edilen Müslümanları diğer insanlardan ayıran temel fark, bu insanların Allah'ın
sonsuz kudretinin tam anlamıyla farkında olmalarıdır. Allah'ın sonsuz
kudretinin farkında olmak ise, yalnızca, Yaratıcımız Yüce Allah'ın var olduğunu
tasdik etmek demek değildir. Allah Kuran'da bu gerçeği şöyle bildirmektedir:
De ki: "Göklerden ve yerden sizlere rızık
veren kimdir? Kulaklara ve gözlere malik olan kimdir? Diriyi ölüden çıkaran ve
ölüyü diriden çıkaran kimdir? Ve işleri evirip-çeviren kimdir?" Onlar:
"Allah" diyeceklerdir. Öyleyse de ki: "Peki siz yine de
korkup-sakınmayacak mısınız? İşte bu, sizin gerçek Rabbiniz olan Allah'tır.
Öyleyse haktan sonra sapıklıktan başka ne var? Peki, nasıl hala
çevriliyorsunuz?" (Yunus Suresi, 31-32)
Ayette soru
sorulan kişi, Allah'ın varlığına inandığını söyleyen ve O'nun sıfatlarını kabul
eden, ama tüm bunlara rağmen, "Allah'tan korkup-sakınma" özelliğinden
yoksun olan ve Allah'tan yüz çevirmiş biridir. Kuran'da haber verildiği gibi,
şeytan da Allah'ın varlığına inandığını, Rabbimiz'den korktuğunu söylemekte,
buna rağmen akılsızca isyankar bir tavır göstermekte ve çok çirkin bir ahlak
sergilemektedir.
Allah'ın
büyüklüğünü kavramak bu apaçık gerçeği sadece sözle dile getirmekten ibaret
değildir. Müslümanlar Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün farkına varan, O'nu
çok seven, O'ndan "korkup-sakınan" ve hayatlarını farkına vardıkları
bu büyük gerçeğe göre düzenleyen insanlardır. Diğerleri ise, ya Allah'ı inkar
edenler, ya da Allah'ın varlığını üstteki ayette tarif edilen kişininkine
benzer bir tarzda kabul etmesine rağmen Allah'tan
"korkup-sakınmayanlar"dır.
Bu
özellikteki insanların yaşamları, kendilerini yaratmış olan Allah'ın farkında
olmadan geçirilen yaşamlardır. Bunlar, büyük bir akılsızlıkla, hayatlarının kim
tarafından, nasıl ve neden başlatıldığını göz ardı ederler. Kendi akıllarınca,
zihinlerinde, Allah'a ve O'nun dinine yer olmayan yeni bir hayat kurmaya
çalışırlar. Kuran'da ise, böyle bir yaşamın boş ve çürük bir temele
dayandığını, yıkımla bitmeye mahkum olduğunu Rabbimiz şu hikmetli benzetmeyle
anlatır:
Binasının temelini, Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine kuran kimse mi
hayırlıdır, yoksa binasının temelini göçecek bir yarın kenarına kurup onunla
birlikte kendisi de cehennem ateşi içine yuvarlanan kimse mi? Allah, zulmeden
bir topluluğa hidayet vermez. (Tevbe Suresi, 109)
Allah'ın
ayette de haber verdiği gibi, Kuran'da tarif edilen şekilde bir imana sahip
olmayanların yaşamları, "yıkılacak yar"ların kenarlarına kuruludur.
Onların hayattaki tek amaçları "bu dünya"da mutluluğu ve rahatlığı
elde etmektir. Bu insanların kimi, kendine "zengin olmak" gibi bir
hedef belirler. Bu hedefine ulaşmak için elinden geleni yapacak, tüm fiziki ve
beyinsel gücünü zengin olmak için kullanacaktır. Kimisi de hayattaki amacını
"itibar sahibi ve ünlü bir insan olmak" olarak saptar. Bunu elde
etmek için de elinden gelen herşeyi yapar. Her türlü zorluğa katlanır, çeşitli
fedakarlıklarda bulunur. Ama bunların hepsi, ölümle birlikte yok olacak olan,
yalnızca dünya hayatına dair hedeflerdir. Hatta birçoğu henüz hayattayken de
kaybedilebilir. Dahası söz konusu kimseler bu hedeflerine ulaşsalar, hayatları
boyunca bu hedeflerine sahip olsalar, hatta planladıklarından çok daha
fazlasını elde etseler dahi hiçbir zaman elde ettikleri onları manen tatmin
etmeyecek, arayışı içinde oldukları huzur, mutluluk, sevgi ve rahatlığı elde
edemeyeceklerdir. Çünkü gerçek mutluluk, derin sevgi ve kalp rahatlığı ancak
samimi imanla kazanılan birer nimettir.
Oysa mümin,
Allah'ın varlığının ve gücünün farkındadır. Allah'ın onu niçin yarattığını ve
ondan neler istediğini bilir. Bu nedenle de dünyadaki asıl amacı Allah'ın razı
olduğu bir kul olmak için çalışmaktır. Kendisini amacına ulaştıracak her yolu
dener, bunun için ciddi bir çaba gösterir. Bu sayede -diğer insanlar için kesin
bir yıkımdan başka bir şey olamayan- ölümün de gerçek manasını bilir: Ölüm asla
bir yokoluş değil, asıl hayata geçiş aşamasıdır.
Mümin
olmayanların bir kısmı, büyük bir akılsızlık örneği olarak hayatlarının
tesadüfen ve "kendi kendine" oluştuğunu sandıkları gibi, hayatlarını
bitiren ölümün de "kendi kendine" oluşan bir "kaza"
olduğunu düşünürler. Oysa hayatı yaratan da ölümü yaratan da Allah'tır. Asla
bir tesadüf ya da kaza olmayan ölüm, Allah'ın özel olarak yarattığı, zamanı ve
yeri belirlenmiş bir olaydır.
İşte mümin
de, Allah'ın herşeye hakim olduğunu bilen ve ölümün bir son değil, asıl hayata
(ahiret) geçiş aşaması olduğunu kavrayan insandır. Bu gerçeklerin farkındayken
de, elbette diğerleri gibi hayatını "yıkılacak bir yarın kenarına"
kurmaz. Kendisini ve tüm evreni Yaratan'ın Yüce Rabbimiz olduğunu, hayatın,
ölümün ve ölüm-sonrası gerçek hayatın asıl sahibinin Allah olduğunu bildiği
için, Allah'a yönelir. Paranın, makam ve mevkinin, fiziki güzelliğin Allah'ın
yarattığı ve her an yaratmaya devam ettiği bu düzen içinde asıl kurtuluş yolu
olmadığını görür. Bunlar ancak, Allah'ın koyduğu kurallar sayesinde kısa bir
süre işleyecek olan "sebep"lerdir. Allah'ın yaratmış olduğu düzenin
temeli ise Allah'ın rızasıdır. Çünkü Allah sadece rızasına uyanları doğru yola
iletecektir:
Allah, rızasına uyanları bununla kurtuluş yollarına ulaştırır ve onları Kendi
izniyle karanlıklardan nura çıkarır. Onları dosdoğru yola yöneltip-iletir.
(Maide Suresi, 16)
Mümin,
Allah'ın rızasını aradığı için mümindir. İşte mümini, diğerlerinden ayıran en
önemli fark buradadır. Müminler, dinin Allah'ın rızasını kazanmak için
izlenecek hak yol olduğunu bilirken, birçoklarının cahilce düşüncelerine göre
din, birtakım inançları içeren kurallar bütünüdür ve hayatlarında önemli bir
yeri yoktur. Hiç şüphesiz bu insanlar, bu yanılgılarının acısını dünyada her
yönüyle yaşamaktadırlar, ahirette karşılaşacakları acı son ise çok daha
büyüktür.
Zaten gerçek
müminlerle, mümin taklidi yapan ikiyüzlüler (münafıklar) arasındaki ayrım da
burada ortaya çıkar. Müminler, dini Allah'ın rızası için şevkle, istekle ve
coşkuyla yaşarken, münafıklar kendilerince birtakım menfaatler elde etmek için
sadece taklidi tavırlar gösterirler. Samimi olarak dine inanmadıkları ve din
ahlakını yaşamadıkları halde, inanıyormuş ve yaşıyormuş gibi yaparlar. Müminler
5 vakit namazlarını "huşu" (Allah'a karşı saygı dolu bir korku)
içinde kılarken (Müminun Suresi, 1-2), münafıkların namazı insanlara
"gösteriş" olsun diye (Maun Suresi, 6) kılmaları da bundandır. Aynı
şekilde münafıklar, Allah yolunda yapılan harcamayı (infak) da gerçekte Allah
rızası için değil, yine insanlara gösteriş olsun diye yaparlar:
Ey iman edenler, Allah'a ve ahiret gününe inanmayıp, insanlara karşı
gösteriş olsun diye malını infak eden gibi minnet ve eziyet ederek
sadakalarınızı geçersiz kılmayın. Böylesinin durumu, üzerinde toprak bulunan
bir kayanın durumuna benzer; üzerine sağnak bir yağmur düştü mü, onu
çırılçıplak bırakıverir. Onlar kazandıklarından hiçbir şeye güç yetiremez (elde
edemez)ler. Allah, kafirler topluluğuna hidayet vermez. (Bakara Suresi, 264)
Allah Rızası İçin Ciddi Bir Çaba
Bazı insanlar kendilerine tek hedef olarak belirledikleri dünya nimetlerini
elde etmek için çok büyük bir çaba gösterirler. Zengin olmak, statü kazanmak ya
da başka menfaatler için ellerinden gelen herşeyi yaparlar. Çok kısa süre
içinde tümüyle ellerinden gidecek olan "az bir
değer" (Tevbe Suresi, 9) uğruna büyük bir
yarış içine girerler. Onlarınkinden çok daha büyük bir karşılığa, elde
ettikleriyle kıyaslanması asla mümkün olmayan en büyük nimete, Allah'ın
rızasına ve cennetine talip olan müminler de bu hedefleri için ciddi bir çaba
gösterirler. Allah, Kuran'da, müminin bu özelliğini şöyle tarif eder:
Kim çarçabuk olanı (geçici dünya arzularını) isterse, orada istediğimiz
kimseye dilediğimizi çabuklaştırırız, sonra ona cehennemi (yurt) kılarız; ona,
kınanmış ve kovulmuş olarak gider. Kim de ahireti ister ve bir mümin olarak
ciddi bir çaba göstererek ona çalışırsa, işte böylelerinin çabası şükre
şayandır. (İsra Suresi, 18-19)
Mümin Allah
rızası ve ahiret için "ciddi bir çaba gösterek" çalışır. Tevbe
Suresi'nin 111. ayetinde bildirildiği gibi, mümin malını ve canını Allah için
"satmıştır."
Allah'a
"malını ve canını satmış" olan bir insan, Allah rızası için
karşılaşacağı hiçbir zorluktan etkilenmeyecektir. Allah rızası dışında hiçbir
şeye yönelmeyecektir. Bedeni ve sahip olduğu
mallar "onun" değildir ki, bunlar konusunda kendi nefsinin bencil
tutkularına uysun. Bedeninin ve sahip olduğu herşeyin sahibi Allah'tır, tüm
bunları O'nun istediği şekilde kullanacaktır.
Bunların
yanı sıra göstereceği çabanın gerçekten ciddi olup olmadığı da denenecektir.
Allah yolunda hiçbir şeyden çekinmemelidir. Çünkü münafıklar da, eğer kendileri
için "yakın bir yarar" görürlerse, görünürde Allah rızasına uygun
olan bir işe -Allah'ın rızasını değil de, bu "yakın yarar"ı elde
edebilmek için- girişebilirler:
Eğer yakın bir yarar ve orta bir sefer olsaydı, onlar (münafıklar) mutlaka
seni izlerlerdi. Ama zorluk onlara uzak geldi. "Eğer güç yetirseydik
muhakkak seninle birlikte çıkardık." diye sana Allah adına yemin
edecekler. Kendi nefislerini helaka sürüklüyorlar. Allah onların gerçekten
yalan söylediklerini biliyor. (Tevbe Suresi, 42)
Dolayısıyla
mümin olmanın ölçülerinden biri, Allah rızasına karşı içli bir istek duymak ve
gerektiğinde bu yolda fedakarlık göstermekten kaçınmamaktır. Müminler, "katıksızca
(ahiretteki asıl) yurdu düşünüp anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad
Suresi, 46) Mümin, Allah'ın rızasının yanında başka çıkarlar gözetmez.
Allah'tan, rızasını, rahmetini ve cennetini umar, çünkü ayette bildirildiği
üzere, "Erkek olsun, kadın olsun inanmış olarak kim salih bir amelde
bulunursa, onlar cennete girecek ve onlar, bir 'çekirdeğin sırtındaki tomurcuk
kadar' bile haksızlığa uğramayacaklardır." (Nisa Suresi, 124)
Görüldüğü
gibi Allah'ın Kuran'da tarif ettiği mümin modeli son derece açık ve nettir.
Allah'a ve ahirete "kesin bir bilgiyle" (Lokman Suresi, 4)
iman edip, sonra da Allah yolunda "ciddi bir çaba" gösterenlerin
yurdudur cennet. Allah'a ancak "bir ucundan ibadet" edip, Allah'ın
rızasının yanında kendi basit dünyevi çıkarlarını korumaya çalışanların
durumunu ise, Rabbimiz Kuran'da şöyle açıklamaktadır:
İnsanlardan kimi, Allah'a bir ucundan ibadet eder, eğer kendisine bir hayır
dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isabet edecek
olursa yüzü üstü dönüverir. O, dünyayı kaybetmiştir, ahireti de. İşte bu,
apaçık bir kayıptır. (Hac Suresi, 11)
Mümin kendi
çıkarlarını gözetmeden sadece Allah rızasını arayarak Allah'ın Kuran-ı Kerim'de
bildirdiği, Peygamber Efendimiz (sav)'in hükmettiği sınırları özenle korur, bu
konuda sabırlı ve itidalli davranır. Allah'ın sınırlarını korumak konusunda
hiçbir şey onu gevşekliğe sürüklemez. Her anında Allah'ın kendisinden razı
olacağı şekilde davranmak için titizlik gösterir. İman sahibi bir insan
ibadetlerini de büyük bir titizlikle yerine getirir, Allah’ın farz kıldığı 5
vakit namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerini yaşamı boyunca şevkle sürdürür.
Allah’ın tüm Müslümanlara bildirdiği emirlerinin yanı sıra özel olarak Müslüman
kadınlara bildirdiği emir ve yasakları da bulunmaktadır. Bunlardan biri de,
başörtüsüdür. Kuran'a göre Müslüman kadın, başörtüsü takmak ve Kuran
ayetlerinde bildirilen şekilde tesettürüne dikkat etmekle yükümlüdür. Mümin
kadınların bu yükümlülüğü Kuran'da şu şekilde haber verilmiştir:
Mümin kadınlara da söyle: "Gözlerini (harama çevirmekten)
kaçındırsınlar ve ırzlarını korusunlar; süslerini açığa vurmasınlar, ancak
kendiliğinden görüneni hariç. Başörtülerini, yakalarının üstünü (kapatacak
şekilde) koysunlar..." (Nur Suresi, 31)
Peygamber
Efendimiz (sav)’in hadis-i şeriflerinde de, kadının nasıl giyinmesi ve nasıl
iffetli olması gerektiği açıkça tarif edilmiştir. Her asırda o devrin İslam
alimleri başörtüsünün önemine dikkat çekmişler ve bu konunun önemi üzerine
fikir birliği etmişlerdir. Bediüzzaman Said Nursi de Emirdağ Lahikası
isimli eserinde: “Bin üç yüz elli senede ve her asırda üç yüz elli milyon
Müslümanların kudsî bir düstur-u hayat-ı içtimaîsi (sosyal hayatın mukaddes bir
prensibi) ve üç yüz elli bin tefsirin mânâlarının ittifaklarına iktidaen
(uyarak) ve bin üç yüz elli senede geçmiş ecdatlarımızın itikadlarına ittibaen
(atalarımızın inançlarına tabi olarak) tesettür hakkındaki...” (Emirdağ
Lahikası, 361) diyerek bu gerçeğe dikkat çekmiştir. Bu ifadelerden de
anlaşıldığı üzere başörtüsü konusu her dönemde İslam alimlerinin, üzerinde
ittifak ettikleri, Kuran ayetleriyle de hükmü sabit olan bir konudur.
Mümin
kadınlar Yüce Allah’ın tesettür konusundaki emrine titizlik göstererek hem
dünyada saygın, onurlu, huzurlu ve mutlu bir yaşam sürerler hem de ahirette
Allah’tan güzel bir karşılık umarlar. Müminin asıl hedefi ahirettir. Allah
mümine ahirette sonsuz güzel bir yaşam vaat etmektedir. Rabbimiz mümin
kullarına dünyada da güzel bir hayat vereceğini vaat etmiştir; ama bu onun
dünyada hiç zorluk ve sıkıntıyla karşılaşmayacağı anlamına gelmez.
Karşılaşacağı zorluk ve sıkıntılar ise, onun denenmesi ve olgunlaşması içindir.
Müminin
karşılaşacağı zorluklar, aslında dışarıdan zor gibi görünen, fakat tam bir
teslimiyetle içine girildiğinde, Allah'ın kolaylaştırdığı olaylardır. Örneğin,
Hz. İbrahim (as) imanından dolayı ateşe atılmak istendiğinde Müslümanca
karşılık vermiş, inancından ve Allah'ın emirlerinden hiçbir taviz vermeyerek
ateşe atılmayı göze almıştır. Ateşe atılmak, dışarıdan bakan ve imanın
derinliğini kavramamış biri için bir insanın dünyada başına gelebilecek en
büyük fiziksel işkencedir. Fakat Allah'ın bu denemesini en güzel, en
teslimiyetli bir biçimde karşılayan Hz. İbrahim (as), dışarıdan zorlu görünen
bu olaydan Allah'ın yardımıyla hiçbir zarar görmeden kurtulmuştur. Nitekim
Allah, Kendi rızası için sahip oldukları herşeyi ortaya koyanların hiçbir zarar
görmeden, maddi ve manevi kazançlarla geri döndüklerini ayetlerinde şöyle haber
verir:
Onlar, kendilerine insanlar: "Size karşı insanlar topla(n)dılar, artık
onlardan korkun" dedikleri halde imanları artanlar ve: "Allah bize
yeter, O ne güzel vekildir" diyenlerdir. Bundan dolayı, kendilerine hiçbir
kötülük dokunmadan bir bolluk (fazl) ve Allah'tan bir nimetle geri döndüler.
Onlar, Allah'ın rızasına uydular. Allah, büyük fazl (ve ihsan) sahibidir. İşte
bu şeytan, ancak kendi dostlarını korkutur. Siz onlardan korkmayın, eğer
mü'minlerseniz, Benden korkun. Küfürde 'büyük çaba harcayanlar' seni üzmesin.
Çünkü onlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Allah, onları ahirette pay
sahibi kılmamayı ister. Onlar için büyük bir azab vardır. Onlar, imana karşılık
küfrü satın alanlardır. Onlar, Allah'a hiçbir şeyle zarar veremezler. Onlar
için acıklı bir azab vardır. (Al-i İmran Suresi, 173-177)
Sonuçta
Allah'ın rızasını arayan ve gözeten bir mümin için hiçbir sıkıntı, zorluk ve
üzüntü yoktur. Yalnızca, Allah'ın dünyada bir imtihan olarak yarattığı ve
müminin tevekkül, sabır ve teslimiyetini denediği olaylar vardır. Bunlar,
dışarıdan bakıldığında sıkıntı ve zorluk gibi görünen, içine girildiğinde ise
Allah'ın kesin bir rahmetiyle karşılaşılan olaylardır. Allah Kuran'da, mümin
kullarına kaldırabileceklerinden fazla yük yüklemeyeceğini de bildirmiştir.
Allah Kendisi'ne gereği gibi kulluk eden müminler için her iki hayatta da
güzellik olduğunu şöyle bildirmiştir:
(Allah'tan) Sakınanlara: "Rabbiniz ne indirdi?" dendiğinde,
"Hayır" dediler. Bu dünyada güzel davranışlarda bulunanlara güzellik
vardır; ahiret yurdu ise daha hayırlıdır. Takva sahiplerinin yurdu ne güzeldir.
Adn cennetleri; ona girerler, onun altından ırmaklar akar, içinde onların her
diledikleri şey vardır. İşte Allah, takva sahiplerini böyle ödüllendirir. (Nahl
Suresi, 30-31)
Allah
rızasını gözetmede zaaf gösteren, Allah'a tam bir teslimiyet göstermeyen,
nefsini ön planda tutan kimselerin başına ise, bu yanlış tutumlarını değiştirip
düzeltmedikleri takdirde, Allah'ın bir uyarısı olarak azap, zorluk ve sıkıntı
gelir. Müminler hata yaptıklarında, kendilerine yapılan uyarılardan ders alıp,
tevbe eder ve davranışlarını düzeltirler. İnkarcılar ise, dünyada yaşadıkları
süre boyunca Allah'ın kendilerini uğrattığı zorluk ve sıkıntılardan, belalardan
ibret almaz ve ahiretteki büyük sonsuz azabı hak edecek bir duruma gelirler.
Nefsini Tanımak
Allah'ın
Kuran'da, insan hakkında verdiği önemli bilgilerden biri de onun "nefis
sahibi" olduğudur. Arapçada "insanın kendisi" anlamına gelen
nefs, benlik kelimesiyle de tanımlanabilir.
Rabbimiz
Kuran'da, insan nefsinin iki tarafı olduğunu bildirmiştir. Buna göre insanın
içinde kötülüğü emreden bir taraf ve o kötülükten sakınmayı emreden diğer bir
taraf bulunmaktadır. Bu konu ile ilgili ayetler şöyledir:
Nefse ve ona 'bir düzen içinde biçim verene', sonra ona fücurunu (sınır
tanımaz günah ve kötülüğünü) ve ondan sakınmayı ilham edene (andolsun). Onu
arındırıp-temizleyen gerçekten felah bulmuştur. Ve onu (isyanla, günahla,
bozulmalarla) örtüp-saran da elbette yıkıma uğramıştır. (Şems Suresi, 7-10)
Ayetlerden
de anlaşıldığı gibi kötülük her insanın nefsinde vardır. Ancak her insan bu
kötülükten sakınmayı ve korunmayı da bilir. Nefsini kötülükten temizleyip
arındıran kurtulacaktır. Müminler nefislerindeki kötülüklere teslim olmaz,
Allah'ın ilham ettiği şekilde ondan sakınırlar. Hz. Yusuf (as)'ın söylediği bir
sözü haber veren, "Ben
nefsimi temize çıkaramam. Çünkü gerçekten nefis, Rabbimin kendisini esirgediği
dışında var gücüyle kötülüğü emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) ayeti,
müminlerin nasıl düşünmesi gerektiğini göstermektedir.
Nefs
"var gücüyle kötülüğü emreden" olduğuna göre, mümin sürekli olarak
nefsine karşı uyanık olmak durumundadır. Nefs sürekli olarak ona Allah'ın
rızasının dışında alternatifler sunar ve bu alternatifleri süslü gösterir.
Fakat mümin, Allah'a olan candan sevgisi ve Allah korkusu sayesinde, nefsin bu "şaşırtıp-saptırıcı"
özelliğine kanmaz. Daima Allah'ın rızasına uygun bir yaşam geçirmek için
doğrulara yönelir.
Şirkten Kaçınmak
Şirk, kısa
tarifiyle Allah'ın yanında O'ndan başka bazı varlıkları da İlah kabul etmektir.
(Allah'ı tenzih ederiz.) Bu tarifin üzerine, kimi insanlar, aslında şirk içinde
olmalarına rağmen "biz Allah'tan başka İlah tanımıyoruz ki"
diyebilir. Bu, onların "şirk"in ne olduğunu anlamamış olmalarından
kaynaklanmaktadır. Zaten, Allah'ın Kuran'da bildirdiğine göre, Allah'a ortak
koşup şirk içinde olanların bir bölümü, bu durumlarını kabul etmemektedirler.
Allah bu kişilerin durumunu haber vermektedir:
Onların tümünü toplayacağımız gün; sonra şirk koşanlara diyeceğiz ki:
"Nerede (o bir şey) sanıp da ortak koştuklarınız?" (Bundan) Sonra
onların: "Rabbimiz olan Allah'a and olsun ki, biz müşriklerden
değildik" demelerinden başka bir fitneleri olmadı (kalmadı.) (Enam Suresi,
22-23)
Bu nedenle
kimse bu konuda kendinden emin olmamalı, şirk içinde olmaktan Allah'a
sığınmalıdır. Çünkü şirk, çok büyük bir günahtır. Allah diğer günah ve hataları
affedebileceğini ama şirki asla affetmeyeceğini Kuran'da şöyle bildirmiştir:
Gerçekten, Allah, Kendisi'ne şirk koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışında
kalanı ise, dilediğini bağışlar. Kim Allah'a şirk koşarsa, doğrusu büyük bir
günahla iftira etmiş olur. (Nisa Suresi, 48)
Bu kadar
büyük bir "günah ve iftira" olan şirk, insanın, Allah'a ait olan
özellikleri kendi zihninde başka varlıklara vermesiyle başlar. Oysa varlıklarda
yer alan özellikler (güç, güzellik, zeka vb.) onlara "ait" değildir;
Allah bunları onlara, geçici ve belirli bir süre için vermiştir. Bu
özellikleri, bu varlıklara "ait" saymak, onları da Allah gibi varlığı
kendinden olan bir ilah saymak demektir. Bu ise, söz konusu varlıkları Allah'ın
ortakları sanıp, Allah'a ortak koşmak olarak tanımlanır ve çok büyük bir
cehalettir. Allah, Zatı'nın bir ve tek olma vasfını Kuran'da şöyle haber verir:
De ki: O Allah, birdir. Allah, Samed'dir (herşey O'na muhtaçtır, daimdir,
hiçbir şeye ihtiyacı olmayandır). O, doğurmamıştır ve doğurulmamıştır. Ve
hiçbir şey O'nun dengi değildir. (İhlas Suresi, 1-4)
Yukarıdaki
ayetlerde görüldüğü gibi, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, ama herşey O'na
muhtaçtır. Ve hiçbir şey O'nun dengi değildir. Bu gerçek reddedilip, bazı varlıkların
Allah'a muhtaç olmadığı düşünüldüğü anda ise "şirk" başlar. O zaman,
herşeyin Allah'ın kontrolünde olduğu unutulur, O'na muhtaç olmayan bazı
varlıkların var olduğu ve bunların O'ndan bağımsız olarak davranabildiği gibi
gerçek dışı ve sapkın bir inanç doğar. Böyle varlıkların olduğu zannedilince,
Allah'tan başka bir de onlardan yardım istenmeye, onların rızası aranmaya,
onların kuralları kabul edilmeye başlanır.
Oysaki,
Allah'a şirk koşmayan müminler, tüm gücün O'nun elinde olduğunu bildiklerinden
yalnızca O'na yönelirler. Allah müminlerin söylediklerini Kuran'da şöyle haber
vermiştir:
Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz. (Fatiha
Suresi, 4)
Şirk
koşanlar ise aslında kendilerine yardıma güç yetiremeyecek varlıklara yönelmektedirler.
Çünkü kendilerince ilah olarak kabul ettikleri de kendileri gibi aciz
kullardır. Ayetlerde Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
Kendileri yaratılıp dururken, hiçbir şeyi yaratamayan şeyleri mi ortak
koşuyorlar? Oysa (bu şirk koştukları güçler ve nesneler) ne onlara bir yardıma
güç yetirebilir, ne kendi nefislerine yardım etmeğe. Onları hidayete
çağırırsanız size uymazlar. Onları çağırırsanız da, suskun dursanız da size
karşı (tutumları) birdir. Allah'tan başka taptıklarınız sizler gibi kullardır.
Eğer doğru iseniz, hemen onları çağırın da size icabet etsinler. (Araf Suresi,
191-194)
Dolayısıyla
şirk hem büyük bir iftira, hem büyük bir aldanma, hem de büyük bir
akılsızlıktır. Ayetlerde şirk koşanların ne kadar büyük bir akılsızlık içinde
olduklarını, tüm kainatın sahibi olan Rabbimiz şöyle bildirmektedir:
Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah'ın
dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için biraraya gelseler dahi-
gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak
olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de. Onlar,
Allah'ın kadrini hakkıyla takdir edemediler. Şüphesiz Allah, güç sahibidir,
azizdir. (Hac Suresi, 73-74)
Şirk,
değişik şekillerde ortaya çıkar. Allah'tan başka varlıklar ilah olarak kabul
edilme sapkınlığına düşüldüğü için, onların rızası aranmaya başlanır. Onlardan
medet umulur ve onların hükümleri kabul edilir. Böylece insan, kendisini kendi
eliyle milyonlarca hayali ilahın boyunduruğuna sokmuş olur. Aynı kendisi gibi
aciz varlıklardan medet umar. Oysa şirk koşan insan, büyük bir çıkmaz ve
"zulüm" içindedir. Allah bu gerçeği bir Kuran ayetinde şöyle haber
vermiştir:
"... Şüphesiz şirk, gerçekten büyük bir zulümdür." (Lokman
Suresi,13)
Ama şunu da
belirtmek gerekir ki bu insan, kendi kendine zulmetmektedir. Çünkü ayette
bildirildiği gibi, "Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez.
Ancak insanlar, kendi nefislerine zulmediyorlar." (Yunus Suresi, 44)
ALLAH RIZASININ EN ÇOĞUNU
ARAMAK
Mümin, şirkten, Allah'tan başka hayali ilahlardan medet
ummaktan, onların rızasını aramaktan ve onların boyunduruğu altına girmekten
arınmıştır. O, yalnızca Allah'a kulluk eder. Allah'ın rızasını arar. Bunu, daha
önce de belirttiğimiz gibi "Allah yolunda ciddi bir çaba" göstererek
yapacaktır.
Allah
yolunda "ciddi bir çaba" göstermenin yolu ise, Allah rızasının en
çoğunu aramaktadır. Mümin, önünde hepsi de meşru olan bir kaç seçenek birden
bulduğunda, kendisine Allah'ın rızasını en çok kazandıracağını umduğunu
seçmelidir.
Allah
rızasının en çoğunu aramayı kısaca şöyle tanımlayabiliriz:
- Müminin
hayatının tümü "helal dairesi" içinde geçmelidir. Haramlar açıkça
belirtilmiştir ve oldukça az sayıdadır. Bu belli haramların dışında, bütün fiil
ve tavırlar söz konusu helal dairesi içindedir.
- Bunun yanı
sıra mümine düşen, Allah'ın helal kıldığı ölçüler içinde kendi akıl ve
"basiret"ini kullanarak, Allah'ın rızasının en çoğunu aramaya
yönelmektir.
Bununla
ilgili olarak "infak" (Allah yolunda harcama yapma) konusu iyi bir
örnek olabilir. Mümin, "malını ve canını" Allah'a satmıştır. Elindeki
imkanları O'nun rızasına uygun bir biçimde değerlendirmelidir. Ama bunu
yaparken karşısına değişik alternatifler çıkabilir. Örneğin elinde yüklü
miktarda bir para olduğunu düşünelim. Bununla kendine yeni bir giysi alabilir.
Bu helal ve gayet meşru bir harekettir; üstüne başına bakması, temiz ve güzel
bir görünüm içinde olması Allah'ın rızasına uygundur. Ama bu parayı
kullanabileceği ve Allah'ın rızasını daha da çok kazanmaya vesile olabilecek
başka bir yer olabilir. Örneğin, bu parayı kendisinden daha acil bir ihtiyaç
içinde olan bir fakire vermekte Allah'ın rızası çok daha fazla olabilir. Bu,
içinde bulunduğu ortama ve şartlara göre insanın kendi vicdanıyla, öncelikli
olanı belirleyebileceği bir durumdur.
Bir başka
örnek daha verebiliriz: Mümin "iyiliği emredip, kötülükten men
etmekle", Allah'ın dinini anlatmakla, yeryüzündeki zorbalıklara karşı
fikri bir mücadele içine girmekle sorumludur. Allah'ın rızasını, bu büyük
sorumluluğu üstlenmekle kazanabilir. Bu sorumluluk her zaman için bazı
öncelikli hizmetler ortaya çıkarır. Böylesine büyük bir sorumluluğun
gerektirdiği pek çok iş varken, Allah'ın meşru saydığı bir başka işi daha
öncelikli konumda değerlendirmek yanlış olacaktır. Örneğin erkek ailesine bakmakla
yükümlüdür. Onların güvenliğini, geçimini sağlama görevi ona verilmiştir. Ama
bunu bahane ederek diğer insanlara iyiliği emredip onları kötülükten men etme
sorumluluğunu üzerine almaması elbette ki mümine yakışır bir tavır
olmayacaktır.
Aslında biraz
düşündüğümüzde değeri az olan şeyi tercih etmede "nefs"in etkili
olduğunu görürüz. Allah Katında değeri az olan şeyi çok olana tercih etmek,
insanın nefsine de bir "pay" ayırmasından kaynaklanır. Oysa bir
konuda yapılması gereken, nefsine en ufak pay ayırmadan yüzde yüz Allah'ın
rızasını gözetmektir. Bir işte yüzde doksan dokuz Allah'ın rızası, yüzde bir de
nefsinin istekleri varsa, o yüzde doksan dokuz da Allah Katında kabul
edilmeyebilir. Çünkü bu, insanın, nefsini Allah'a şirk koşması demektir. Şirkin
ise yüzde biri bile geri kalan ameli geçersiz kılmak için yeterli olabilir. Bir
işte, Allah'ın yanı sıra başka bir varlığa, bir kimseye pay ayıranların
durumunu, Rabbimiz şöyle bir örnekle haber vermiştir:
O'nun üretip-türettiği ekin ve hayvanlardan Allah
için de bir pay ayırdılar, sonra kendi zanlarınca: "Bu Allah'ındır, bu da
ortaklarımızındır" dediler. Kendi ortakları için olan (pay), Allah
tarafına geçmez, ama Allah'a ait olan kendi ortaklarının tarafına (payına)
geçer. Ne kötü hüküm veriyorlar? (Enam Suresi, 136)
Kendi evi,
ailesi tehlikedeyken canı pahasına bunları savunan bir insan konu diğer
müminlere zulüm, baskı ve iftira olduğunda yerinde oturup umursuzca başka
işlere dalıyorsa, burada Allah rızasının olduğundan söz etmek çok zordur. Böyle
bir tavır, insanın, nefsinin öngördüğü şekilde davrandığını, nefsine tabi
olduğunu gösterir ki, bu İslam'ın temeli olan "yalnızca Allah'a kulluk
etmek" amacına tümüyle aykırıdır. Dahası Allah Kuran'da nefsin arzularına
göre hareket etmeyi, Kendisi'ne şirk koşmak olarak tanımlamaktadır:
Kendi istek ve tutkularını (hevasını) ilah edineni gördün mü? Şimdi ona
karşı sen mi vekil olacaksın? (Furkan Suresi, 43)
Mümin ise,
tüm varlığını, malını, canını, hayatını ve ölümünü kısacası herşeyini Allah'a
adamıştır. Allah, iman eden insanların bu üstün özelliğini Kuran'da şöyle haber
verir:
De ki: "Şüphesiz benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm
alemlerin Rabbi olan Allah'ındır." (Enam Suresi, 162)
Kuran'da
Allah'ın rızasının en çoğunun aranması ile ilgili olarak anlatılan olaylardan
biri, müminlerin Peygamberimiz (sav) dönemindeki bir savaşta gösterdikleri
tutumdur. O dönemde müminlerden bazıları karşı karşıya oldukları iki ayrı
düşman topluluğundan daha güçsüz olanla çarpışmak istemişlerdi. Oysa Allah'ın
rızası, en zora talip olup, düşmanın güçlüsüyle savaşmayı gerektiriyordu. Allah
geçmişte yaşanmış bu olayları ayetlerde şöyle haber vermektedir:
Hani Allah, iki topluluktan birinin muhakkak sizin olacağını vaadetmişti;
siz de güçsüz olanın sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkın
ve inkar edenlerin arkasını kesmek (kökünü kurutmak) istiyordu. O,
suçlu-günahkarlar istemese de, hakkı gerçekleştirmek ve batılı geçersiz kılmak
için (böyle istiyordu.) (Enfal Suresi, 7-8)
Sonunda
Allah, müminleri güçlü olan toplulukla karşılaştırdı. Müminleri Kendi rızasının
en çoğuna yöneltmiş oldu. Ve Allah'ın yardımıyla müminler galip geldiler.
Yukarıda söz
ettiğimiz örnek geçmişte, Peygamberimiz (sav) döneminde yaşamış müminlerin, o
dönemin şartları içinde karşılaştıkları bir olaydır. Ama her dönemde
Müslümanlar farklı olaylarla denenebilirler. Örneğin günümüzde Müslümanların,
Kuran'ı ve yaratılışı inkar edenlere, toplum içinde ahlaksızlıkların
yaygınlaşması için çalışanlara karşı fikri bir mücadele yürütmeleri gerekmektedir.
Müminler her zaman için sorumluluğunu taşıdıkları bu fikri mücadele için neyin
"en hayırlı" olduğunu tespit edip, onu uygulamalıdırlar. Çünkü böyle
bir emaneti taşıyacak güce sahip olup da, sırf nefsi için, aciliyeti olmayan
işlerle uğraşmak Allah'ın rızasından yüz çevirmek anlamına gelir ki her müminin
böyle bir konuma düşmekten şiddetle kaçınması şarttır.
Müminin
vicdanı zaten böyle bir şeyi kabul etmez. O, Allah'ın seçip iman verdiği bir
kişidir, yeryüzünde barış ve huzur ortamının olması, Allah'ın dininin yaşanması
ona emanet edilmiştir. Zalimlerin ezip-zulmettiği ve "... Rabbimiz, bizi halkı zalim olan bu ülkeden çıkar,
bize Katından bir veli (koruyucu sahip) gönder, bize Katından bir yardım eden
yolla..." (Nisa Suresi, 75) diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan
zayıf bırakılmışlar için çaba harcamakla yükümlüdür.
Allah'ın
rızasının en çoğu yalnızca fikri mücadele konusunda geçerli değildir. Mümin,
yaşamı boyunca yaptığı tüm ibadetlerde, günlük yaşamında karşısına çıkan küçük
büyük tüm olaylarda bu bakış açısını göz önünde bulundurmak zorundadır.
Bu arada
şunu hatırlatmak gerekir: Aslında "Allah rızasının en çoğu"
ifadesini, konuyu açıklamak için kullanıyoruz. Allah rızasının en çoğundan
yüz çevirip, ikinci dereceden bir işle ilgilenmek, aslında Allah'ın rızasına
aykırıdır. Dolayısıyla zaten Allah'ın rızasının ancak en çoğu, Allah'ın
razı olduğudur. Allah'ın daha az razı olması gibi bir şey yoktur.
Allah'ın
rızasının en çoğunu aramayıp, azıyla yetinmekse, aslında insanın ahirete
yönelik yanlış bir bakış açısı taşımasından kaynaklanır. Kendisini kesin olarak
"cennete layık" saymasından doğar. Oysa, hiçbir insan kendisini
kayıtsız şartsız "cennete layık" olarak görecek durumda değildir.
Kuran'da Allah Peygamberimiz (sav)'e "... eğer Allah dilerse senin de
kalbini mühürler..." (Şura Suresi, 24) uyarısında bulunmuştur. Durum
böyleyken kimsenin kendisini temize çıkaracak bir hali olmadığı ortadadır.
Zaten
Allah'ın Kuran'da tarif ettiği samimi bir mümin, kendisini asla cennete gitmeyi
kesin olarak hak etmiş olarak görmez, böyle yanlış bir düşünceye kapılmaz.
Müminin özelliklerinden biri, Allah'a "korku ve umut" (Araf
Suresi, 56) taşıyarak dua etmektir.
Gerçek iman
sahibi olmayan kimseler ise, Allah'tan gereği gibi korkmadıkları ve iyi işler
yaptıklarını sandıkları için, kendilerinin kesin olarak cennete gideceklerini
düşünürler. Allah'ın bağışlayıcılığını, "nasıl olsa bağışlanacağız"
gibi yanlış bir mantık çıkarmak için kullanırlar. Bu, Allah'tan gereği gibi
korkup sakınmayan kimselerin tutumudur. Allah bu kimselerin durumunu bir
ayetinde şöyle bildirmiştir:
Onların (müminlerin) ardından yerlerine kitaba mirasçı olan birtakım 'kötü
kimseler' geçti. (Bunlar) Şu değersiz olan (dünya)ın geçici-yararını alıyor ve:
"Yakında bağışlanacağız" diyorlar. Bunun benzeri bir yarar gelince
onu da alıyorlar. Kendilerinden Allah'a karşı hakkı söylemekten başka bir şeyi
söylemeyeceklerine ilişkin Kitap sözü alınmamış mıydı? Oysa içinde olanı
okudular. (Allah'tan) Korkanlar için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hala akıl erdirmeyecek
misiniz? (Araf Suresi, 169)
Bir de
dünyada kendilerine geniş imkanlar verilmesine aldanarak, Allah'a gönülden iman
edip salih amellerde bulunmadıkları halde, Allah'ın kendilerini sevdiği
sonucunu çıkaranlar ve buradan hareketle -varlığını kesin şekilde kabul
etmeseler de- cennette ağırlanacaklarını sananlar vardır. Bu kişilerle ilgili
Allah'ın Kuran'da verdiği örneklerden biri şöyledir:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki üzüm bağı verdik ve
ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da ekinler bitirmiştik. İki
bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından) hiçbir şeyi noksan
bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka
ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla konuşurken arkadaşına dedi ki:
"Ben, mal bakımından senden daha zenginim, insan sayısı bakımından da daha
güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak (böylece) bağına girdi (ve):
"Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını sanmıyorum" dedi.
"Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna rağmen Rabbime
döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç bulacağım."
(Kehf Suresi, 32-36)
Mümin ise,
yukarıdaki zihniyetteki insanların aksine "iman ettikten sonra doğru
yoldan çıkmak"tan korkar. Kuran'da müminlerin bununla ilgili duasını
Rabbimiz şöyle bildirmiştirr:
"Rabbimiz, bizi hidayete erdirdikten sonra
kalplerimizi kaydırma ve Katından bize bir rahmet bağışla. Şüphesiz, bağışı en
çok olan Sensin Sen." (Al-i İmran Suresi, 8)
Ancak şunu
da belirtmek gerekir ki, bu korku mümin için tedirginlik ya da huzursuzluk
meydana getirecek bir korku değildir. Aksine Allah korkusu mümini harekete
geçiren, cennete layık bir kul olma konusunda büyük bir şevk kazandıran, dünya
hayatını en güzel şekilde değerlendirmesini sağlayan bir duygudur.
Mümin geçici
ve kısa bir yurt olan dünyada Allah'ın hoşnutluğunu kazanmak hedefindedir. Tek
düşüncesi karşı karşıya olduğu büyük olaydır: Kesin olarak bir gün ölecek ve
Allah'ın huzurunda hesap verecektir. Bu hesap onu ebedi yıkıma ya da kurtuluşa
taşıyacaktır. Böylesine büyük bir olayla karşı karşıyayken başka hesaplar
peşinde koşmak ya da umursuz davranmak elbette akıl karı değildir.
Mümin,
kurtuluşu için "Allah'ın rızasının en çoğu"nu aramakla yükümlüdür.
Allah'ın rızasının en çoğunu aramamak, karşı karşıya olunan tehlikenin de
farkında olmamak demektir. Cehennem ve Allah Katında aşağılanma tehlikesinden
kurtulmak için elbette insanın elinden gelenin en fazlasını yapmak için çaba
harcaması gerekmektedir.
Dünyada
karşılaşılabilecek tehlikelerde göstereceğimiz tavır ve çabayla ilgili birkaç
örnek, Allah rızasının en çoğunu aramanın nasıl olacağının daha iyi
anlaşılmasına yardımcı olacaktır:
-Metrelerce
yükseklikteki dev bir su baskınına sebep olan selle karşı karşıya kaldığımızda
ve suların büyük bir hızla yükseldiğini gördüğümüzde, kurtulmak için,
kaçtığımız on katlı apartmanın en üst katına mı çıkarız, yoksa beşinci katta
durup "herhalde bu kadarı yeterli olur" mu deriz?
-Apartmanın
en üst katına paralı bir asansörle çıkıldığını ve asansörün bir daha sefer
yapmayacağını varsayalım. Cebimizde de tam en üst kata çıkacak kadar para var.
Bu durumda en üst kata çıkmak için cebimizdeki bütün parayı vermez miyiz? Yoksa
selin ulaşma tehlikesi olan bir başka ara kata çıkmakla mı yetiniriz?
-Selden
kurtulmak için sığındığımız apartmanın altıncı katında bir eğlence düzenlenmiş
olduğunu düşünelim. Böyle bir durumda eğlenceye katılıp, altıncı katın
yüksekliğiyle mi yetiniriz, yoksa gözümüz hiçbir şeyi görmeden en üst kata mı
çıkarız?
-Bir başka
örnek olarak; bir yakınımızın kalp krizi geçirdiğini veya başka bir sebeple
hastaneye yetiştirilmesi gerektiğini düşünelim. Bu durumda hastaneye yetişmek
için arabayı makul olabilecek en yüksek hızla mı süreriz, yoksa "bu kadarı
yeterli, biraz daha dayansın" mı deriz?
Verdiğimiz
örneklerden anlaşılacağı gibi insan bir tehlikeyle karşı karşıya kaldığında
hemen harekete geçmekte, elindeki tüm imkanları tehlikeden kurtulmak için
seferber edebilmektedir. Cehennem ise insan için en büyük tehlikedir. Elbette
ki Allah rızasının en çoğunu arayan insanın en önemli amaçlarından biri bu
tehlikeden uzak kalma isteğidir. Şimdi mahşer günü herkesin mutlaka çevresinde
toplanacağı bildirilen cehennemin kenarında bulunduğunuzu, cehennemi tüm
dehşetiyle gördüğünüzü düşünün... Böyle bir durumda bazı alternatiflerle
karşılaşsanız, hiç tereddüt etmeden Allah'ın rızasının en çoğunu seçmez
misiniz? Cehennemin yanına vardıktan sonra böyle bir seçim imkanı
kalmayacağına, yalnızca yapılanların hesabı verileceğine göre, şimdiden aynı
mantıkla hareket etmek gerekir. Nitekim mümin her an ahiret hayatına geçecekmiş
gibi, cehennemin yakınlığını düşünerek hareket eder. Çünkü Allah, ahiretteki
pişmanlığın fayda getirmeyeceğini Kuran'da pek çok ayetiyle belirtmiştir. Bu
konudaki ayetlerden biri şöyledir:
(Cehennemin) İçinde onlar (şöyle) çığlık atarlar:
"Rabbimiz, bizi çıkar, yaptığımızdan başka salih bir amelde
bulunalım." Size orda (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği
kadar ömür vermedik mi? Size uyaran da gelmişti. Öyleyse (azabı) tadın; artık
zalimler için bir yardımcı yoktur. (Fatır Suresi, 37)
Diğer
taraftan insan, tehlikeden uzaklaşmak için bu kadar çabaladığı gibi, nimeti
elde etmek için de çaba harcamalıdır. Cennetin azına razı olmak da akılcı bir
davranış değildir. Altın dolu bir adadan gemiyle ayrılırken, imkanınız olsa
alabileceğinizin hepsini almaz mısınız? Mümin de, ahirete gittiğinde
"keşke şunu da yapsaydım", "şu sevabı da kazansaydım"
diyecek durumda olmamalıdır. Bunun için dünyadayken tüm imkanlarını kullanarak,
Allah rızasının en çoğunu seçmelidir.
İnkar
edenler, "az bir yararlanma"dan (Al-i İmran Suresi, 197) başka
bir şey olmayan dünyayı elde etmek için ellerinden gelenin "en
çoğunu" yaparlar. Sonu hüsranla bitecek olan bu "az bir
yararlanma"nın yanında, müminler için Allah'ın rızası, rahmeti ve cenneti
vardır. Bunlara talip olan müminin yapması gereken de elinden gelenin "en
çoğunu" yapmaktır.
Allah Rızasının Anahtarı:
Vicdan
Mümin, hayatının her aşamasında, karşısındaki
alternatifler arasından Allah rızasının en çoğunu seçmek durumundadır. Allah
rızasının en çok hangi alternatifte olduğunu tespit etmek için elinde olan en
büyük kıstas vicdanıdır.
Müminleri
diğer insanlardan ayıran farkların en önemlilerinden biri, müminlerin
vicdanlarına, inkarcıların ise nefislerinin emrettiği kötülüklere tabi
olmalarıdır. Dolayısıyla müminin doğal hali, vicdanı ile düşündüğü halidir.
Ama bu,
nefsin müminin üzerinde etkisi olmadığı anlamına gelmez. Ayette Hz. Yusuf
(as)'ın söylediğinin haber verildiği sözde olduğu gibi, "... gerçekten
nefis, -Rabbimin kendisini esirgediği dışında- var gücüyle kötülüğü
emredendir..." (Yusuf Suresi, 53) Ve mümine de Allah'ın rızasına uygun
olmayan alternatifleri emredecektir.
İşte mümin,
nefsin bu oyunlarından vicdanı ile kurtulur. Müminin bir seçim durumunda
genellikle ilk düşünüp-yöneldiği alternatif, Allah'ın rızasının en çoğudur.
Bunun ardından nefs devreye girerek diğer alternatifleri süslü göstermeye, bazı
"tevil"lerle (bahane tarzı açıklamalarla) bu alternatifleri kendince
meşrulaştırmaya çalışacaktır. Mümin, bu tevillere aldırış etmeden, vicdanının
ona gösterdiği ilk ve kesin doğruyu uygulamalıdır.
Allah için Sevmek
İşte Allah, iman edip salih amellerde
bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: "Ben buna karşı
yakınlıkta sevgi dışında sizden hiçbir ücret istemiyorum." Kim bir iyilik
kazanırsa, Biz ondaki iyiliği artırırız. Gerçekten Allah, bağışlayandır,
şükredene karşılığını verendir. (Şura Suresi, 23)
Müminin
hayatının tümü Allah'a adanmıştır. Allah için yaşar, Allah için çalışır ve
Allah için sever.
"Allah
için sevme"nin ne olduğu, İslam'ı gerçek anlamıyla tanımayan biri için ilk
başta pek anlaşılamayabilir. Hayatı boyunca Allah'a yabancı olmuş, O'nu
tanımamış bir insan, sevgisini Allah'a yöneltmeyi de bilmeyecektir.
Ama Allah'ı
tanıyan ve O'nun, kendisi üzerindeki büyük rahmetini gören, O'nun sayesinde var
olduğunu, Allah'ın rahmeti sayesinde yaşadığını ve sevip-hoşlandığı herşeyin
Allah'tan geldiğini fark eden mümin, elbette Allah sevgisinin ve Allah için
sevmenin üstünlüğüne ulaşır. Kuran'da, müminler ile diğer insanlar arasında
sevgi yönünde oluşan büyük farkı Allah şöyle bildirmiştir:
İnsanlar içinde, Allah'tan başkasını 'eş ve ortak' tutanlar vardır ki,
onlar (bunları), Allah'ı sever gibi severler. İman edenlerin ise Allah'a olan
sevgileri daha güçlüdür... (Bakara Suresi, 165)
Ayette
görüldüğü üzere, Allah'a ortak koşup, tümü O'na ait olan özellikleri kendi
zihinlerinde başka varlıklara verenler, bu varlıkları Allah'ı severcesine
sevmektedirler. Bu sevgi, Allah'a ortak koşma (şirk) üzerine kurulu bir
sevgidir.
Var olan
herşeyin Allah'a ait olduğunu ve O'ndan geldiğini bilen müminler ise en çok
Allah'ı severler. Müminlerin, Allah'ı bir ve tek olarak tanımalarından doğan bu
büyük fark, onların sevgi anlayışını diğer insanlardan tümüyle farklı kılar.
Kuran'da ortak koşanların, Allah'ın "bir ve tek" olarak anılmasına
dayanamadıklarını Rabbimiz şöyle bildirir:
... Sen Kuran'da sadece Rabbini "bir ve tek" (ilah olarak)
andığın zaman, 'nefretle kaçar vaziyette' gerisin geriye giderler. (İsra Suresi,
46)
Ancak şunu
da belirtmeliyiz ki, ortak koşanlar, Allah'ın, yanında kendi putları varken
anılmasından rahatsız olmayabilirler. Örneğin "Hem Müslümanız, hem de
hayatımızı yaşarız" mantığını severek kabul ederler. Müminin farkına
vardığı gerçek ise şudur:
- Hiçbir şey (insan, madde, olay vs.) kendine ait bir güzelliğe sahip
değildir. Bütün herşeyi yaratan Allah'tır ve onlara sahip oldukları özellikleri
veren de O'dur. Bir insan, örneğin kendi yüzünü kendisi tasarlayıp meydana
getirmediğine göre, o yüzdeki güzellik Allah'a ait bir güzelliktir.
- Allah bu
güzelliği, yoktan var ettiği insana geçici bir süre için (çünkü o insan kısa
sürede yaşlanacak ve ölecektir) vermiştir. Ahirette bu güzelliği yeniden ve
daha da mükemmel bir biçimde yaratma gücüne de yalnızca Allah sahiptir.
- Aynı insan
gibi, sevilecek tüm varlıklar da Allah'ın yarattığı ve "sevimli"
kıldığı canlılardır. Rabbimiz, güzelliğin gerçek sahibinin Kendisi olduğunu
hatırlatmak için de, bu varlıkları, ölüm ve kıyametle yok edecektir. Yeniden
yaratılış ise ahirettedir.
Durum
böyleyken mümin, karşılaştığı tüm güzellikleri, bunların Allah'a ait olduğunu
ve "aslı"nın ahirette bulunduğunu bilerek sever. Dolayısıyla asıl
sevgisi, sevdiği herşeyi ona veren ve onların gerçek sahibi olan Allah'a yöneliktir.
Müminin
sahip olduğu ve Allah'a iman üzerine kurulu olan bu sevginin tam tersine, mümin
olmayanlar sahiptir. Onların sevgisi, Allah'a ortak koşma (şirk) temeli üzerine
kuruludur. Allah Kuran'da Hz. İbrahim (as)'ın söylediğini haber verdiği şu sözlerle
bu tür sevgiyi anlatır:
(İbrahim) Dedi ki: "Siz gerçekten, Allah'ı bırakıp dünya hayatında
aranızda bir sevgi-bağı olarak putları (ilahlar) edindiniz. Sonra kıyamet günü,
kiminiz kiminizi inkar edip-tanımayacak ve kiminiz kiminize lanet edeceksiniz. Sizin
barınma yeriniz ateştir ve hiçbir yardımcınız yoktur." (Ankebut Suresi,
25)
Bediüzzaman
Said Nursi de bu tür bir sevgiye sahip olanları güzel bir örnekle anlatır. Buna
göre bu kişiler, elindeki aynalar yardımıyla Güneş'e bakan bir adama benzer.
Elindeki ayna kırılıp da, Güneş'ten yansıttığı ışık kesilince, adam ışığı
kaybetmenin korkusuyla kendini "yer bitirir". Ama akılsızlık
yapmaktadır: Aynadaki ışık, aynaya ait değildir ki o kırılınca ışık da yok
olsun. Işık Güneş'e aittir, aynalar onu yalnızca yansıtır.
Mümin de
bütün sevgisini Allah'a yöneltecektir. Allah'ı sevmek ise -nasıl Güneş'e
aynalarla bakılıyorsa-, Allah'ın sıfatlarının yansıdığı varlıkları, bu
isimlerin O'na ait olduğunu bilerek sevmektir.
Dolayısıyla
mümin, Allah'a olan sevgisini, Allah'ın sıfatlarını üzerlerinde
"tecelli" ettiren ve Allah'ın beğendiği ahlak ile ahlaklanmış
müminleri severek gösterecektir. Bu sevgi, soy, ırk gibi yakınlıklara ya da
herhangi bir çıkara dayalı değildir. Yalnızca Allah'ı sevmenin sonucunda, Allah'ı
sevenleri sevmekten kaynaklanır. Kuran'da, tüm müminler arasında yaşandığı
gibi, Peygamberimiz (sav) döneminde de sahabeler arasında yaşanan bu sevgiyi
Rabbimiz şöyle tarif eder:
Kendilerinden önce o yurdu (Medine'yi) hazırlayıp imanı (gönüllerine)
yerleştirenler ise, hicret eden (mümin)leri severler ve onlara verilen
şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir
açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim
nefsinin 'cimri ve bencil tutkularından' korunmuşsa, işte onlar, felah
(kurtuluş) bulanlardır. (Haşr Suresi, 9)
Allah,
müminlerin arasındaki bu sevgiyi, onlara özel olarak verdiğini de ayetlerde
şöyle haber vermiştir:
İman edenler ve salih amellerde bulunanlar ise, Rahman (olan Allah), onlar
için bir sevgi kılacaktır. (Meryem Suresi, 96)
(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) "Ey
Yahya, Kitabı kuvvetle tut." Daha çocuk iken ona hikmet verdik.
Katımız'dan ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takva
sahibi biriydi. (Meryem Suresi, 12-13)
Müminler, ancak Allah'ı ve Allah'a iman edenleri samimi
ve candan severler. Bu nedenle Allah'a karşı başkaldıranlara karşı hiçbir sevgi
duymazlar. Allah Kuran ayetlerinde bu konuyu şöyle hatırlatır:
Ey iman edenler, Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler
(dostlar) edinmeyin. Siz onlara karşı sevgi yöneltiyorsunuz; oysa onlar haktan
size geleni inkar etmişler, Rabbiniz olan Allah'a inanmanızdan dolayı elçiyi
de, sizi de (yurtlarınızdan) sürüp-çıkarmışlardır. Eğer siz, Benim yolumda cehd
etmek (çaba harcamak) ve Benim rızamı aramak amacıyla çıkmışsanız (nasıl)
onlara karşı hala sevgi gizliyorsunuz? Ben, sizin gizlediklerinizi ve açığa
vurduklarınızı bilirim. Kim sizden bunu yaparsa, artık o, elbette yolun
ortasından şaşırıp-sapmış olur...
... İbrahim ve onunla birlikte olanlarda size güzel bir
örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: "Biz, sizlerden ve
Allah'ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık)
tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, siz Allah'a bir olarak iman edinceye
kadar ebedi bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir." (Mümtehine Suresi,
1-4)
Ey iman edenler, eğer imana karşı inkarı sevip-tercih
ediyorlarsa, babalarınızı ve kardeşlerinizi veliler edinmeyin. Sizden kim
onları veli edinirse, işte bunlar zulmeden kimselerdir. (Tevbe Suresi, 23)
Allah'a ve ahiret gününe iman eden
hiçbir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah'a ve elçisine başkaldıran
kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar; bunlar, ister babaları,
ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi aşiretleri (soyları) olsun...
(Mücadele Suresi, 22)
Ayetlerden de anlaşıldığı gibi müminin sevgisi
"Allah için sevmek" dışında hiçbir kıstasa bağlı değildir. Sevgisi,
soy yakınlığı, maddi zenginlik gibi kıstaslara değil, imana, ahlak güzelliğine
bağlıdır. Para, makam, şöhret gibi sözde değerlerin sahiplerini değil, katıksız
iman sahiplerini, yani müminleri sever.
Sevgisini
Allah sevgisi dışındaki kıstaslardan arındırdığına göre, en çok seveceği kişi
de Allah'ın rızasını en çok arayan, en "takva" (Allah'tan
korkup-sakınma) sahibi olan insandır. Kim mümin özelliklerini üzerinde daha çok
taşıyorsa, en çok onu sevecektir. Kuran'a baktığımızda, müminlerin en çok,
Allah'a en yakın ve en "takva" sahibi olan peygamberi sevdiklerini,
onu herşeyden üstün tuttuklarını görürüz:
Peygamber, mü'minler için kendi nefislerinden daha evladır… (Ahzab Suresi,
6)
Müminin
sevgi anlayışı iman temeline dayalı olduğuna göre, evliliğini de aynı temel
üzerine kuracaktır. Bu konuda da müminler ile Allah'ı inkar edenler arasında
önemli bir farklılık ortaya çıkar.
Mümin
olmayanlar, evliliklerini genelde maddi çıkarlar üzerine kurarlar;
Özellikle
kadınların evlilikten beklediği, çoğu zaman kendisini rahat ettirecek
"zengin bir koca" bulmaktır. Çoğu genç kız, karakterinden hiç
hoşlanmadığı halde sırf parası ve şöhreti için bir adamla evlenebilir. Bu,
aslında para için yapılan bir nevi ticaret anlaşması gibidir. Tek fark bu
"anlaşma"nın ömür boyu sürecek şekilde yapılmasıdır. Ki çoğu zaman bu
da gerçekleşmez ve evlilikler kısa süre içinde sona erer.
Bu tür
evlilik örneklerine sıklıkla rastlanmaktadır. Sadece mal, mülk ve şöhret sahibi
olduğu için yaşlı bir zenginle veya kötü ahlaklı bir insanla evlenen çok sayıda
genç insan bulunmaktadır.
Mümin
olmayanların evliliği her zaman para üzerine kurulu değildir. Sadece fiziksel
özellikler ve cinselliği kıstas alan çok sayıda genç kız da vardır. Bunlar,
"beyaz atlı prens" sandıkları ve fiziki çekiciliğinin dışında hiçbir
özellik taşımayan erkeklerle evlenirler.
Oysa bu
fiziki özelliklerin tamamı kısa sürede yok olacaktır. Evlendiği insan bir süre
sonra yaşlanacak, sağlığını, gücünü ve güzelliğini yitirecektir. Mutlaka
yaşlanmasına da gerek yoktur: Herhangi bir zamanda kaza geçirebilir, sakat
kalabilir, felç olabilir, ölümcül bir hastalığa yakalanabilir. Bu durumda
evlilik ne olacaktır?
Evlendiği
erkekle bu tür kıstaslar uğruna, sözgelimi "gözünün güzelliği" için,
evlenmiş olan bir kadın, kocası bunları kaybederse, örneğin kör olursa ne
yapacaktır? Hayatının en önemli kararlarından birini bir göz için vermiş
olmasının çarpıklığını belki ancak o zaman anlayacaktır.
Mümin
ahiretteki sonsuz cennet hayatını hedefler. Tüm hayatı Allah'ın rızasını ve bu
büyük "kurtuluş ve mutluluk"u elde etmek üzerine kuruludur.
"Namazı, ibadetleri, hayatı ve ölümü" bunlar üzerine kurulu olduğuna
göre, elbette sevgisini ve sevginin en açık göstergesi olan evliliğini de bu
temel üzerine kuracaktır.
Allah rızası
için evlilik, "şirk" üzerine kurulan evlilikten elbette tümüyle
farklıdır. Allah için yapılan evliliğin kıstası ise, elbette mal, şöhret, fizik
gibi geçici kıstaslar olamaz. Evliliğini de Allah'ın rızasını arayarak
yapacaktır. Evlilik için talip olacağı insan da Allah rızasını en çok
kazanmasına vesile olacak olan insandır. Yani mümin özelliklerine en çok sahip
olan, iman ve takvaca en üstün olduğuna karar verdiği insan...
Bundan
dolayıdır ki, Asr-ı Saadet döneminde Allah'ın rızasını arayan mümin kadınlar,
hep Peygamberimiz (sav) ile evlenmeye talip olmuşlardır. Aksini tercih edenleri,
Allah ayetlerinde "dünya hayatının süslü-çekiciliğini isteyenler"
olarak şöyle tanımlamıştır:
Ey peygamber, eşlerine söyle: "Eğer siz dünya
hayatını ve onun süslü-çekiciliğini istiyorsanız, gelin sizi yararlandırayım ve
güzel bir salma tarzıyla sizi salıvereyim. Eğer siz Allah'ı, Resulü'nü ve
ahiret yurdunu istiyorsanız artık hiç şüphesiz Allah, içinizden güzellikte
bulunanlar için büyük bir ecir hazırlamıştır." (Ahzab Suresi, 28-29)
Mümin Özellikleri
Kuran'a göre yaşayan bir insan, sevgisini de
Kuran'a göre yaşayanlara, yani müminlere yöneltecektir. Müminlerin, onları
sevilmeye layık kılan ve Allah'a iman etmelerinden doğan bazı özellikleri
vardır. Mümin, diğer müminlerde bu özellikleri arayacak, bunları gördüğü için
onları sevecektir. Bu özellikler bir kişide ne kadar çok ortaya çıkarsa, ona
olan sevgisi de o kadar artacaktır.
Allah'ın
Kuran'da bildirdiği mümin özelliklerinin belli başlılarını şöyle
maddeleştirebiliriz:
• Müminler
ancak Allah'a kulluk ederler. O'ndan başka zihinlerinde ilahlaştırdıkları
hiçbir varlık yoktur. (Fatiha Suresi, 1-7; Nisa Suresi, 36)
• Allah'tan
korkup-sakınırlar. Allah'ın yasakladığı veya rızasına aykırı olan bir şeyi
yapmaktan çok çekinirler. (Al-i İmran Suresi, 102; Yasin Suresi, 11; Tegabün
Suresi, 15-16; Zümer Suresi, 23)
• Yalnızca
Allah'a güvenirler. (Bakara Suresi, 249; Tevbe Suresi, 25-26)
• Allah'tan
başka hiç kimseden korkmazlar. (Ahzab Suresi, 39)
• Allah'a
şükrederler. Bu nedenle ekonomik yönden darlıkta ya da bollukta olmaları onlara
herhangi bir üzüntü ya da böbürlenme vermez. (Bakara Suresi, 172; İsra Suresi,
3; İbrahim Suresi, 7)
• Kesin
bilgiyle iman etmişlerdir. Allah'ın rızasını kazanmaktan dönmek gibi bir
düşünceye asla kapılmazlar. Her gün daha şevkli ve heyecanlı biçimde
hizmetlerini sürdürürler. (Hucurat Suresi, 15; Bakara Suresi, 4)
• Kuran'a
kuvvetle bağlıdırlar. Tüm hareketlerini Kuran'a göre düzenlerler. Kuran'a göre
yanlış olduğunu gördükleri bir tavırdan hemen vazgeçerler. (Araf Suresi, 170;
Maide Suresi, 49; Bakara Suresi, 121)
• Sürekli
Allah'ı anarlar. Allah'ın herşeyi gören ve işiten olduğunu bilir, sürekli
Allah'ın sonsuz kudretini hatırda tutarlar. (Al-i İmran Suresi, 191; Rad
Suresi, 28; Nur Suresi, 37; Araf Suresi, 205; Ankebut Suresi, 45)
• Allah
karşısında acizliklerini bilirler. Mütevazidirler. (Ancak bu, insanlara karşı
aciz görünmek ve ezik tavırlar sergilemek demek değildir.) (Bakara Suresi, 286;
Araf Suresi, 188)
• Herşeyin Allah'tan olduğunu bilirler. Bu nedenle
hiçbir olay karşısında telaşa kapılmaz, her zaman serinkanlı ve tevekküllü
davranırlar. (Tevbe Suresi, 51; Teğabün Suresi, 11; Yunus Suresi, 49;
Hadid Suresi, 22)
• Ahirete
yönelmişler, asıl hedef olarak ahireti belirlemişlerdir. Ancak dünya
nimetlerinden de faydalanır, dünyada da cennet ortamının bir benzerini oluşturmaya
çalışırlar. (Nisa Suresi, 74; Sad Suresi, 46; Araf Suresi, 31-32)
• Sadece
Allah'ı ve müminleri dost ve sırdaş edinirler. (Maide Suresi, 55-56; Mücadele
Suresi, 22)
• Akıl
sahibidirler. Her an ibadet bilincinde olduklarından sürekli dikkatli ve uyanıktırlar.
Devamlı olarak müminlerin ve dinin lehine akılcı hizmetler yaparlar. (Mümin
Suresi, 54; Zümer Suresi, 18)
• Tüm
güçleriyle Allah adına inkarcılara, özellikle inkarcıların önde gelenlerine
karşı büyük bir fikri mücadele verirler. Hiç yılmadan ve gevşemeden
mücadelelerini sürdürürler. (Enfal Suresi, 39; Hac Suresi, 78; Hucurat Suresi,
15; Tevbe Suresi, 12)
• Hakkı
söylemekten çekinmezler. İnsanlardan çekindiklerinden dolayı gerçeği
açıklamaktan geri kalmazlar. İnkar edenlerin haklarında söylediklerine, alay ve
saldırılarına aldırmazlar, kınayıcıların kınamasından korkmazlar. (Maide
Suresi, 54, 67; Araf Suresi, 2)
• Allah'ın
dinini tebliğ etmek için her yolu dener, çeşitli biçimlerde insanları Allah'ın
dinine davet ederler. (Nuh Suresi, 5-9)
• Baskıcı
değillerdir. Merhametli ve yumuşak huyludurlar. (Nahl Suresi, 125; Tevbe
Suresi, 128; Hud Suresi, 75)
• Öfkelerine
kapılmazlar, anlayışlı ve bağışlayıcıdırlar. (Al-i İmran Suresi, 134; Araf
Suresi, 199; Şura Suresi, 40-43)
• Güvenilir
insanlardır. Son derece güçlü bir kişilik sergiler, etraflarına da güven telkin
ederler. (Duhan Suresi, 17-18; Tekvir Suresi, 19-21; Maide Suresi, 12; Nahl
Suresi, 120)
• Büyücülük
ve delilikle suçlanırlar. (A'raf Suresi, 132; Yunus Suresi, 2; Sad Suresi, 4;
Hicr Suresi, 6; Kamer Suresi, 9)
• Baskı
ve zulüm görürler. (Şuara Suresi, 49, 167; Ankebut Suresi, 24; Yasin Suresi,
18; İbrahim Suresi, 6; Neml Suresi,49, 56; Hud Suresi, 91)
• Zorluklara
katlanırlar. (Ankebut Suresi, 2-3; Bakara Suresi, 156, 214; Al-i İmran Suresi,
142, 146, 195; Ahzap Suresi, 48; Muhammed Suresi, 31; Enam Suresi, 34)
• Zulümden
ve öldürülmekten korkmazlar. (Tevbe Suresi, 111; Al-i İmran Suresi, 156-158,
169-171, 173; Şuara Suresi, 49-50; Saffat Suresi, 97-99; Nisa Suresi, 74)
• İnkarcıların
saldırı ve tuzaklarıyla karşılaşır, alaya alınırlar. (Bakara Suresi, 14, 212)
• Allah'ın
koruması altındadırlar. Aleyhlerinde kurulan tüm tuzaklar boşa çıkar. Allah,
onları tüm iftira ve tuzaklara karşı koruyarak, onları üstün kılar. (Al-i İmran
Suresi, 110-111, 120; İbrahim Suresi, 46; Enfal Suresi, 30; Nahl Suresi, 26;
Yusuf Suresi, 34; Hac Suresi, 38; Maide Suresi, 42, 105; Nisa Suresi, 141)
• İnkarcılara
karşı tedbirlidirler. (Nisa Suresi, 71, 102; Yusuf Suresi, 67)
• Şeytanı
ve yandaşlarını düşman edinmişlerdir. (Fatır Suresi, 6; Zuhruf Suresi, 62;
Mümtehine Suresi, 1; Nisa Suresi, 101; Maide Suresi, 82)
• Münafıklara
karşı fikren mücadele eder, münafık karakterlilerle birlikte olmazlar. (Tevbe
Suresi, 83, 95, 123)
• İnkarcıların
zorbalıklarına fikren engel olurlar. (Ahzab Suresi, 60-62; Haşr Suresi, 6;
Tevbe Suresi, 14-15, 52)
•
Birbirlerine danışarak (istişare ile) hareket ederler. (Şura Suresi, 38)
• İman
etmeyenlerin sözde gösterişli yaşantısına özenmezler. (Kehf Suresi, 28; Tevbe
Suresi, 55; Taha Suresi, 131)
• Zenginlik
ve mevkiden etkilenmezler. (Hac Suresi, 41; Kasas Suresi, 79-80; Nahl Suresi,
123)
• İbadetlere
titizlik gösterir, 5 vakit namazlarını kılar, oruç ve benzeri ibadetleri
dikkatle yerine getirirler. (Bakara Suresi, 238; Enfal Suresi, 3; Müminun
Suresi, 1-2)
• Çoğunluğa
değil, Allah'ın verdiği kıstaslara uyarlar. (Enam Suresi, 116)
• Allah'a
yakınlaşmak, örnek bir mümin olmak için gayret sarfederler. (Maide Suresi, 35;
Fatır Suresi, 32; Vakıa Suresi, 10-14; Furkan Suresi, 74)
• Şeytanın
etkisine girmezler. (A'raf Suresi, 201; Hicr Suresi, 39-42; Nahl Suresi, 98-99)
• Atalarına
körü körüne uymazlar. Kuran'a ve sünnete göre hareket ederler. (İbrahim Suresi,
10; Hud Suresi, 62, 109)
• Kadınların
ezilmesine göz yummazlar. (Nur Suresi, 4; Talak Suresi, 6; Bakara Suresi, 231,
241; Nisa Suresi, 19)
• İsraftan
kaçınırlar. (Enam Suresi, 141; Furkan Suresi, 67)
• İffetli
davranırlar ve Allah'ın istediği şekilde evlenirler. (Müminun Suresi, 5-6; Nur
Suresi, 3, 26, 30; Bakara Suresi, 221; Maide Suresi, 5; Mümtehine Suresi, 10)
• Dinde
aşırılığa kaçmazlar. (Bakara Suresi, 143; Nisa Suresi, 171)
• Fedakardırlar.
(İnsan Suresi, 8; Al-i İmran Suresi, 92, 134; Tevbe Suresi, 92)
• Temizliğe
dikkat ederler. (Bakara Suresi, 125, 168; Müddessir Suresi, 1-5)
• Estetik
ve sanata önem verirler. (Sebe Suresi, 13; Neml Suresi, 44)
• Müminlerin
arkasından konuşmaz, kusurlarını araştırmazlar. (Hucurat Suresi, 12)
• Haset
etmekten kaçınırlar. (Nisa Suresi, 128)
• Allah'tan
bağışlanma dileyenlerdir. (Bakara Suresi, 286; Al-i İmran Suresi, 16-17, 147,
193; Haşr Suresi, 10; Nuh Suresi, 28)
Müminlere Yapılan Baskılar
Üstteki mümin özelliklerinde aslında iki ayrı
konu vardır:
Birincisi,
Allah'a kulluk etmek, fedakarlık, mütevazilik gibi müminlerin kendilerinin
sahip olduğu güzel özellikler.
İkincisi, inkar edenlerin onlarla alay etmesi, onlara tuzak hazırlaması gibi
kendi ellerinde olmayan özellikler. Aslında bu ikinci tür özellikler, samimi
mümini tanımada son derece önemlidir. Çünkü birinci türün önemli bir bölümü
"taklit edilebilir" özelliklerdir. Örneğin bir münafık da,
çıkarlarına uygun olduğu için 5 vakit namaz kılabilir, bazı fedakarlıklar
yapabilir. Ama ikinci tür özellikler "taklit edilemez" özelliklerdir.
İnkar edenler, ancak gerçek bir mümine baskı uygulamaya çalışırlar.
Bu nedenle, müminleri değerlendirirken bu ikinci tür özelliklere de çok
önem vermek gerekir. Bir topluluğun gerçekten salih mümin topluluğu olup
olmadığını anlamak için Kuran'da Allah'ın değişmez kanunu olarak bildirilen bu
kıstaslara bakılmalıdır.
Müslümanlara
yapılan sözlü baskı ve iftiraları değerlendirirken, önceki Müslümanların başından
geçenler temel başvuru kaynağımız olmalıdır. Çünkü Allah Kuran'da, önceki
müminlerin karşılaştıkları zorlukları ve maruz kaldıkları karalama yöntemlerini
detaylı olarak anlatmakta ve şöyle bildirmektedir:
Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hali başınıza gelmeden cennete
gireceğinizi mi sandınız?... (Bakara Suresi, 214)
Kuran'da
"öncekilerin başına gelenler"in detaylarıyla anlatıldığı ayetlerde
ise, oldukça dikkat çekici bir hususla karşılaşırız. Görürüz ki, peygamberlere
ya da müminlere düşman olanlar, onlara saldırırken genellikle "Bu insanlar
Allah'a iman ediyorlar, O'nun hoşnutluğunu arıyorlar" ya da "Bu
insanlar bizim gibi ahlaksız değiller, yüksek bir ahlaka sahipler" gibi
sözler söylememektedirler. Tam tersine müminleri, kendi akıllarınca "karalama"ya
çalışmakta, onları en olmadık suçlamalarla itham etmektedirler.
Elbette
"Biz Allah'a başkaldırdık, hiçbir ahlaki sınırı tanımıyoruz ve
çıkarlarımıza aykırı düşen bu insanları ezmek istiyoruz" demeyeceklerdir.
"Bunlar Allah'ın hükümlerini uygulayan vicdanlı insanlar, bizse sınırı
aşmış zalimleriz" gibi bir itirafta da bulunmayacaklardır. Tam tersine
kendilerini "iyi ahlaklı ve akıllı" ideal insanlar olarak gösterip,
müminleri karalayarak saldırılarına kendilerince meşru zemin hazırlamaya
çalışacaklardır. Kuran'da "öncekilerin başına gelenler"in anlatıldığı
kıssalarda, inkar edenlerin hep bu yöntemi izlediklerini görürüz.
Sözgelimi
Hz. Nuh (as), gönderildiği toplumu -tüm peygamberler gibi- yalnızca Allah'a
kulluk etmeye çağırmıştı. Yalnızca Allah'a kulluk üzerine bina edilmiş bir
düzen ise, elbette batıl sistem sayesinde güç ve statü elde etmiş olan kavminin
"önde gelenleri"nin çıkarlarına ters düşmüştü. Ama bu "önde
gelenler" elbette "bu kişinin istedikleri çıkarlarımıza ters düşüyor"
dememişlerdir. Tam tersine, Hz. Nuh (as)'ı -büyük bir iftirada bulunarak- çıkar
peşinde koşmakla, "makam ve mevki" kazanmaya çalışmakla suçladılar.
Rabbimiz bu durumu ayetlerinde şöyle haber vermiştir:
Andolsun, Biz Nuh'u kendi kavmine (elçi olarak)
gönderdik. Böylece kavmine dedi ki: "Ey Kavmim, Allah'a kulluk edin. O'nun
dışında sizin başka ilahınız yoktur, yine de sakınmayacak mısınız?" Bunun
üzerine, kavminden inkara sapmış önde gelenler dediler ki: "Bu, sizin
benzeriniz olan bir beşerden başkası değildir. Size karşı üstünlük elde etmek
istiyor..." (Müminun Suresi, 23-24)
Aynı
akılsızca suçlama Hz. Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a da yapılmıştır. Ayette
haber verildiği üzere, Firavun ve çevresi onlara; "... Siz ikiniz, bizi
atalarımızı üzerinde bulduğumuz (yol)dan çevirmek ve yeryüzünde büyüklük sizin
olsun diye mi bize geldiniz? Biz, sizin ikinize inanacak değiliz."
(Yunus Suresi, 78) demişlerdir.
Müminlere
atılan iftiralar daha farklı boyutlara da varabilir. Tarih boyunca Allah'ın
elçileri, etraflarındaki müminleri "büyüleyip-kandırmakla"
suçlanmışlardır:
Dediler ki: "Bunlar (Musa ve Harun) her halde iki sihirbazdır, sizi
sihirleriyle yurdunuzdan sürüp-çıkarmak ve örnek olarak tutturduğunuz yolunuzu
(dininizi) yok etmek istemektedirler." (Taha Suresi, 63)
... Kafirler dedi ki: 'Bu yalan söyleyen bir büyücüdür'.
(Sad Suresi, 4)
Müslümanları karalamaya çalışanlar, kendi özelliklerini
müminlere aitmiş gibi göstermeye çalışırlar. Öyle ki, Hz. Nuh (as) gibi mübarek
bir insan için "çok yalan
söyleyen, kendini beğenmiş bir şımarık" (Kamer Suresi, 25) bile
diyerek, aslında kendilerinin yalancı olduklarını ispatlamışlardır.
Sık sık
gündeme getirilen bir başka iftira ise "delilik" suçlamasıdır.
Aslında bu suçlamanın ardında yatan önemli bir kavrama eksikliği vardır. İnkar
edenler, "Allah'ın rızasını kazanmak" gibi bir kavrama sahip
olmadıklarından, müminlerin yalnızca bu amaca yönelmiş olarak hareket
ettiklerini kavramakta zorlanırlar. Gerçekte hiçbir çıkar gözetmediklerini
bildikleri müminlerin, bütün hayatlarını Allah'ın rızası uğruna yaşamalarına
kendi çarpık bakış açıları nedeniyle anlam veremezler. Onların batıl düşünce
yapılarına göre, böylesine idealist bir tavır olsa olsa "delilik"tir.
Nitekim bu iftirayı geçmişte sık sık kullanmışlardır. Ayetlerde haber verildiği
üzere, Firavun, Hz. Musa (as) için, "Şüphesiz ki size gönderilmiş olan
elçiniz gerçekten bir delidir" (Şuara Suresi, 27) demiş; kavmi, Hz.
Nuh (as)'ı yalanlarken o bir "delidir" (Kamer Suresi, 9)
iddiasında bulunmuştur.
Müminler
bunların yanında fuhuş iftirasıyla da suçlanmıştır. Hz. Yusuf (as) ve tüm mümin
kadınlara örnek olarak gösterilen Hz. Meryem (as), bu iftirayla karşılaşmış
mübarek insanlardandır. Çoğu peygamber "şaşırmışlık
ve sapmışlık" (Araf Suresi, 60) iftirasına maruz kalmıştır.
Bütün
bunların "öncekilerin başına gelmiş" ve bitmiş olaylar olduğunu
düşünmek elbette son derece yanlış olur. Allah Kuran'da aynı şeylerin diğer
müminlerin başına gelebileceğini de haber vermektedir. Dolayısıyla aynı suçlama
ve karalamalarla, hak dini savunan ve böylelikle din ahlakından uzak çevreleri
rahatsız eden her mümin karşılaşabilir.
Müslümanlar
hakkında söylenenlerin, her zaman bu tür bir karalama kampanyasının parçası
olabileceği göz önünde bulundurulmalı ve Rabbimiz'in aşağıdaki ayetinde
emrettiği gibi, "fasık" (doğru yoldan sapmış)ların getireceği bu tür
haberlere "etraflıca araştırmadan" itibar edilmemelidir. Konuyla
ilgili ayet şöyledir:
Ey iman edenler, eğer bir fasık, size bir haber getirirse, onu 'etraflıca
araştırın'. Yoksa cehalet sonucu, bir kavme kötülükte bulunursunuz da, sonra
işlediklerinize pişman olursunuz. (Hucurat Suresi, 6)
CAHİLİYE TOPLUMUNDA HAYAT
Önceki sayfalarda, müminlerle diğer insanlar arasındaki en
önemli farkın, müminlerin Allah'ın sonsuz kudretinin farkında olmaları olduğunu
belirtmiştik. Ayrıca Allah'ın varlığına gönülden iman eden bir müminin tüm
hayatını nasıl düzenlediğini ve düzenlemesi gerektiğini incelemiştik.
Allah'ın
gücünü takdir edebilen ve dolayısıyla hayatını Allah rızası üzerine kuran bir
insanın sahip olduğu en önemli özelliklerden biri de, hayatının her saniyesinde
yalnızca Allah'ın rızasını ve rahmetini düşünerek hareket etmesidir. O,
hayatını Allah'ın hoşnutluğunu kazanma, O'na "kul" olma hedefi
üzerine kurduğuna göre, Allah'ın yarattığını ve kontrol ettiğini kavradığı tüm
evrene artık değişik bir gözle bakacaktır. Yalnızca Allah'ı İlah olarak
tanıdığı için, sahte ilahlar artık mümin için bir şey ifade etmeyecektir. Allah
Kuran'da bu konuyu, Hz. İbrahim (as)'ın söylediğini bildirdiği şu sözlerle
vurgulamıştır:
Kitap'ta İbrahim'i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir
peygamberdi. Hani babasına demişti: 'Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni
herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?' (Meryem Suresi, 41-42)
Mümin, yalnızca Allah'ın hoşnutluğunu aradığı, yalnızca O'na yalvardığı,
yalnızca O'ndan istediği için sadece Allah'a yönelir. Allah dışında hiç kimseyi
hoşnut etme ihtiyacı duymaz, Allah'tan başkasından medet ummaz. İnsanın gerçek
özgürlüğü, zaten ancak, bu gerçeği kavrayarak Allah'a yönelmesiyle olur.
Gerçek imana
sahip olmayanların hayatları ise, müminin tam tersine, sayısız sahte ilahın
boyunduruğu altındadır. Böyle insanlar, hayatlarını sayısız insanı hoşnut
etmeye adarlar. İnsanlardan yardım isteyip medet umarlar. Oysa kendi cahil
mantıklarınca zihinlerinde ilahlaştırdıkları bu varlıklar da aynen kendileri
gibi aciz birer "kul"dur. Elbette ki bu varlıklar onların isteklerine
cevap veremezler, onları kurtaramazlar. Ölüm, bu sahte ilahların insana
gerçekte hiçbir yararı olmadığını ortaya koyan en kesin gerçektir. Ama, bu
hayali ilahların hayali olduklarını anlamak için ölümü beklemek, çok geç kalmak
anlamına gelir. Allah Kuran'da, bu insanların içinde bulunduğu çıkmazı şöyle
tarif eder:
Yardım görürler umuduyla, Allah'tan başka ilahlar edindiler. Onların (o
ilahların) kendilerine yardım etmeye güçleri yetmez; oysa kendileri onlar için
hazır bulundurulmuş askerlerdir. (Yasin Suresi, 74-75)
İşte mümin olmayanların hayatları bu çarpık temel üzerine kurulmuştur. Bu
temelden dolayı müminlerle diğer insanlar arasındaki bir başka önemli fark daha
ortaya çıkar: Müminler kendilerine rehber olarak, Allah'ın onlara verdiği
kıstasları kabul eder, Hak kitap olan Kuran'a ve Peygamber Efendimiz (sav)'in
sünnetine uyarlar. Onların dini, Allah'ın Kuran'da tarif ettiği ve
Peygamberimiz (sav)'in örnek hayatıyla tanıttığı İslam'dır.
Hayatlarını
Allah'ın farkında olmadan sürdüren insanlar ise, elbette kendilerine rehber
olarak, Allah'ın değil, zihinlerindeki sahte ilahların kıstaslarını kabul
edeceklerdir. Hak din olan İslam'a değil, batıl anlayışlara ve inanışlara sahip
olan sahte bir dine uyacaklardır. Onların dini, çok ilahlı sapkın bir dindir.
Bunlar, kendilerine kıstas olarak, içinde bulundukları toplumun batıl
değerlerini aldıkları için, birbirinden farklı kural ve amaçlara sahip olurlar.
Bu nedenle içinde bulundukları çok-ilahlı dinin farklı farklı türleri vardır.
Ancak şunu da belirtmekte yarar vardır: Bir insanın içinde yaşadığı toplumun
düzenine uyması, kanunlara ve kurallara tabi olması son derece önemli ve
gereklidir. Burada kast edilen doğruyu, güzeli, sevgiyi ve saygıyı telkin eden
ve yaşatan toplumsal kurallar değil, çıkarcılığı, bencilliği, sevgisizliği ve
acımasızlığı telkin eden batıl değerlerdir.
Kiminin
hayattaki amacı, para ve güç elde etmek, kimininki saygı gören ve sözü kabul
edilen bir insan olmaktır. Kimisi hayatının amacını "iyi bir eş"
bulup, "mutlu bir yuva kurmak" olarak belirler. Bunların hepsi bir
müminin de hayatında olan unsurlardır. Ama salih bir mümin hiçbirine olması
gerekenden fazla değer vermez. Daha da önemlisi bu konular hakkında Allah'ın
Kuran'da bildirdiği ve Peygamber Efendimiz (sav)'in öğütlediği dışında bir
anlayışa de yargıya sahip olmaz. Din ahlakını yaşamayan insanların ise,
kendilerine belirledikleri her bir hedef için din ahlakına uygun olmayan
yöntemleri ve yolları vardır. “Hayat tarzı” olarak adlandırdıkları bu batıl
anlayışların her biri aslında batıl birer dindir ve Allah'ın varlığını ve
sınırlarını kavrayamama temeli üzerine kurulmuştur.
Oysa
insanların yaratılışı, Allah'a kul olma ve Allah'a güvenme üzerine kuruludur.
İnsan, sonsuz istek ve ihtiyaçlarını kendi kendine karşılamak imkanına sahip
olmadığı için, yaratılıştan Allah'a bağlanmaya muhtaçtır. Dolayısıyla insan
fıtratı, Allah'ı "Rab" (eğitici, yol gösterici, kural koyucu) olarak
kabul etmeye yatkındır:
Öyleyse sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o
fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı için
hiçbir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak
insanların çoğu bilmezler. (Rum Suresi, 30)
Nefsin kötü
arzularına kapılmayıp, Allah'a iman eden halis bir mümin, tüm hayatı boyunca
"ne yapması gerektiğini" O'nun kitabından ve Peygamberimiz (sav)'in
sünnetinden öğrenir, peygamberleri kendine örnek edinir. Müminin hayatı, inkar
edenlerden tümüyle farklıdır. Dahası mümin, inkarcıların hiç bilmedikleri bazı
gerçekleri yine Kuran'dan öğrenir. Örneğin Allah Kuran'da Kendisi'nden korkup
sakınanlara her türlü durumda mutlaka bir çıkış yolu göstereceğini
müjdelemiştir:
... Kim Allah'tan korkup-sakınırsa, (Allah) ona bir çıkış yolu gösterir; ve
onu hesaba katmadığı bir yönden rızıklandırır. Kim de Allah'a tevekkül ederse,
O, ona yeter. Elbette Allah, Kendi emrini yerine getirip-gerçekleştirendir.
Allah, herşey için bir ölçü kılmıştır. (Talak Suresi, 2-3)
Allah'ın
kudretinin farkına varan ve O'nu hakkıyla tanıyan mümin hayatını Allah'a teslim
edecektir. Çünkü bilir ki, "kim Allah'a tevekkül ederse, O, ona
yeter". Bir ayette Hz. Yakub (as)'ın oğullarına bu konuda verdiği bir öğüt
şöyle haber verilmektedir:
... Ben size Allah'tan hiçbir şeyi
sağlayamam (gideremem). Hüküm yalnızca Allah'ındır. Ben O'na tevekkül ettim.
Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etmelidirler." (Yusuf Suresi,
67)
Bu gerçeği kavrayan
mümin, hayattaki görevinin Allah'ın hükümlerini uygulamaktan başka birşey
olmadığını görecektir. Onun görevi de, "mesleği" de budur. Ancak
Allah yolunda çabalamakla sorumludur. Herşeyi Allah'tan istemektedir çünkü
kendisine herşeyi veren Allah'tır. Müminlerin bu güzel ahlaklarını Allah
Kuran'da şöyle haber vermiştir:
Ben, cinleri ve insanları yalnızca Bana ibadet etsinler diye yarattım. Ben,
onlardan bir rızık istemiyorum ve onların beni doyurup-beslemelerini de
istemiyorum. Hiç şüphesiz, rızık veren O, metin kuvvet sahibi olan Allah'tır.
(Zariyat Suresi, 56-58)
Dolayısıyla
Kuran'da tarif edilen ahlaka sahip bir mümin için "gelecek korkusu"
diye bir şey söz konusu olamaz. Bu korku ancak, hayatı, birbirinden bağımsız
milyonlarca sahte ilahın arasındaki bir çekişme olarak görenlere özgüdür.
Olayların Allah'ın kontrolünde ve takdir ettiği kader içinde işlediğini
bilmeyen bu insan, "kendi hayatını kurtarma" mücadelesi vermesi
gerektiğini sanmaktadır. "Rızkı"nı "taştan çıkarması"
gerektiği düşüncesindedir. Böyle düşündüğü için de, böyle karşılık görür. Bediüzzaman
Said Nursi, Allah'ı tanımayanların, insanın asıl görevinin kulluk olduğunu
anlayamadıklarını anlattıktan sonra şöyle der:
"...'Hayat
bir cidaldir (çatışmadır)' diye eblehane (akılsızca) hükmetmişler."
İşte bu,
"hayat bir çatışmadır" mantığından doğan ruh hali, Kuran ahlakını
yaşamayanların sahip olduğu dinin temel özelliklerinden biridir. Söz konusu
çarpık mantık nedeniyle bu insanlar, sürekli sıkıntı ve huzursuzlukla dolu bir
ruh hali içinde yaşarlar. Şöyle ki;
- Bu kimselerin büyük bölümü, müminlerin tam aksine,
bencil, çıkarcı, küçük hesaplar peşinde koşan, tek derdi "çıkarını
kollamak" olan insanlardır.
- Fedakarlıktan,
fedakarlığın getirdiği incelikten haberleri yoktur. Sevgileri çıkara dayalıdır:
Bir insanı, o insanda olan güzel özelliklerden dolayı değil, sadece "çıkar
için" severler.
- Tabi
kendilerini sevdiklerini söyleyen başka insanların da aynı şekilde sevdiğini
bilmektedirler. Bu nedenle hiçbir zaman sadakat ve vefa ortamında yaşayamazlar.
Hep "ya benden daha zenginini, daha güzelini, daha yakışıklısını bulup da
beni terk ederse" endişesi içindedirler.
- Kıskançtırlar. Bu nedenle güzellikten ve
iyilikten zevk almayı bilmezler. Örneğin bir insanın güzelliğine bakıp, ondan
zevk alacak ve "Allah ne güzel yaratmış" demenin huzurunu yaşayacak
yerde, "neden bu güzellik bende yok da onda var" kuruntusuyla
kendilerini yerler.
- Allah'ın
nimetine şükretmeyi ve kendilerine verilenle yetinmeyi bilmezler. Bu nedenle
hep "daha fazlası"nı isterler. Bu istek hiçbir zaman tatmin edilemez
ve sürekli bir rahatsızlık kaynağı olur.
- Aciz ve
zayıf olduklarını kabul edip Allah'tan yardım dilemezler. Allah'a büyüklenerek,
O'ndan yardım istemeyerek acizlik ve zayıflıklarının yok olacağını zannederler.
Oysa böyle yapmakla acizlikleri ve zayıflıkları yok olacak değildir. Bu kez
insanlardan medet umarlar. Ama karşılarındaki de kendileri gibi yalnızca
çıkarlarını düşünen, aciz biridir ve gerçek anlamda şefkat ve merhamet
göstermekten yoksundur. Dolayısıyla beklentilerine ulaşamadıkları için sık sık
"bunalım" geçirir, karakter çöküntüleri yaşarlar.
- Affedicilik
ve anlayışlı olmaktan yoksundurlar. Bu nedenle aralarındaki en ufak bir
anlaşmazlık, çatışma ve kavgaya dönüşebilir. Her iki taraf da çoğu zaman alttan
almayı kendi gururuna yediremez. Bu nedenle sık sık büyük kavgalar ederler.
- Allah'ın
koruması ve kontrolü altındaki bir dünyada değil, tek kuralın "galip
gelmek" olduğu vahşi bir ormanda yaşadıklarını düşünürler. Kendi sapkın
düşüncelerine göre, bu "orman"da yaşayabilmek için sert, saldırgan ve
egoist olmaları gerekmektedir. Böyle düşündükleri için de böyle
"karşılık" görürler: Ya cahiliye deyimiyle "küçük balık"
olup yutulurlar, ya da "büyük -ve zalim- balık" olup diğerlerini
yutarlar.
Gerçek imanı
yaşamayan, tarif edilen çarpık ahlak anlayışına göre hareket eden insanların
bulunduğu hemen her toplumun kuralları yukarıda sayılan gibidir. Rabbimiz
Kuran'da, bu toplumları Kendisi'nin ve ahiretin farkında olmadıkları için-
"cahiliye" toplumları olarak tanıtmıştır. Rabbimiz'in Kuran'da
bildirdiği gibi bir türlü akıllanıp Allah'a teslim olmayan İsrailoğulları
içinden bazı kimseler de, Hz. Musa (as) tarafından cahil olarak tanımlanmıştır.
Konuyla ilgili ayetler şöyledir:
İsrailoğullarını denizden geçirdik. Putları önünde bel büküp eğilmekte olan
bir topluluğa rastladılar. Musa'ya dediler ki: "Ey Musa, onların ilahları
(var; onların ki) gibi, sen de bize bir ilah yap." O: "siz gerçekten
cahillik etmekte olan bir kavimsiniz" dedi.
"Onların içinde bulundukları şey (din) mahvolucudur ve yapmakta
oldukları şeyler (ibadetler) de geçersizdir. O sizi alemlere üstün kılmışken,
ben size Allah'tan başka bir ilah mı arayacağım?" (Araf Suresi, 138-140)
Ama biraz önce de belirttiğimiz gibi,
"cahiliye" tek bir bütün değildir. Böyle bir toplumun içinde, hepsi
aynı "cahillik" özelliğiyle damgalanmış olmasına karşın, birbirinden
farklı kesimler olabilir. Bu kesimler genelde, "cahiliye"nin değer
verdiği geçersiz kıstasları -ki en başta ekonomik güç gelir- elde edip etmemiş
olmalarına göre ayrılır.
"Cahiliye" Toplumunda İnsan
Değerlendirmenin Ölçüsü
Salih
müminler için, insanları değerlendirmenin ölçüsü "takva"dır
(Allah'tan korkup-sakınma ölçüsü, Allah'a yakınlık). İman sahibi olmayanların
oluşturduğu cahiliye toplumunda ise, insanlar hem kendilerini hem de diğer
insanları büyük ölçüde "para" kıstasına göre değerlendirirler.
Durum böyle olunca, cahiliye toplumunda pek
çok çarpık mantık ortaya çıkar;
-Bol parası
olan biri, son derece basit ve ahlaksız da olsa, "cahiliye"
toplumunda saygı görecektir.
-Toplumda
oluşan bu kural nedeniyle, söz konusu "paralı ama ahlaksız" kişi de
kendisinin çok "saygıdeğer" bir kişi olduğunu sanacaktır.
-"Para"
böylesine önemli bir kıstas olunca, "parasız" olanlar da otomatik
olarak, "paralı"ların tam tersine belirli bir eziklik ve güvensizlik
duygusu yaşayacaklardır. Özellikle "paralı"ların yanında,
"parasız" olanların bu tavrı hemen belli olur. Maddi durumu kötü olan
kişi, belki karşısındaki zenginin son derece ahlaksız ve basit bir kişi
olduğunu, kendisinin ondan ahlaken daha üstün olduğunu fark edecek, ama o da
hala "cahiliye"nin değer yargılarının etkisinde olacaktır:
"Parasız" olmanın getirdiği ezikliği kolay kolay yenemeyecektir.
-Paranın bu
kadar önemli kıstas olduğu cahiliye toplumunda, doğal olarak büyük bir ahlaki
dejenerasyon yaşanacaktır. Rüşvet, yolsuzluk, sahtekarlık gibi kavramlar günlük
hayatın bir parçası haline gelecektir. Bu cahil insanlara göre en büyük değer
para olduğu için, parayı elde etmeye yarayan her yöntem, ne kadar ahlaksız ve adaletsiz
de olsa, meşruiyet kazanacaktır.
Kuran'daki
Karun kıssası ile, Allah, cahiliye toplumunun söz konusu "para
merkezli" olma özelliğini en güzel biçimde şöyle anlatır:
Gerçek şu ki, Karun, Musa'nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı.
Biz, ona öyle hazineler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan
güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Hani kavmi ona demişti ki: "Şımararak
sevinme, çünkü Allah, şımararak sevince kapılanları sevmez. Allah'ın sana
verdiğiyle ahiret yurdunu ara, dünyadan da kendi payını (nasibini) unutma.
Allah'ın sana ihsan ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk
arama. Çünkü Allah, bozgunculuk yapanları sevmez." Dedi ki: "Bu,
bende olan bir bilgi dolayısıyla bana verilmiştir." Bilmez mi, ki gerçekten
Allah, kendisinden önceki nesillerden kuvvet bakımından kendisinden daha güçlü
ve insan-sayısı bakımından daha çok olan kimseleri yıkıma uğratmıştır.
Suçlu-günahkarlardan kendi günahları sorulmaz. Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü
içinde kavminin karşısına çıktı. Dünya hayatını istemekte olanlar: "Ah
keşke, Karun'a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir
pay sahibidir" dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: "Yazıklar
olsun size, Allah'ın sevabı, iman eden ve salih amellerde bulunan kimse için
daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz" dediler.
Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah'a karşı ona
yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi kendine yardım edebileceklerden
de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: "Vay,
demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve
kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lütfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz
batırırdı. Vay, demek gerçekten inkar edenler felah bulamaz" demeye
başladılar. İşte ahiret yurdu; Biz onu, yeryüzünde büyüklenmeyenlere ve
bozgunculuk yapmak istemeyenlere (armağan) kılarız. (Güzel) Sonuç takva
sahiplerinindir. (Kasas Suresi, 76-83)
Ayetlerden
anlaşıldığı gibi, Karun ve ona özenenler klasik bir cahiliye toplumudur. Tüm
mülkün Allah'ın olduğunu ve Allah'ın, mülkü dilediğine verdiğini
kavrayamamışlardır. Karun, kendisine verilen mülkün "onda olan bir
üstünlük nedeniyle" verildiğini sanmaktadır. Oysa;
-Herşeyin
Yaratıcısı Allah olduğuna göre, herşeyin gerçek sahibi de O'dur. İnsanlar, tümü
Allah'a ait olan bu mülke yalnızca geçici bir süre için "emanetçi"
derecesinde sahip olabilirler.
-İnsanlara
verilmiş olan nimetler, onlarda olan bir üstünlük ya da özellikten dolayı değil
yalnızca bir nimet ve imtihan olarak verilmiştir. "Gururlanmak" için
değil, "şükür" etmek için verilmiştir. Eğer bu anlaşılamazsa, sahip
olunan mülk, hem dünyada ve hem de ahirette insana mutluluk ve kurtuluş
getirmeyecektir.
-Mülk,
cimrilik ederek "biriktirip-yığmak" için değil, Allah rızası için
kullanılmak üzere verilir. Böyle yapmayanların sonunu Allah Kuran'da şöyle
bildirir:
Allah'ın, bol ihsanından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler,
bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır; bu, onlar için
şerdir; kıyamet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin
ve yerin mirası Allah'ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır. (Al-i İmran
Suresi, 180)
-Mümin
Allah'ın verdiği mülkü, akılcı bir biçimde, Allah rızası için harcarken, bunun
bitip-tükeneceğinden de korkmamalıdır. Rabbimiz Kuran'da bu tehlikeye dikkat
çekip, şeytanın insanı "fakirlikle korkuttuğu" (Bakara Suresi,
268) hatırlatmıştır, ve Kendi yolunda harcanan (infak edilen) malın yerine, bir
başkasını vereceğini de bildirmiştir. Konuyla ilgili ayet şöyledir:
De ki: "Şüphesiz benim Rabbim, kullarından rızkı dilediğine
genişletip-yayar ve ona kısar da. Her neyi infak ederseniz, O (Allah), yerine
bir başkasını verir; O, rızık verenlerin en hayırlısıdır." (Sebe Suresi,
39)
Yukarıda
bahsettiğimiz Karun kıssası aslında cahiliye toplumlarının genel bir
karakterini ortaya koymaktadır. Ayetlerde haber verildiği gibi, Karun aslında
"cahiliye" toplumunda bulunan bir karakteri temsil etmektedir. Bu
karakter, cahiliye toplumu içinde zenginliği ve itibarıyla dikkati çeken bazı
kimselerdir.
Ayetlerde
ayrıca Karun'a özenenler anlatılmaktadır. Bunlar da Karun'la aynı cahil
anlayışı paylaşmakta, mülkün sahibinin Allah olduğunu anlayamamaktadırlar.
Dolayısıyla Karun'u ve sahip olduklarını gözlerinde büyütmektedirler.
Cahiliyenin
telkininden kurtulmuş olanlarsa yalnızca müminlerdir. Onlar;
-Kıstaslarının
para değil, iman olduğunu ve mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu kavramış
oldukları için, Karun'un özenilecek değil, acınacak durumda olduğunu
görebilmişlerdir.
-Cahiliye
toplumunun üyeleri gibi, ancak Karun'un mülkü yok olduktan sonra "Demek ki
Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve
kısıp-daraltmaktadır" dememişler, aynı gerçeği baştan görüp-bilmişlerdir.
Benzer bir
durum, Allah'ın Kehf Suresi'nde anlattığı "bahçe sahipleri"nde de
görülür. Kendisine bol nimet ve mülk verilip de aynı Karun gibi kendini
bunların gerçek sahibi sanan insanla, Allah'a iman eden O'ndan korkup-sakınan
mümin arasındaki farkı Rabbimiz ayetlerde şöyle anlatır:
Onlara iki adamın örneğini ver; onlardan birine iki
üzüm bağı verdik ve ikisini hurmalıklarla donattık, ikisinin arasında da
ekinler bitirmiştik. İki bağ da yemişlerini vermiş, ondan (verim bakımından)
hiçbir şeyi noksan bırakmamış ve aralarında bir ırmak fışkırtmıştık. (İkisinden) Birinin başka ürün (veren yer)leri de vardı. Böylelikle onunla
konuşurken arkadaşına dedi ki: "Ben, mal bakımından senden daha zenginim,
insan sayısı bakımından da daha güçlüyüm." Kendi nefsinin zalimi olarak
(böylece) bağına girdi (ve): "Bunun sonsuza kadar kuruyup-yok olacağını
sanmıyorum" dedi. "Kıyamet-saati'nin kopacağını da sanmıyorum. Buna
rağmen Rabbime döndürülecek olursam, şüphesiz bundan daha hayırlı bir sonuç
bulacağım." Kendisiyle konuşmakta olan arkadaşı ona dedi ki: "Seni
topraktan, sonra bir damla sudan yaratan, sonra da seni düzgün (eli ayağı
tutan, gücü kuvveti yerinde) bir adam kılan (Allah)ı inkar mı ettin? Fakat, O
Allah benim Rabbimdir ve ben Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam. Bağına girdiğin
zaman, 'MaşaAllah, Allah'tan başka kuvvet yoktur' demen gerekmez miydi? Eğer
beni mal ve çocuk bakımından senden daha az (güçte) görüyorsan. Belki Rabbim
senin bağından daha hayırlısını bana verir, (seninkinin) üstüne gökten
'yakıp-yıkan bir afet' gönderir de kaygan bir toprak kesiliverir. Veya onun
suyu dibe göçüverir de böylelikle onu arayıp-bulmaya kesinlikle güç
yetiremezsin."
(Derken) Onun ürünleri (afetlerle) kuşatılıverdi. Artık o, uğrunda
harcadıklarına karşı avuçlarını (esefle) ovuşturuyordu. O (bağın) çardakları
yıkılmış durumdaydı, kendisi de şöyle diyordu: "Keşke Rabbime hiç kimseyi
ortak koşmasaydım."
Allah'ın dışında ona yardım edecek bir topluluk yoktu, kendi kendine de
yardım edemedi. İşte burada (bu durumda) velayet (yardımcılık, dostluk) hak
olan Allah'a aittir. O, sevap bakımından hayırlı, sonuç bakımından hayırlıdır.
(Kehf Suresi, 32-44)
Maddi Değerlere Aşırı Önem
Verenler
Kuran-ı Kerim'in birçok kıssasında, Müslümanların
karşılaştığı, kendilerine din ahlakını tebliğ ettikleri ve çoğunlukla
olumsuzluklarına karşı fikri mücadele içinde oldukları bir kesim anlatılmıştır.
Neredeyse bütün peygamber kıssalarında bildirilen bu insanların özellikleri de
ayetlerde çok açık bir biçimde haber verilmiştir.
Rabbimiz Kuran'da, bu topluluğu, "kavmin
önde gelen büyüklenenleri", "refah içinde şımaranlar",
"günah üzerinde ısrarlı davrananlar", "haksız yere
böbürlenenler" gibi ifadelerle tanıtmıştır. Bu kimselerin ortak
özellikleri, kendilerine verilen güç ve imkanları, Allah'a isyan ve yeryüzünde
bozgunculuk yönünde kullanmalarıdır. Ayetlerde şöyle bildirilmiştir:
Biz hangi ülkeye bir uyarıcı gönderdikse, mutlaka oranın 'refah içinde
şımaran önde gelenleri: 'Gerçekten biz, sizin kendisiyle gönderildiğiniz şeyi
tanımıyoruz' demişlerdir. Ve: 'Biz mallar ve evlatlar bakımından daha
çoğunluktayız ve bir azaba uğratılacak da değiliz' de demişlerdir. (Sebe
Suresi, 34-35)
Ayetlerde
haber verilen bilgiler doğrultusunda söz konusu bu kesimin özelliklerini şöyle
sayabiliriz;
-
Kendilerine verilen refah, "mallar ve oğullar", söz konusu kesimin
iyice böbürlenmesine, Allah'ı tanımayıp, O'na başkaldırmalarına (Allah'ı tenzih
ederiz) neden olur:
Ad (kavmin)e gelince; onlar yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve dediler
ki: "Kuvvet bakımından bizden daha üstünü kimmiş?" Onlar, gerçekten
kendilerini yaratan Allah'ı görmediler mi? O, kuvvet bakımından kendilerinden
daha üstündür. Oysa onlar, Bizim ayetlerimizi (bilerek) inkar ediyorlardı.
(Fussilet Suresi, 15)
Ancak burada
şunu da belirtmekte fayda vardır: Geniş maddi olanaklara sahip olmak olumsuz
bir özellik değildir. Ancak kişinin bu olanakları kendisine verenin Yüce Allah
olduğunun farkında olması ve sahip olduğu herşey için Allah'a şükretmesi
gerekir. Yanlış olan, insanların dünya hayatında kendilerine sunulan imkanlar
nedeniyle kibirlenmeleri ve bunun inkarlarına vesile olmasıdır. Nitekim
Kuran'da kötü özellikleri ibret olarak bildirilen kişiler de böyle bir yanlışa
yönelen insanlardır.
- Müminlerin
Kuran ahlakını tebliğ ederken en çok tepki aldıkları topluluğu da çoğu zaman
yine bu "refah içinde şımaran önde gelenler" oluşturur. Söz konusu
kesim, Allah'a teslim olmayı ve ellerindeki imkanları O'nun istediği biçimde
kullanmayı kabul etmediklerinden, müminlere öfke duyarlar. Örneğin Mekkeli
müşrikler arasında bu öfkeleri nedeniyle sevgili Peygamber Efendimiz (sav)'i
tutuklamaya, yaşadığı yerden zorla çıkarmaya ve öldürmeye kalkışanlar bile
olmuştur:
Hani o inkar edenler, seni tutuklamak ya da öldürmek veya sürgün etmek
amacıyla, tuzak kuruyorlardı. Onlar bu tuzağı tasarlıyorlarken, Allah da bir
düzen (bir karşılık) kuruyordu. Allah, düzen kurucuların (tuzaklarına karşılık
verenlerin) hayırlısıdır. (Enfal Suresi, 30)
Kuran
ayetlerinde detaylı olarak özellikleri bildirilen bu ahlaktaki toplulukların
benzer örneklerine günümüzde de bazı toplumlarda rastlamak mümkündür. Dünyanın
çeşitli ülkelerinde, dejenere bir hayat yaşayan, her türlü ahlaki sapkınlığı
sözde meşru gören ve maddi olanakları fazla olduğu için toplumun önde gelen
sınıfını oluşturan bu insanlar, toplumsal ahlaki çöküntüyü meydana getiren
temel unsurlardandır. Her türlü cinsel sapıklığın yaşandığı, uyuşturucu ve
alkol tüketiminin çok yüksek seviyelerde olduğu sapkın eğlence anlayışına sahip
bu toplulukların neden olduğu manevi çöküntü, bazı Güney Amerika, Güney Asya ve
Batı ülkelerinde açıkça görülebilir.
Ancak
unutulmamalıdır ki, ahlaksızlık, sahtekarlık, dolandırıcılık, haksızlık ve
adaletsizlik üzerine bina edilmiş hiçbir sistem kalıcı olmaz. Her türlü batıl
ve dejenere sistem yok olmaya mahkumdur. Bu gerçek bir Kuran ayetinde şu
şekilde haber verilmiştir:
(Hem de) Yeryüzünde büyüklük taslayarak ve kötülüğü tasarlayıp
düzenleyerek. Oysa hileli düzen, kendi sahibinden başkasını sarıp-kuşatmaz.
Artık onlar öncekilerin sünnetinden başkasını mı gözlemektedirler? Sen,
Allah'ın sünnetinde kesinlikle bir değişiklik bulamazsın ve sen, Allah'ın
sünnetinde kesinlikle bir dönüşüm de bulamazsın. (Fatır Suresi, 43)
Görüldüğü
gibi, yeryüzünde büyüklük taslayan, sahip olduğu imkanlar nedeniyle şımarıklığa
kapılan, bu imkanları ahlaksız bir hayat yaşamak ve yaşatmak için kullanan her
grubun, yenilgiye uğrayacak olması Allah'ın bir kanunudur. Ama tüm bu insanlar
dünyadayken tevbe edip, kötülükten vazgeçme imkanına sahiptirler. Böyle bir
sisteme dahil olan kişiler, Allah'ın her zaman için bağışlayan olduğunu, bu
yoldan dönüp iman eden, vatanının ve milletinin hayrı için çalışmaya başlayan,
iyiden ve haktan yana tavır koyan kişileri affeden olduğunu unutmamalıdırlar.
Kim doğru
yola uyarsa, öncelikle kendi iyiliği için doğru yola uymuş olur. Buna rağmen
kim tekrar kötülüğe ve sapkınlığa dönerse, kuşkusuz Rabbimiz azabı pek şiddetli
olandır. Allah bir ayette şöyle buyurmaktadır:
Kim hidayete ererse, kendi nefsi için hidayete erer; kim de saparsa kendi
aleyhine sapar. Hiçbir günahkar, bir başkasının günah yükünü yüklenmez. Biz,
bir elçi gönderinceye kadar (hiçbir topluma) azab edecek değiliz. (İsra Suresi,
15)
Cahiliye Toplumunda Çarpık
Ahlak Anlayışı
Kuran'da
Allah'ın tarif ettiği müminlerin ahlakı Allah korkusu ve hoşnutluğu üzerine
kuruludur. "Cahiliye" toplumunda ise, değer yargısı "takva"
üzerine kurulu olmadığı için, ahlak anlayışı da çarpıktır;
- "Cahiliye" toplumu, Allah'ın
sonsuz kudretinin farkında olmadığı için, ahlak anlayışını "insanlar ne
der" kıstası üzerine dayandırmıştır. Bu durumda ahlak dışı bir davranış,
toplumun diğer üyelerinin görmediği ve bilmediği bir ortamda rahatça
yapılabilir. Ya da bu ahlak dışı anlayışa, toplumun diğer üyelerinin bu
davranışı meşru görmesini sağlayacak yeni isim ve şekiller bulunur.
Örneğin,
fuhuşun ahlak dışı bir davranış olduğunu "cahiliye" toplumunda da
çoğu kişi kabul eder. Bu nedenle bu toplumun üyelerinin bir kısmı fuhuş yapsa
da "ben fuhuş yapıyorum" diye açıkça söylemez. Ama kimsenin görmediği
ve bilmediği bir biçimde bu eylemi rahatlıkla yapabilir.
Bunu,
cahiliye insanlarının birçoğunun yaşamlarının hemen her anında izlemek, günün
her saatinde çeşitli örnekleriyle görmek mümkündür.
Sonsuza Kadar Yaşama İsteği
De ki: "Elbette sizin kendisinden kaçtığınız ölüm, şüphesiz sizinle
karşılaşıp-buluşacaktır. Sonra gaybı da, müşahede edilebileni de bilen (Allah)a
döndürüleceksiniz; O da size yaptıklarınızı haber verecektir." (Cuma
Suresi, 8)
Allah'ın ve ahiretin varlığına kesin olarak
iman etmeyen "cahiliye" toplumu mensuplarının en belirgin
özelliklerinden biri, "hiç ölmeyecekmiş gibi" yaşamalarıdır. Bu
toplumda ölüm, herkesin bildiği ama kesinlikle söz etmediği, adını ağzına
almadığı bir konudur. Tüm hesaplar ölüm yok sayılarak yapılır. Sanki "bu
dünya"da sonsuza dek yaşayacakmış gibi servet biriktirilir. Tüm hesaplar,
ölüm göz önünde bulundurulmadan yapıldığı için, bu kaçınılmaz sondan bahsetmek
"şom ağızlılık, patavatsızlık" olarak kabul edilir.
İşte
cahiliye insanlarının çarpık bir mantık üzere yaşadıklarının en açık göstergelerinden
biri de budur. Her insan, "her nefis ölümü tadıcıdır" (Al-i
İmran Suresi, 185) hükmü gereği mutlaka öleceğine göre, ölüm gerçeği hesaba
katılmadan kurulan bir hayat elbette çürük bir temel üzerine kurulmuş olur.
Oysa insan mutlaka aklını ve vicdanını kullanmalıdır;
- Kendisine
sonsuz yaşama isteği verildiğine göre, neden ortalama 60-70 yıl gibi kısa bir
süre yaşatılıp sonra da hayatına son verildiğini oturup düşünmelidir.
- Ölümü
düşünmeyerek hiçbir şekilde ölümden kaçamadığını, ancak avcıdan kaçmak için
kafasını kuma sokan devekuşu gibi akılsızlık yaptığını fark etmelidir.
- Kendini en
mükemmel bir biçimde, bir spermden yaratan Allah'ın, onu yeniden diriltip
yaşatma gücüne sahip olduğunu kavramalıdır.
- Ve onu
öldükten sonra yeniden diriltip yaşatacağını yüzlerce ayette vaat eden ve haber
veren Allah'ın, bu sözünü elbette tutacağını bilmelidir.
O zaman
ölümün yok oluş değil, ahirete geçiş kapısı olduğunu kavramaya başlayabilir.
- Bu durumda
ölümden korkmanın bir anlamı olmadığını anlayabilir. Zaten ölümden korkmanın
bir faydası yoktur; çünkü ölümden kaçılamaz. Herkes kaderinde belirlenmiş
zamanda ölecektir. Ölüm korkusuna kapılanları, Allah Kuran'da şöyle uyarmıştır:
... Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde gizli tutuyorlar, "Bu
işten bize bir şey olsaydı, biz burada öldürülmezdik" diyorlar. De ki:
"Evlerinizde olsaydınız da üzerlerine öldürülmesi yazılmış olanlar, yine
devrilecekleri yerlere gidecekti..." (Al-i İmran Suresi, 154)
Ama ahirete
geçiş kapısı olan ölüm, ancak hayatını Allah rızasına uygun olarak
değerlendirenler için mutluluk ve kurtuluşa açılır. Allah'tan yüz çevirmiş
olanlar içinse, ölüm kesin bir yıkım ve felaketin başlangıcıdır. Hiç
ölmeyecekmiş gibi yaşayarak Allah'ı unutanların, ölüm geldiğinde duyacakları
pişmanlığın bir şey ifade etmeyeceğini Rabbimiz Kuran'da haber vermiştir:
Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca:
"Ben şimdi gerçekten tevbe ettim" diyenler, ne de kafir olarak
ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azap hazırlamışızdır. (Nisa Suresi,
18)
Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: "Rabbim, beni
geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (dünya)da salih amellerde bulunayım."
Asla, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların
önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır.
(Müminun Suresi, 99-100)
Kendini Allah'a adamayan herkes -Allah'ın dilemesi
dışında- bu pişmanlığı yaşayacaktır.
Öyleyse, madem hayat çok kısadır, bu hayattan sonra
sonsuz bir gerçek hayat vardır ve madem o sonsuz hayat, bu dünyada Allah'ın
rızasını arayarak kazanılacaktır; bu durumda;
- İnsanın
buradaki kısa ve değersiz hayatından çok, ölümden sonra başlayacak gerçek
hayatını düşünmesi gerekir. Bu yüzdendir ki, bu gerçeği kavramış olan müminler "katıksızca
(ahireti asıl) yurdu düşünüp-anan ihlas sahipleri"dirler. (Sad Suresi,
46)
- Dünyada
elde edilecek servet ve imkanlara tutkuyla bağlanmanın bir anlamı yoktur. Kimse
ne malını, ne güzelliğini, ne kuvvetini ne ailesini, ne de şöhretini ahirete
götüremez. Bunların hiçbiri mezardaki insana eşlik edemez. Mezara giren
yalnızca kefene sarılı bir bedendir; o da kısa bir süre içinde kurtlanıp
çürümeye başlayacaktır.
- Bu
dünyadan ahirete götürülecek tek şey Allah rızası için yapılmış olan salih amel
ve ibadetlerdir. O zaman bu dünyada kısa bir süre için insana verilmiş olan
nimetler (sağlık, güzellik, servet vb.), ahirette ebedi olarak ve çok daha
güzeliyle yeniden insana verilecektir.
- Bu gerçeği
kavramayıp da malını ve bedenini Allah rızası için harcamaktan kaçınıp
"cimrilik" eden, kendi ahiretini mahvetmekte ve asıl kendine cimrilik
etmektedir. Konuyla ilgili bir ayet şöyledir:
İşte sizler böylesiniz; Allah yolunda infak etmeye çağrılıyorsunuz; buna
rağmen bazılarınız cimrilik ediyor. Kim cimrilik ederse, artık o, ancak kendi
nefsine cimrilik eder. Allah ise, Ganiy (hiçbir şeye ihtiyacı olmayan)dır;
fakir olan sizlersiniz. Eğer siz yüz çevirecek olursanız, sizden başka bir
kavmi getirip-değiştirir. Sonra onlar, sizin benzeriniz de olmazlar. (Muhammed
Suresi, 38)
Bunları
kavrayamayan ve dünyaya büyük bir sevgiyle bağlanmış olanlar, kendilerini sözde
"ölümsüz"leştirmeye çalışırlar. "Geride adını sürdürecek bir şey
bırakmak" isteği bundandır. Bunun çeşitli şekilleri vardır:
- Bazıları
arkalarında "adlarını sürdürecek" eserler bırakmayı dener. Allah
Kuran'da bu tavrı şöyle haber verir:
"Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşa edip (yararsız bir şeyle)
oyalanıp eğleniyor musunuz? Ölümsüz kılınmak umuduyla sanat yapıları mı
ediniyorsunuz?" (Şuara Suresi, 128-129)
- Bu
psikolojinin en belirgin örneklerinden biri de "çocuk yetiştirmeye"
karşı olan aşırı istektir. Ahireti ummayanlar, geride adlarını anıp-sürdürecek
çocuklar bırakma hevesinde olurlar genelde. Özellikle erkek çocuk istenmesinin
de nedeni budur. "Çocuk sahibi olma" tutkusunun dünya hayatının
geçici süsü olduğunu Rabbimiz bir ayette şöyle haber verir:
Bilin ki, dünya hayatı ancak bir oyun, '(eğlence türünden) tutkulu bir
oyalama', bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve
çocuklarda bir 'çoğalma-tutkusu'dur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği
ekin ekicilerin (veya kafirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de
bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Ahirette ise
şiddetli bir azab; Allah'tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rıza) vardır. Dünya
hayatı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir. (Hadid Suresi, 20)
Elbette
insanın güzel ahlaklı, hayırlı insanlar yetiştirmek istemesi makbuldür. Ancak
cahiliyenin çarpık sisteminde insanların bu isteğinin nedeni Allah'ın razı
olması değil, kendi enaniyetlerini tatmin etmek, kendilerince dünyada kalıcı
bir isim bırakmaktır.
Oysa Kuran'a
baktığımızda müminlerin çocuk sahibi olmayı, ancak Allah'ın rızası için
istediklerini ve çocuklarını da Allah rızasına uygun olarak yetiştirdiklerini
görürüz. Çoğu peygamber, yaşadıkları dönem ve ortamda böyle bir imkanları
olmadığı için uzun süre çocuk sahibi olmamış, ancak yaşlandıklarında
kendilerinden sonra din ahlakını anlatıp-savunmaya devam etmesi için Allah'tan çocuk
istemişlerdir.
Cahiliye Toplumundaki
Din Anlayışı
Şimdiye dek özelliklerini saydığımız, Allah'ı
gerektiği gibi takdir edemeyen, bu nedenle de "cahil" olma özelliğini
taşıyan toplum yapısı, dini de kendi çarpık mantık ve inanışları doğrultusunda
yorumlamıştır. Bunun sonucunda ortaya çıkmış olan din anlayışı, Kuran'da
Allah'ın emrettiği gerçek dinden çok farklıdır. Rabbimiz Kuran'da Hz. Muhammed
(sav)'e vahyedilen dini, "... insanların "ağır yüklerini,
üzerlerindeki zincirleri indiren..." (Araf Suresi, 157), "içinde
hiçbir zorluk bulunmayan" bir din olarak tanıtmaktadır:
... O, sizleri seçmiş ve din konusunda size bir güçlük yüklememiştir,
atanız İbrahim'in dininde olduğu gibi. O, bundan daha önce de, bunda
(Kur'an'da) da sizi "Müslümanlar" olarak isimlendirdi... (Hac Suresi,
78)
Kuran'da
insanlar, düşünmeye, tabi oldukları yanlış inanç ve yolları fark ederek
Allah'ın istediği şekilde bir yaşam tarzına çağrılmaktadırlar.
Cahiliye
toplumu ise Kuran'ın çok net ve anlaşılır mesajını görmezlikten gelerek, İslam
adına koyu taassuplu bir dini türetmiştir. Cahiliyenin oluşturduğu bu çarpık
din anlayışının bazı özelliklerini şöyle sayabiliriz:
- Kuran'da
Allah'ın bildirdiği din, yalnızca Allah'a kul olmayı ve O'ndan başka varlıkları
ilah edinmemeyi emreder. Buna göre insan yalnızca Allah'ın rızasını aramakla
sorumludur, başkalarının hoşnutluğunu aramak gibi bir zorunluluğu yoktur.
Cahiliye ise, dini Allah'ın rızasını aramak için bir yol olarak görmemektedir.
Cahiliyenin bu hatalı anlayışına göre ortaya çıkan din, "insanlar ne
der?" korkusuna dayalı ve gerçek din ahlakından tümüyle ayrı bir yapıdır.
- Kuran
ahlakını bilmeyen ve anlamayan cahiliyenin din anlayışı, bir takım batıl
inanışlara dayalıdır. Çeşitli yerel adet ve inanışlar dine eklenmiş, dindar
olmak, atalardan gelen batıl birtakım inanışlara bağlı olmakla aynı şey haline
getirilmiştir. Halbuki, Kuran'da Allah'ın tarif ettiği ve Peygamberimiz
(sav)'in yaşamında en güzel örneklerini gördüğümüz dinin bunlarla hiçbir ilgisi
yoktur. Kuran'da Rabbimiz, yalnızca Kendi sınırlarını ve Peygamber (sav)'in
sünnetini ölçü almayı emreder. Tarih boyunca peygamberler hakkın karşısına
atalarından öğrendikleri batıl inançlarla çıkmaya kalkışanlarla mücadele
etmişlerdir. Onların bu ahlaklarını Allah ayetlerde şöyle haber vermiştir:
Ne zaman onlara: "Allah'ın indirdiklerine uyun" denilse, onlar:
"Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız"
derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış
idiyseler? (Bakara Suresi, 170)
Aynı konu, Maide Suresi, 104; Enam Suresi, 91;
Araf Suresi, 28 ve daha pek çok ayette tekrarlanır.
- Dini bu
yanlış anlayışla değerlendiren bazı cahiliye insanları, bu tavırlarının doğal
bir sonucu olarak dinin akılcılıktan ayrı olduğu yanılgısına kapılmışlardır.
Oysa Allah'ın Kuran'da bildirdiğine göre akıl, mümin olmanın gereğidir.
Müminler sürekli düşünmeye, araştırmaya ve Allah'ın ayetlerini bu yolla görüp
tanımaya davet edilirler. İman ve akıl birbiri ile bağlantılıdır; aklı
kullanmanın bir sonucu olarak iman edilir, akıl kullanıldıkça iman daha da
güçlenir.
- Cahiliye
düşüncesi dinde olmayan bazı kuralları varmış gibi göstermekte, helalleri haram
yapmakta bir sakınca görmemektedir. Kuran'da, birçok insanın sıkıntısını
duyduğu bu mantığın yanlışlığı şu şekilde bildirilmiştir:
De ki: "Allah'ın kulları için çıkardığı ziyneti ve temiz rızıkları kim
haram kılmıştır?" De ki: "Bunlar, dünya hayatında iman edenler
içindir, kıyamet günü ise yalnızca onlarındır." Bilen bir topluluk için
ayetleri böyle birer birer açıklarız. De ki: "Rabbim yalnızca
çirkin-hayasızlıkları -onlardan açıkta olanlarını ve gizli olanlarını,- günah
işlemeyi, haklı nedeni olmayan 'isyan ve saldırıyı' kendisi hakkında
ispatlayıcı bir delil indirmediği şeyi Allah'a şirk koşmanızı ve Allah'a karşı
bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır." (Araf Suresi, 32-33)
Ne oluyor ki size, kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı karşıya kalmanız dışında,
O, size haram kıldıklarını ayrı ayrı açıklamışken, üzerinde Allah'ın ismi
anılan şeyleri yemiyorsunuz? Gerçekten çoğu, bir ilim olmaksızın kendi heva
(istek ve tutku)larıyla (kimilerini) saptırıyorlar. Şüphesiz, senin Rabbin
haddi aşanları en iyi bilendir. (Enam Suresi, 119)
Ey iman edenler, Allah'ın sizin için helal kıldığı güzel
şeyleri haram kılmayın ve haddi aşmayın. Şüphesiz Allah, haddi aşanları sevmez.
(Maide Suresi, 87)
- Cahiliyenin oluşturduğu batıl anlayış nedeniyle İslam,
bazı kimseler tarafından olduğundan çok farklı tanıtılmak istenmiştir. Oysa
İslam akılcılığın, güzelliğin, sevginin, anlayışın, sevecenliğin, merhametin,
temizliğin, estetiğin, kalitenin, asaletin hakim olduğu hak dindir.
Peygamberler, yaşadıkları dönemlerin en medeni insanlarıdır. Son derece
kültürlü ve estetik değerlere sahip kişilerdir. Peygamber Efendimiz (sav)
nezaketiyle, estetik zevkinin kalitesiyle, güzelliğiyle, temizliğiyle ve üstün
aklıyla tüm müminlere en güzel örnektir. Hz. Süleyman (as) da bu gerçeğin en
açık örneklerinden biridir. Sarayı mimari harikalarla, estetik mekanlarla
doludur.
Müslüman
olmak Allah'a kul olmak ve O'nun verdiği nimetleri O'na şükrederek
kullanmaktır. Allah'ı tanımanın ve gerçekten üstün ahlaklı bir insan
olabilmenin çabasıdır.
Gerçek
Müslüman, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibi Allah'ın rızasını arayan,
O'nun rızasından başka hiçbir maddi veya manevi karşılık beklentisi içinde
olmayan kişidir.
İşte
Müslümanlığın tanımlarından biri budur.
ALLAH'TAN BAŞKA İLAHLAR
EDİNENLERİN EBEDİ MEKANI:
CEHENNEM
Allah'ın rızasına uyan kişi, Allah'tan bir gazaba uğrayan ve barınma yeri
cehennem olan kişi gibi midir? Ne kötü barınaktır o. (Al-i İmran Suresi, 162)
- Aşağılatıcı
ve ebedi bir azap yeridir. (Tevbe Suresi, 63, 68; Maide Suresi, 80; Enam
Suresi, 128; Hud Suresi, 107; Nahl Suresi, 29; Enbiya Suresi, 99; Nisa Suresi,
14, 151)
- Ateşi çok
şiddetli ve kavurucudur. (Mearic Suresi, 15-16; Al-i İmran Suresi, 181; Ahzab
Suresi, 64; Hac Suresi, 72; Nur Suresi, 57; Furkan Suresi, 11)
-
Korkunç bir uğultusu vardır. (Furkan Suresi, 12; Mülk
Suresi, 7-8)
-
Allah'ın yarattığı en kötü barınma yeridir. (Al-i İmran
Suresi, 162; Nisa Suresi, 115)
- Azap aralıksızdır ve asla hafifletilmez.
(Mü'min Suresi, 46-47; Maide Suresi, 37; Yunus Suresi, 52; Beyyine Suresi, 6;
Hac Suresi, 22; Al-i İmran Suresi, 88; Fatır Suresi, 36)
-
Ölerek kurtulma imkanı da yoktur. (İbrahim Suresi, 17)
-
Yardım edebilecek hiçbir kimse yoktur. (Al-i İmran
Suresi, 91)
-
Kaçış ve kurtuluş yolu yoktur. (Maide Suresi, 37; Kehf
Suresi, 53; Beled Suresi, 19-20)
- Başındaki
bekçiler meleklerdendir. (Mü'min Suresi, 49-50; Zuhruf Suresi, 77; Müddessir
Suresi, 26-31)
- Yakıtı insanlar ve taşlardır. (Bakara
Suresi, 24; Tahrim Suresi, 6; Al-i İmran Suresi, 10; Enbiya Suresi, 98; Hud
Suresi, 119; Secde Suresi, 13)
-
Ateşle dağlanma vardır. (Tevbe Suresi, 35)
-
Kemikleri çatırdatan inlemeler duyulur. (Enbiya Suresi,
100)
-
Suçlular bukağılara vurulmuşlardır. (İbrahim Suresi, 49)
- Kaynar su
ve irinli su içirilir. (Nebe Suresi, 24-25; Gaşiye Suresi, 5; Vakıa Suresi,
54-55; Yunus Suresi, 4; Sad Suresi, 57; İbrahim Suresi, 16-17)
- Yiyeceği
zakkum ve darı dikenidir. (Duhan Suresi, 43-46; Saffat Su resi, 62-66; Vakıa
Suresi, 52-53; Müzzemmil Suresi, 13; Gaşiye Suresi, 6-7)
- Cehennemdekiler
katranla giydirilmişlerdir. (İbrahim Suresi, 50)
YALNIZCA ALLAH'IN RIZASINI ARAYANLARIN EBEDİ MEKANI: CENNET
Orada diledikleri herşey onlarındır; Katımız'da daha fazlası da var. (Kaf
Suresi, 35)
- İnsanın
zevk aldığı ve isteği herşey ve daha fazlası vardır. (Kaf Suresi, 35; Zuhruf
Suresi, 71; Enbiya Suresi, 102)
- Muazzam
bir mülk vardır. (İnsan Suresi, 20)
- Her yanı
nimetlerle donatılmıştır. (Saffat Suresi, 43; İnsan Suresi, 20)
- Ölüm
tadılmaz. (Duhan Suresi, 56)
- Ebedi
olarak kalınır. (Bakara Suresi, 25)
- Yorgunluk
veya bıkkınlık duyulmaz. (Fatır Suresi, 35)
- Sınırsız
mutluluk vardır. (Yasin Suresi, 55)
- Tam bir
rahatlık vardır. (Vakıa Suresi, 89)
- Alabildiğine
geniştir. (Hadid Suresi, 21)
- Hoşnut bir
yaşam vardır. (Hakka Suresi, 21)
- Hüzün ve
korku yoktur. (Bakara Suresi, 62; Al-i İmran Suresi, 170; Fatır Suresi, 34;
Araf Suresi, 35)
- Geniş
ikram görülür. (Saffat Suresi, 42)
- Kusursuz
bir şekilde yeni bir yaratılışla yaratılmış, bakire, tertemiz, pürüzsüz tenli,
iri gözlü ve bakışları sadece eşlerine çevrimiş huriler vardır. (Bakara Suresi,
25; Saffat Suresi, 49; Zuhruf Suresi, 70; Saffat Suresi, 48; Duhan Suresi, 54;
Vakıa Suresi, 22-23, 36-37; Rahman Suresi, 56, 58, 70, 72; Nebe Suresi, 33;
Vakıa Suresi, 35)
- Yüksek
köşkler ve güzel meskenler vardır. (Furkan Suresi, 10, 75; Ankebut Suresi, 58;
Saff Suresi, 12)
- Rahatsız
edici sıcak veya soğuk yoktur. Sürekli gölgelikleri vardır. (İnsan Suresi, 13;
Rad Suresi, 35; Mürselat Suresi, 41; Nisa Suresi, 57)
- İçinden
ırmaklar akar. (Bakara Suresi, 25)
- Sütten ve
baldan ırmaklar vardır. (Muhammed Suresi, 15)
- Yükseklerde
kurulmuş döşekler, mücevherlerle işlenmiş tahtlar vardır. (Vakıa Suresi, 15,
34; Gaşiye Suresi, 13; Saffat Suresi, 44)
- Dizi dizi
yastıklar, serilmiş yaygılar, çarpıcı güzellikte döşekler vardır. (Gaşiye
Suresi, 15-16; Rahman Suresi, 76, Vakıa Suresi, 30)
-
Bitip tükenmeyen, hesapsız bir rızık vardır. (Sad Suresi,
54; Mümin Suresi, 40)
-
İçindeki nimetler eksilmez. (İnsan Suresi, 13; Vakıa
Suresi, 33)
- Rahatlıkla
erişilen çeşit çeşit meyveler vardır. (Vakıa Suresi, 28, 29, 32; Nebe Suresi,
32; Hakka Suresi, 23; Rahman Suresi, 68; İnsan Suresi, 14)
- Tertemiz
su kaynakları vardır. (Mutaffifin Suresi, 28; Gaşiye Suresi, 12; Rahman Suresi,
50; İnsan Suresi, 6,18)
-
Çeşit çeşit incelikler ve güzellikler vardır. (Rahman
Suresi, 48)
-
Atlastan ağır işlemeli yastıklar vardır. (Rahman Suresi,
54)
-
Hizmet eden, tertemiz kişiler vardır. (Tur Suresi, 24)
-
Saçılmış inci gibi ölümsüz vildanlar vardır. (İnsan
Suresi, 19)
- İçenlere
sarhoşluk vermeyen bembeyaz, katıksız bir şarap vardır. (Mutaffifin Suresi,
25,26; İnsan Suresi, 5; Saffat Suresi, 46-47; Vakıa Suresi, 19; Tur Suresi, 23)
- İpekten ve
ağır işlenmiş atlastan elbiseler, altın, gümüş ve inciden takılar vardır.
(İnsan Suresi, 21; Hac Suresi, 23)
- Yiyecek ve
içecekler altın ve gümüşten tepsi ve testilerle sunulur. (Zuhruf Suresi, 71;
İnsan Suresi, 15-16)
-
İçindeki
yiyeceklerin tadları dünyadakilere benzemektedir. (Bakara Suresi, 25)
Dediler ki: "Sen Yücesin, bize öğrettiğinden
başka bizim hiçbir bilgimiz yok.
Gerçekten
Sen, herşeyi bilen,
hüküm
ve hikmet sahibi olansın."
(Bakara
Suresi, 32)
Müslüman, Allah'ın, dinine bağlananlara verdiği bir isimdir. Kuran'da tarif
edilen Müslümanları diğer insanlardan ayıran temel fark ise, bu insanların
Allah'ın sonsuz kudretinin tam anlamıyla farkında olmalarıdır.
Allah'ın büyüklüğünü kavramak bunu sözle tasdik etmekten ibaret değildir.
Müslümanlar Allah'ın varlığının ve büyüklüğünün farkına varan, O'nu çok seven,
O'ndan "korkup-sakınan" ve hayatlarını farkına vardıkları bu büyük
gerçeğe göre düzenleyen insanlardır.
Bu kitapta sadece Allah için yaşayan ve Kuran'da tarif edilen mümin modeli
anlatılmaktadır. Unutulmamalıdır ki cennet, Allah'a ve ahirete "kesin bir
bilgiyle" iman edip, sonra da Allah yolunda "ciddi bir çaba"
gösterenlerin yurdudur. Allah'a ancak "bir ucundan ibadet" edip,
Allah'ın rızasının yanında kendi basit çıkarlarını korumaya çalışanlar ise
Kuran'da bildirildiği üzere kayıptadırlar. (Hac Suresi, 11)